Çetin Çeki-Selim Esen-Zafer Cilasun-Cafer Demiralp,
Temmuz 1973

 
   
 

• ANAFİLYA YAZILARI
 

Genelkurmay Başkanı Başbuğ, terörle mücadelede geçen 24 yılın bilançosunu verdi:

Etkisiz hale getirilen terörist sayısı 32 bin (yaralı ve sağ yakalananlarla 46 bin) * 1984-2008 arası sivil kayıp 5 bin 560 kişi * TSK ve güvenlik güçlerinin verdiği şehit sayısı 6 bin 482. * Ağustos-Eylül 2008 arasındaki 35 günlük sürede şehit sayısı: 35…

Ve…

Askerlerimiz hala şehit ediliyor. Sivillerimiz öldürülüyor. Ve terör isyana dönüştü… Kentlerde her gün kamu binaları yağmalanıyor, motorlu araçlar yakılıyor.

Diyarbakır’da bayraklar yakıldı, devlet binaları taşlandı, sözde Kürt bayrakları göndere çekildi. İlin valisi çıktı açıklama yaptı: “Can kaybı olmaması sevindiricidir.” Polis isyancılara muz dağıttı...

ABD ve Barzani destekli PKK karakolumuzu vuruyor. Devlet “büyükleri” koşa koşa Barzani’ye gidiyor.

Türkiye yanıyor, kan ağlıyor… PKK adeta antrenman yapıyor. Devlet yok… İnanın, tek bir önlem, tek bir güç gösterisi, tek bir tutuklama, tek bir gözaltı bile yok. İsyanın adı: Demokrasi…

Herhalde dünyada bir isyan hareketine demokrasi sihirli değneğiyle karşı koyan ilk ülke olma şerefi Türkiye’ye aittir!

Ne demişti 1991 yılında Recep Tayyip Erdoğan: “PKK terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamak. Devlet-PKK çatışmasında devletçi bir safta gözükmemek, devletin eleştiri üslubunu benimsememek; ‘Bölücü’, ‘Terörist’, ‘Ayrılıkçı’ vb. (…) dememek gerekir…”

Bu sözlerin sahibi bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı... Ülkenin kamu güvenliğini sağlamakla yükümlü en yetkili kişi… Ne diyor? “PKK ve devlet arasında ben tarafsızım.” Peki, bundan cesaret alan PKK’nın TBMM’deki uzantısının sözcüsü Ahmet Türk ne diyor: “Türkiye Cumhuriyeti Kürtlere soykırım yapmaktadır.”

Yanılmayın sakın! Bu ülkede Türk’e faşizm, isyancı Kürt’e ise en uçuk demokrasi ve anarşinin özgürlüğü var. Zaten faşizm bu değil midir? Halka zulüm ve esaret, faşiste sonsuz özgürlük…

Evet, Türk toplumu bugün tarihte, karşısında bir devlet gücü olmayan ilk isyan hareketiyle karşı karşıyadır.

*

Bu isyanın adını koymadan önce çokça anlatılan tarihi bir anı anımsatalım:

Sene 1925… Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ü topraklarına katması an meselesiyken İngiliz destekli Kürtler bir isyan başlatır. Şeyh Sait adı verilen isyan vahşi bir çekirge sürüsü gibi batıya doğru yayılmaya başlar. Diyarbakır bile düşmek üzeredir. Türk topraklarında hainlik ve satılmışlığın egemenliği istenmektedir. Haber o anda Ankara Kulübü’nde olan Atatürk’e ulaşır. Atatürk kendisine uzatılan telgrafı okuduktan sonra yaverini yanına çağırır, ilerideki masayı işaret eder. O masada dönemin Başbakanı Fethi Okyar ve İsmet İnönü kâğıt oynamaktadır. Telgraf mesajını önce Başbakan Fethi Okyar okur. Rahat ve geniş bir yaradılışa sahip olan Fethi Bey haberi fazla önemsemez, oyununa devam eder. Aynı telgraf İsmet Paşa’nın önüne gelince, paşanın yüzü birden asılır. Telgrafı tekrar tekrar okur. Elindekileri bırakır, önündeki kâğıda bir şeyler karalamaya başlar. Ertesi gün kabine değişir. İsmet Paşa başa geçer. Atatürk’ün öngördüğü sert önlemler süratle alınır. Takrir-i Sükûn Kanunu yasalaşır. İsyan ivedilikle ve en kestirme yöntemlerle bastırılır. Söz konusu olan Türk vatanı ve devletinin varlığıdır.

Adını koyalım demiştik… Sorun Kürt sorunu olmaktan çıkmıştır. Bu bir başkaldırı, bir isyandır. Her devletin isyana karşı tek yanıtı olabilir. Bu yanıt askeridir. İsyancı ya öldürülür ya hapsedilir ya da sürülür. Yer kürede ve yaşanan tarihte bundan başka bir yöntem yoktur, bulunmamıştır. Tersini iddia edene de devlet isyancı muamelesi yapar. Çünkü isyan savaş anlamındadır. Tarafsız kalınamaz.

Şimdi Tayyip’in yukarıdaki sözlerini hatırlayalım ve kendi görüşümüzü kendisine iletelim:

Ya isyancılardan yanasınız ya da devletten… Bu isyanın tek sorumlusu siz ve partinizdir.

*

Atatürk’ün geçmişteki tavrını biliyoruz. 83 yıl sonra bugün devletin sözde başında olanlar ne diyor, ne yapıyor? Cumhurbaşkanı makamını işgal eden Gül’ün son olaylarla aynı saatlerde Almanya’da bir Alman gazetecisine söylediği şu:

“Geçmişte bu konuda sorunlar vardı. Çok sayıda Kürt geçmişte kökenlerinden dolayı ayrımcılığa uğradılar. Kürtçe konuşma ve yazmalarına izin verilmedi.”

Bu cumhurbaşkanı...

Başbakan Tayyip, Aktütün katliamı ve Diyarbakır kalkışması üzerine ne demişti:

“Terör örgütü benim askerime, benim polisime düşman gözüyle bakıyor. Fakat biz şu anda bütün bu bakışlara rağmen suçlu gözüyle bakıyoruz. Neden? Demokrasinin gereği bu.”

Evet, Mehmetçiği katleden PKK’lı hainler bu başbakana göre düşman değil. Böyle diyor hükümetin başı.

Peki… Güya terörist başına İmralı’da kötü muamele yapılıyormuş diye, kentlerimizde her yer yakılıp yıkılırken, Türk’e aslan kesilen polisler sessizce olayları izlerken, her taşın altında çete arayan savcılar; üç maymunları oynarken onları göreve çağırması gereken Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ne diyor:

“O tür iddialar doğru değil. Ben böyle bir iddiayı duyar duymaz hemen inceleme yaptırdım. Acaba böyle bir şeyin aslı olabilir mi diye? Dövme veya kötü muamele meydana gelmiş değil. O bakımdan iyi niyetli olarak bu konuyu duyunca tepki gösterenler, tepkilerini yeniden gözden geçirsin. Ama kötü niyetli olanlara diyeceğim bir şey yok.”

Bakar mısınız, Apo’nun sağlığını merak eden iyi niyetli teröristler varmış; bir de biraz daha kötü niyetli olanlar. Koskoca (!) bakan iyi niyetli teröristlere hesap veriyor.

Ve… AKP kadrosu hep bir ağızdan, “Bu terör bir türlü bitmiyor bari Kürtlerle anlaşalım…” diyor.

Terör niye bitsin ki! Terörist olmanın, isyancı olmanın, yağmanın, adam öldürmenin bir bedeli olmadığı dünyadaki tek ülke Türkiye burası... Hatta ödülü var. Kazanımı var. Adam neden terörden vazgeçsin ki?!

Öte yandan en yetkili komutanından en yetkili sivil yöneticisine kadar herkes tek bir çağrı yapıyor: “Aman kardeşliğimiz bozulmasın, aman kışkırtmaya gelmeyelim, aman iç savaş çıkmasın.” Oysa ortada iç savaş falan yok. Devleti, medyası, polisi tümü elimizi kolumuzu bağlamış. Türklerde iç savaş çıkaracak hal mi var?

Devletin başındakiler isyanı nasıl bastırırız diye düşüneceklerine, iç savaş çıkmasını nasıl engelleriz diye zaten devlete bağlı olan Türklerin üstüne geliyorlar.

*

Geçtiğimiz günlerde Brüksel’de “Ermeni destekli”, Tunceli 1938 isyanını bahane ederek soykırım iddiasını ortaya koyan bir toplantı düzenlendi. Toplantı, tahmin edilenin üzerinde iftiralarla adeta bir ‘isyan manifestosu’ görünümündeydi.

PKK ve Abdullah Öcalan’a hukuki yardım ve maddi destek sağlayan Alman Profesör Ronald Mönch toplantıda yaptığı konuşmada, Atatürk’ün, yaşasaydı eğer soykırım nedeniyle savaş suçlusu olarak yargılanacağı iddiasında bulundu. DPT’li milletvekilleri ve Tunceli Belediye Başkanı da duru mu onlar da veryansın ettiler Türkiye’ye…

N’oldu diyeceksiniz? Şu oldu: Alman Prof.Mönch, yabancı bir ülkenin vatandaşı olarak,  DTP’li vekiller ve Tunceli Belediye Başkanı da, TC vatandaşı olarak yurtdışında Türkiye’nin zararına suç işlemiş oldular. Şimdi TBMM Başkanlığı milletvekilleri, İçişleri Bakanlığı da Belediye Başkanı hakkında gerekli işlemleri yapmak durumunda. Bu suç eğer karşılık bulmazsa o zaman, suç işleyenlere, suçlu gibi davranıp kendi hukukunu uygulayamayan devlet otoritesi, gün gelir, suçluların hukukuna boyun eğmek zorunda kalır.

*

Ne ki, iktidar partisi ve hükümetinin hukukla ilgisi olmadığı pek çok olayla kanıtlandı. Onlar İslam Cumhuriyeti peşinde… Anayasayı da o doğrultuda değiştirip önlerini açma gayretindeler. “Laikliğin koruyucusu” olduğunu öne süren Başbakan geçtiğimiz günlerde ne demişti: “Meyvenin henüz olgunlaşmadığını” gördüklerini, o yüzden beklemek gerektiğini… Çok geçmedi meyveyi olgunlaştırma çabalarına bir yenisi eklendi. Prof.Dr. İhsan Doğramacı’nın oğlu Ali Doğramacı’nın Rektörü olduğu Bilkent Üniversitesi Alman Uluslararası İşbirliği Vakfı isimli bir kuruluşla “işbirliği” yaparak Ankara’da bir sempozyum düzenledi. Anayasalardaki değiştirilemez ilkeleri tartıştılar. Başta AKP’nin görüşlerini yansıtan Anayasa değişikliği çalışmasını yapan Prof. Ergun Özbudun olmak üzere “değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler”i kaldırmaya kararlı olanlar bir araya geldiler. Ülkenin önde giden Anayasa profesörlerinin çağrılmadığı toplantının destekçileri de kimlerdi biliyor musunuz? Laik Cumhuriyetten yana olmakla yükümlü olan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve Yüce Mahkeme Raportörü Doç.Dr. Osman Can… “Değiştirilemezlik sona erdirilmelidir” sonucuna ulaşmaya çalışılan toplantıda Osman Can’ın “Değiştirilemez maddeler ile ötekiler arasında hiyerarşik bir bağ yoktur” saptaması en asık yüzlü izleyeni bile katıla katıla güldürdü…

*

Dolar tırmanıyor.

İşsizler çoğalıyor.

Kepenkler kapanıyor, fabrikalar duruyor, işletmelerin kapılarına kilit vuruluyor.

Halk işsizlikten ve geçim sıkıntısından kırılıyor. Önlem yok. İktidar, ekonomiye ve halka  “hayal pompalıyor.” Bu başbakanın lafı: “Biz, topluma hayal pompalayacağız.”

Bursa’nın en büyük tekstil fabrikası kapandı… Çalışanlar işsiz.

Tofaş fabrikası 5 bin otomobilin üretiminden vazgeçti.

Lüleburgaz’ın en eski İplik ve Tekstil fabrikası kapandı, yaklaşık bin çalışanı işsiz.

İzmir’den Denizli’ye, Gaziantep’ten Çorum’a fabrikaların bacaları tütmüyor.

Büyük kentlerdeki büyük iş merkezlerinde iş yerleri sinek avlıyor.

Piyasada para yok. Kimse para harcamıyor, harcayamıyor.

Toplum tedirgin ve kaygılı…

Başbakan, “Ülkemizde şu an kriz yok” diyor.

AKP son sürat yoksullaşan toplum yaratma sürecinin son aşamasında. Sokaklar kömür torbaları, gıda poşetleri taşıyan araçlarla dolu. Rakamlar korkunç. Örneğin Melih Gökçek’in Başkan seçildiği 1994’ten 2008 yılına kadar tam 671 ton kömür dağıtılmış. 127 milyon 883 bin 652 adet ekmek, 20 ton bal, 140 ton balık, 44 bin adet yatak-yastık yardımı yapan Ankara Büyükşehir Belediyesi ayrıca, 452 bin 747 adet kaban, 410 bin 509 adet çanta ve kırtasiye yardımı ile 396 bin 985 adet bot dağıtmış. Aynı dönemde yoksullara, 8 milyon 315 bin 234 paket gıda ve temizlik malzemesi, 27 bin 938 ton patates, 7 bin 600 ton soğan, 30 ton tavuk, 1200 ton portakal, 1200 ton elma, 1645 ton karpuz verilmiş. Ramazan aylarında kurulan iftar çadırlarında bugüne kadar toplam 3 milyon 160 bin 104 kişi yemek yemiş. Ola ki yanlış anlaşılır biz burada, pirincin kömürün doldurulduğu çuvalın, onu nakleden şirketin, belediyenin şehre saçtığı çiçeklerin kimden satın alındığını, kimleri zengin ettiğini sormuyoruz, devlet eliyle yapılan yolsuzluğa, vatandaşı bir kilo nohut’a bir torba kömür’e muhtaç kılanlardan, dini siyasete alet edenlerden söz ediyoruz.

Öte yanda,

CHP kara çarşaflıların peşinde. MHP Alevileri kapma isteğinde. DTP ayrımcılık rüzgarına kapılmış istismar peşinde, AKP oylarını kapmanın hesaplarını düşünmekte…

*

Türkiye, gündemini oluşturan terör ve işsizlik sorunlarıyla mücadele ederken, bu iki sorunla doğrudan yüz yüze kalan yine basın emekçileri oldu. Yandaş medya yaratma konusundaki kararlılığını sürdüren Erdoğan son olarak Başbakanlıkta muhabirlik görevi yapan 7 gazeteciye yasak getirdi. Sanki Başbakanlık binası babasının malı. Sanki haber alma özgürlüğü yalnızca yandaşlarına ait… Gazetecilere getirilen yasağın gerekçesi “basın meslek ilkelerine uymadıkları” gösterilse de bu gazeteciler, Cumhurbaşkanı ile Çukur ambar’da yapılan gizli görüşmeyi yayınlamışlar, yolsuzlukları duyurmuşlar, Deniz Feneri ile ilgili haber yapmışlardı. Doğru, tarafsız-yansız gazetecilik görevlerini yerine getirmişlerdi. Kısası zülfü yare dokunmuşlardı… Tabii bu tür olaylar Türkiye’de ilk değil son da olmayacak elbette…

Yıllar, yıllaaar öncesinden bir olay anımsatalım… Bugünkü gibi doğruları yazan Bedii Faik’e hükümet kızıyor, “Senden nefret ediyoruz, yazdıklarını okumuyoruz, gazeteni de bundan sonra sadece tuvalette kullanacağız” diye telgraf gönderiyorlar. Bedii Faik çok seviniyor. Ertesi gün gazetesinde yanıt veriyor: “Aman aynen devam edin; olur a bir gün gelir, kıçınız başınızdan akıllı olur!”

*

Geçtiğimiz 10 Kasım günü saat tam da 09.05’te bilgisayarıma ulaşan bir e-posta’yı sizlerle paylaşmak isterim. Dostum Dr. Halit Umar Kuşadası’ndan sesleniyordu:

“Sirenler çalıyordu…

Herkes durmuştu, kadın erkek.

Limana giren gemi bile.

Yalnızca hareket eden 3 başı bohçalı kapkara genç kızımızdı...

İnanmayacaksın ama hala gözlerimden yaşlar dökülüyor. Bu ülkenin aydınları bence görevlerini yapmakta yetersiz kalıyorlar.”

Haklısın eski dost… Atatürk’ün kurduğu CHP’de bugün kara çarşaflıları destekliyor. Televizyonda izledik. Dehşet verici görüntülerdi. Deniz Baykal İstanbul’un varoşlarından Sultangazi’de yaşayan bir ailenin dördü kara çarşaflı bireylerini CHP’ye üye kaydediyor, rozet takıyordu. İnanılmazdı… Acaba Baykal, 1923 öncesinde kalmakta direnen, Mustafa Kemal’e “Beton Kemal” diyen, onu her yerde ve her fırsatta aşağılayan, yok sayan; devrimlerin tümüne karşı çıkan çarşaflı kadınları partisine almakla ne demek istiyor? Gerici sağa, İslamcı kesime göz kırpayım derken, CHP’nin var oluşunun temel felsefesine, ilkelerine kökten karşı çıkmış ve kendi kendini inkâr etmiş olmuyor mu? Peki, yarın yanlışlıkla iktidar olduğunda devrim yasalarını nasıl uygulayacak, gericiliğin önüne nasıl geçecek… Bugün Atatürk’ün yaptığının doğruluğuna inananların izlemesi gereken yol, Türk kadınını kapanmaya değil, uygar dünya kadınları gibi giyinmeye, onlar gibi üretken olmaya teşvik etmek olmalı. Çağdaş insanlar onun için AKP’ye ve onun Türkiye’nin üzerine geçirmek istediği İslami şala karşı çıkıyorlar. Bana soracak olursanız CHP, aydın-çağdaş-bilinçli seçmenler için bir şey üretemediğinden, onları motive edip harekete geçiremediğinden, türbanlı-çarşaflı kesimi deniyor.

*

Pekiii…

Kadınlara kara çarşaf giydiren kafalar değil miydi 78 yıl önce yeni yıla 3 gün kala 28 Aralık 1930 günü Menemen’de vahşet yaşatanlar…

Adı Mustafa Fehmi Kubilay’dı. 1906 yılında doğmuştu. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep’di. Giritli bir ailenin çocuğuydu. Bir Cumhuriyet öğretmeniydi. 1930 yılında İzmir’in Menemen İlçesi’nde askerlik görevini yaparken 24 yaşındaydı. Bu genç insan şeriat isteyenler tarafından öldürüldü. Olay, genç Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayı, “Menemen Olayı-Kubilay Olayı” olarak tarihe geçti. Menemen olayının izleri toplumsal bellekten hiç silinmedi. Kubilay “devrim şehidi” olarak simgeleşti.

*

Bakın göreceksiniz… Atatürk’e diktatör diyen Avrupa’dan Amerika’dan “Mustafa” filminin yaratıcısı Can Dündar’a ödüller yağacak. Can Dündar, Türkleri, Ermeni ve Kürt soykırımcısı ilan ettikten sonra Nobel’i alan Orhan Pamuk’un tahtını sallayacak… Can Dündar Nobel’i hak ediyor. Nasıl ediyor! Çünkü Dündar’ın Mustafa’sı, çeşitli devletlerce işgal edilmiş bir ülkeyi düşmandan temizleyip, yeni bir ülke kurmak bir yana, bir sürüye çobanlık yapmayı bile beceremeyecek bir adam. Ancak nasıl oluyorsa Türkiye’yi kuruyor! Yani film bir mucizeyi anlatıyor…

Film Atatürk’ün karga kovalamasıyla başlıyor. Atatürk’ün üç yaşında ölen abisi Ahmet’in cesedi Selanik’teki mezarında çakallar tarafından yeniyor. Bu olay Atatürk’ün kader anlayışını derinden etkiliyor. Atatürk küçükken hocası Kaymak Hafız’dan dayak yiyor ve hemen okuldan ayrılıyor. Medreseleri kapatması, Kaymak Hafız’dan yediği dayağın rövanşı anlamında… Babası Ali Rıza Efendi’nin ölümünden sonra annesi Zübeyde Hanım’ın tekrar evlenmesine tepki olarak askeri liseye yazılıyor, evden uzaklaşıyor. Çanakkale’de Deniz Savaşları’nda Atatürk yok ama cepheden Madam Corinn’e yazdığı mektuplar var. İstanbul’da şatafatlı bir hayat sürerken, bütün parasını tefecilere kaptırmış. Bunun üzerine Anadolu’ya geçmeye karar vermiş. Samsun’a gitmeden önce sarayda Vahdettin Atatürk’e; “Paşa, bu devleti siz kurtarabilirsiniz ve kahraman olarak kitaplarda anılırsınız” diyor. Yani Vahdettin vatan haini değil, biz anlamamışız… Bu konuşmadan iki ay sonra Atatürk için çıkarılan idam fermanını kim imzalamıştı acaba? İngiliz’lerin Malaya zırhlısıyla ülkeden kaçan Vahdettin değil miydi?

Bakınız, İngiliz Dışişleri Bakanlığı Arşivlerinde (Public Record Office, Foreign Office Archives) 406/45 sayıyla kayıtlı bir belge var. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’dan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord George Curzon’a gönderilen 23 Mart 1921 tarihli bir mektup bu. Yüksek Komiser mektubunda, Sarayda Vahdettin’le yaptığı konuşmayı aktarıyor. Mektubun bizi ilgilendiren bölümü Sultan’ın Atatürk hakkında söyledikleri. Aktaralım:

“Ankara liderleri, bu memlekette hiçbir dikili kazığı olmayan adamlardır; bu memleketle ne kan ne de bir başka bağları vardır. Mustafa Kemal, kökeni belli olmayan Makedonyalı bir devrimcidir. Kanı herhangi bir şey, örneğin, Bulgar, Yunan veya Sırp olabilir. O daha çok bir Sırp’a benziyor. Bekir Sami Çerkez’dir. Onların hepsi aynı; Arnavutlar, Çerkezler, Türk hariç her şey. Aralarında gerçek Türk yoktur. Gerçek Türkler özüne sadıktır ancak, kendi esirliğinin hikâyesi gibi hayali yalanlarla Türkler sindirildi, aldatıldı…”

Evet, böyle diyor hain Vahdettin. Böyle düşünen ve konuşan bir insanın, “Paşa, bu devleti siz kurtarabilirsiniz…” demesi mümkün mü? 

Biz O’nu mısır tarlasında karga kovalamasıyla değil, topraklarımız üzerinden leş kargalarını kovalamasıyla; “Fikriye”siyle değil, emperyalizmin ezmeye çalıştığı tüm uluslara örnek olan fikirleriyle; kendisini çaresiz hisseden birisi olarak değil, Milli Mücadele döneminde tüm gücünü tek yumruk olan ulusundan alan yüce yüreğiyle; içki masasından kalkmayan bir “ayyaş” olarak değil, Sevr’i parçalayarak işgalcilerin suratlarına fırlatan kararlılığıyla; küçük yaşta hocasına beslediği kini ileride devlet yönetimine karıştıracak denli “sığ” bir lider olarak değil; tüm dünyanın takdir ettiği ilerici görüşlerini silah yapıp bir ulusun makûs talihine meydan okuyan büyük devrimci kişiliğiyle; kimseleri ilgilendirmeyecek özel hayatını “insan yanı” olarak sunma şaklabanlığı ile değil; örneğin 1936’da Yalova’daki köşkü bir ağacın kesilmesini önlemek için rayların üzerinde 4.80 metre kaydıracak kadar dahi ve insan yanıyla; ve O’nu, “Mustafa” olarak değil, bazı canlara inat, canımızın parçası, ruhumuzun ta kendisi Mustafa Kemal Atatürk’ümüz olarak anladık, anlatıyoruz.

Emperyalizm işbirlikçileri, ulus devlet karşıtları, şeriatçılar ve numaracı cumhuriyetçiler yıllardır elbirliğiyle Atatürk’ü aşağılamaya, devrimlerini yıkmaya çalışıyorlar. Armstrong’un “Bozkurt” kitabında, Vamık Volkan’ın “Ölümsüz Atatürk” kitabında, İpek Çalışlar’ın “Latife” kitabında, Tolga Örnek’in “Gelibolu” filminde ve şimdi de Can Dündar’ın “Mustafa” filminde olduğu gibi… Ama hepsinin ve daha nicelerinin ortak bir noktası var: Yanılıyorlar, başaramayacaklar...

Kısası bu film hem cehalet hem de ihanet…

Türkiye’nin hem vitrininde hem de gündeminde olan “Mustafa” filmiyle ilgili tartışmalara elbette bir Atatürkçü düşünce sahibi olarak katılımımızı sürdüreceğiz. Ve şimdilik ulu önderin “Mustafa” filminde yer verilmeyen bir sözü ile noktalayalım…

“Ne mutlu Türküm diyene” 

Sağlıkta, huzurda, mutlulukta kalınız…