• ANAFİLYA YAZILARI
Genelkurmay Başkanı Başbuğ, terörle mücadelede geçen 24
yılın bilançosunu verdi:
Etkisiz hale getirilen terörist sayısı 32 bin (yaralı ve
sağ yakalananlarla 46 bin) * 1984-2008 arası sivil kayıp
5 bin 560 kişi * TSK ve güvenlik güçlerinin verdiği
şehit sayısı 6 bin 482. * Ağustos-Eylül 2008 arasındaki
35 günlük sürede şehit sayısı: 35…
Ve…
Askerlerimiz hala şehit ediliyor. Sivillerimiz
öldürülüyor. Ve terör isyana dönüştü… Kentlerde her gün
kamu binaları yağmalanıyor, motorlu araçlar yakılıyor.
Diyarbakır’da bayraklar yakıldı, devlet binaları
taşlandı, sözde Kürt bayrakları göndere çekildi. İlin
valisi çıktı açıklama yaptı: “Can kaybı olmaması
sevindiricidir.” Polis isyancılara muz dağıttı...
ABD ve Barzani destekli PKK karakolumuzu vuruyor. Devlet
“büyükleri” koşa koşa Barzani’ye gidiyor.
Türkiye yanıyor, kan ağlıyor… PKK adeta antrenman
yapıyor. Devlet yok… İnanın, tek bir önlem, tek bir güç
gösterisi, tek bir tutuklama, tek bir gözaltı bile yok.
İsyanın adı: Demokrasi…
Herhalde dünyada bir isyan hareketine demokrasi sihirli
değneğiyle karşı koyan ilk ülke olma şerefi Türkiye’ye
aittir!
Ne demişti 1991 yılında Recep Tayyip Erdoğan: “PKK
terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamak.
Devlet-PKK çatışmasında devletçi bir safta gözükmemek,
devletin eleştiri üslubunu benimsememek; ‘Bölücü’,
‘Terörist’, ‘Ayrılıkçı’ vb. (…) dememek gerekir…”
Bu sözlerin sahibi bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin
başbakanı... Ülkenin kamu güvenliğini sağlamakla yükümlü
en yetkili kişi… Ne diyor? “PKK ve devlet arasında
ben tarafsızım.” Peki, bundan cesaret alan PKK’nın
TBMM’deki uzantısının sözcüsü Ahmet Türk ne diyor:
“Türkiye Cumhuriyeti Kürtlere soykırım yapmaktadır.”
Yanılmayın sakın! Bu ülkede Türk’e faşizm, isyancı
Kürt’e ise en uçuk demokrasi ve anarşinin özgürlüğü var.
Zaten faşizm bu değil midir? Halka zulüm ve esaret,
faşiste sonsuz özgürlük…
Evet, Türk toplumu bugün tarihte, karşısında bir devlet
gücü olmayan ilk isyan hareketiyle karşı karşıyadır.
*
Bu isyanın adını koymadan önce çokça anlatılan tarihi
bir anı anımsatalım:
Sene 1925… Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ü topraklarına
katması an meselesiyken İngiliz destekli Kürtler bir
isyan başlatır. Şeyh Sait adı verilen isyan vahşi bir
çekirge sürüsü gibi batıya doğru yayılmaya başlar.
Diyarbakır bile düşmek üzeredir. Türk topraklarında
hainlik ve satılmışlığın egemenliği istenmektedir. Haber
o anda Ankara Kulübü’nde olan Atatürk’e ulaşır. Atatürk
kendisine uzatılan telgrafı okuduktan sonra yaverini
yanına çağırır, ilerideki masayı işaret eder. O masada
dönemin Başbakanı Fethi Okyar ve İsmet İnönü kâğıt
oynamaktadır. Telgraf mesajını önce Başbakan Fethi Okyar
okur. Rahat ve geniş bir yaradılışa sahip olan Fethi Bey
haberi fazla önemsemez, oyununa devam eder. Aynı telgraf
İsmet Paşa’nın önüne gelince, paşanın yüzü birden
asılır. Telgrafı tekrar tekrar okur. Elindekileri
bırakır, önündeki kâğıda bir şeyler karalamaya başlar.
Ertesi gün kabine değişir. İsmet Paşa başa geçer.
Atatürk’ün öngördüğü sert önlemler süratle alınır.
Takrir-i Sükûn Kanunu yasalaşır. İsyan ivedilikle ve en
kestirme yöntemlerle bastırılır. Söz konusu olan Türk
vatanı ve devletinin varlığıdır.
Adını koyalım demiştik… Sorun Kürt sorunu olmaktan
çıkmıştır. Bu bir başkaldırı, bir isyandır. Her devletin
isyana karşı tek yanıtı olabilir. Bu yanıt askeridir.
İsyancı ya öldürülür ya hapsedilir ya da sürülür. Yer
kürede ve yaşanan tarihte bundan başka bir yöntem
yoktur, bulunmamıştır. Tersini iddia edene de devlet
isyancı muamelesi yapar. Çünkü isyan savaş anlamındadır.
Tarafsız kalınamaz.
Şimdi Tayyip’in yukarıdaki sözlerini hatırlayalım ve
kendi görüşümüzü kendisine iletelim:
Ya isyancılardan yanasınız ya da devletten… Bu isyanın
tek sorumlusu siz ve partinizdir.
*
Atatürk’ün geçmişteki tavrını biliyoruz. 83 yıl sonra
bugün devletin sözde başında olanlar ne diyor, ne
yapıyor? Cumhurbaşkanı makamını işgal eden Gül’ün son
olaylarla aynı saatlerde Almanya’da bir Alman
gazetecisine söylediği şu:
“Geçmişte bu konuda sorunlar vardı. Çok sayıda Kürt
geçmişte kökenlerinden dolayı ayrımcılığa uğradılar.
Kürtçe konuşma ve yazmalarına izin verilmedi.”
Bu cumhurbaşkanı...
Başbakan Tayyip, Aktütün katliamı ve Diyarbakır
kalkışması üzerine ne demişti:
“Terör örgütü benim askerime, benim polisime düşman
gözüyle bakıyor. Fakat biz şu anda bütün bu bakışlara
rağmen suçlu gözüyle bakıyoruz. Neden? Demokrasinin
gereği bu.”
Evet, Mehmetçiği katleden PKK’lı hainler bu başbakana
göre düşman değil. Böyle diyor hükümetin başı.
Peki… Güya terörist başına İmralı’da kötü muamele
yapılıyormuş diye, kentlerimizde her yer yakılıp
yıkılırken, Türk’e aslan kesilen polisler sessizce
olayları izlerken, her taşın altında çete arayan
savcılar; üç maymunları oynarken onları göreve çağırması
gereken Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ne diyor:
“O tür iddialar doğru değil. Ben böyle bir iddiayı duyar
duymaz hemen inceleme yaptırdım. Acaba böyle bir şeyin
aslı olabilir mi diye? Dövme veya kötü muamele meydana
gelmiş değil. O bakımdan iyi niyetli olarak bu konuyu
duyunca tepki gösterenler, tepkilerini yeniden gözden
geçirsin. Ama kötü niyetli olanlara diyeceğim bir şey
yok.”
Bakar mısınız, Apo’nun sağlığını merak eden iyi niyetli
teröristler varmış; bir de biraz daha kötü niyetli
olanlar. Koskoca (!) bakan iyi niyetli teröristlere
hesap veriyor.
Ve… AKP kadrosu hep bir ağızdan, “Bu terör bir türlü
bitmiyor bari Kürtlerle anlaşalım…” diyor.
Terör niye bitsin ki! Terörist olmanın, isyancı olmanın,
yağmanın, adam öldürmenin bir bedeli olmadığı dünyadaki
tek ülke Türkiye burası... Hatta ödülü var. Kazanımı
var. Adam neden terörden vazgeçsin ki?!
Öte yandan en yetkili komutanından en yetkili sivil
yöneticisine kadar herkes tek bir çağrı yapıyor: “Aman
kardeşliğimiz bozulmasın, aman kışkırtmaya gelmeyelim,
aman iç savaş çıkmasın.” Oysa ortada iç savaş falan yok.
Devleti, medyası, polisi tümü elimizi kolumuzu bağlamış.
Türklerde iç savaş çıkaracak hal mi var?
Devletin başındakiler isyanı nasıl bastırırız diye
düşüneceklerine, iç savaş çıkmasını nasıl engelleriz
diye zaten devlete bağlı olan Türklerin üstüne
geliyorlar.
*
Geçtiğimiz günlerde Brüksel’de “Ermeni destekli”,
Tunceli 1938 isyanını bahane ederek soykırım iddiasını
ortaya koyan bir toplantı düzenlendi. Toplantı, tahmin
edilenin üzerinde iftiralarla adeta bir ‘isyan
manifestosu’ görünümündeydi.
PKK ve Abdullah Öcalan’a hukuki yardım ve maddi destek
sağlayan Alman Profesör Ronald Mönch toplantıda yaptığı
konuşmada, Atatürk’ün, yaşasaydı eğer soykırım nedeniyle
savaş suçlusu olarak yargılanacağı iddiasında bulundu.
DPT’li milletvekilleri ve Tunceli Belediye Başkanı da
duru mu onlar da veryansın ettiler Türkiye’ye…
N’oldu diyeceksiniz? Şu oldu: Alman Prof.Mönch, yabancı
bir ülkenin vatandaşı olarak, DTP’li vekiller ve
Tunceli Belediye Başkanı da, TC vatandaşı olarak
yurtdışında Türkiye’nin zararına suç işlemiş oldular.
Şimdi TBMM Başkanlığı milletvekilleri, İçişleri
Bakanlığı da Belediye Başkanı hakkında gerekli işlemleri
yapmak durumunda. Bu suç eğer karşılık bulmazsa o zaman,
suç işleyenlere, suçlu gibi davranıp kendi hukukunu
uygulayamayan devlet otoritesi, gün gelir, suçluların
hukukuna boyun eğmek zorunda kalır.
*
Ne ki, iktidar partisi ve hükümetinin hukukla ilgisi
olmadığı pek çok olayla kanıtlandı. Onlar İslam
Cumhuriyeti peşinde… Anayasayı da o doğrultuda
değiştirip önlerini açma gayretindeler. “Laikliğin
koruyucusu” olduğunu öne süren Başbakan geçtiğimiz
günlerde ne demişti: “Meyvenin henüz
olgunlaşmadığını” gördüklerini, o yüzden beklemek
gerektiğini… Çok geçmedi meyveyi olgunlaştırma
çabalarına bir yenisi eklendi. Prof.Dr. İhsan
Doğramacı’nın oğlu Ali Doğramacı’nın Rektörü olduğu
Bilkent Üniversitesi Alman Uluslararası İşbirliği Vakfı
isimli bir kuruluşla “işbirliği” yaparak Ankara’da bir
sempozyum düzenledi. Anayasalardaki değiştirilemez
ilkeleri tartıştılar. Başta AKP’nin görüşlerini yansıtan
Anayasa değişikliği çalışmasını yapan Prof. Ergun
Özbudun olmak üzere “değiştirilmesi teklif dahi edilemez
maddeler”i kaldırmaya kararlı olanlar bir araya
geldiler. Ülkenin önde giden Anayasa profesörlerinin
çağrılmadığı toplantının destekçileri de kimlerdi
biliyor musunuz? Laik Cumhuriyetten yana olmakla yükümlü
olan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve Yüce
Mahkeme Raportörü Doç.Dr. Osman Can… “Değiştirilemezlik
sona erdirilmelidir” sonucuna ulaşmaya çalışılan
toplantıda Osman Can’ın “Değiştirilemez maddeler ile
ötekiler arasında hiyerarşik bir bağ yoktur”
saptaması en asık yüzlü izleyeni bile katıla katıla
güldürdü…
*
Dolar tırmanıyor.
İşsizler çoğalıyor.
Kepenkler kapanıyor, fabrikalar duruyor, işletmelerin
kapılarına kilit vuruluyor.
Halk işsizlikten ve geçim sıkıntısından kırılıyor. Önlem
yok. İktidar, ekonomiye ve halka “hayal pompalıyor.” Bu
başbakanın lafı: “Biz, topluma hayal pompalayacağız.”
Bursa’nın en büyük tekstil fabrikası kapandı… Çalışanlar
işsiz.
Tofaş fabrikası 5 bin otomobilin üretiminden vazgeçti.
Lüleburgaz’ın en eski İplik ve Tekstil fabrikası
kapandı, yaklaşık bin çalışanı işsiz.
İzmir’den Denizli’ye, Gaziantep’ten Çorum’a fabrikaların
bacaları tütmüyor.
Büyük kentlerdeki büyük iş merkezlerinde iş yerleri
sinek avlıyor.
Piyasada para yok. Kimse para harcamıyor, harcayamıyor.
Toplum tedirgin ve kaygılı…
Başbakan, “Ülkemizde şu an kriz yok”
diyor.
AKP son sürat yoksullaşan toplum yaratma sürecinin son
aşamasında. Sokaklar kömür torbaları, gıda poşetleri
taşıyan araçlarla dolu. Rakamlar korkunç. Örneğin Melih
Gökçek’in Başkan seçildiği 1994’ten 2008 yılına kadar
tam 671 ton kömür dağıtılmış. 127 milyon 883 bin 652
adet ekmek, 20 ton bal, 140 ton balık, 44 bin adet
yatak-yastık yardımı yapan Ankara Büyükşehir Belediyesi
ayrıca, 452 bin 747 adet kaban, 410 bin 509 adet çanta
ve kırtasiye yardımı ile 396 bin 985 adet bot dağıtmış.
Aynı dönemde yoksullara, 8 milyon 315 bin 234 paket gıda
ve temizlik malzemesi, 27 bin 938 ton patates, 7 bin 600
ton soğan, 30 ton tavuk, 1200 ton portakal, 1200 ton
elma, 1645 ton karpuz verilmiş. Ramazan aylarında
kurulan iftar çadırlarında bugüne kadar toplam 3 milyon
160 bin 104 kişi yemek yemiş. Ola ki yanlış anlaşılır
biz burada, pirincin kömürün doldurulduğu çuvalın, onu
nakleden şirketin, belediyenin şehre saçtığı çiçeklerin
kimden satın alındığını, kimleri zengin ettiğini
sormuyoruz, devlet eliyle yapılan yolsuzluğa, vatandaşı
bir kilo nohut’a bir torba kömür’e muhtaç kılanlardan,
dini siyasete alet edenlerden söz ediyoruz.
Öte yanda,
CHP kara çarşaflıların peşinde. MHP Alevileri kapma
isteğinde. DTP ayrımcılık rüzgarına kapılmış istismar
peşinde, AKP oylarını kapmanın hesaplarını düşünmekte…
*
Türkiye, gündemini oluşturan terör ve işsizlik
sorunlarıyla mücadele ederken, bu iki sorunla doğrudan
yüz yüze kalan yine basın emekçileri oldu. Yandaş medya
yaratma konusundaki kararlılığını sürdüren Erdoğan son
olarak Başbakanlıkta muhabirlik görevi yapan 7
gazeteciye yasak getirdi. Sanki Başbakanlık binası
babasının malı. Sanki haber alma özgürlüğü yalnızca
yandaşlarına ait… Gazetecilere getirilen yasağın
gerekçesi “basın meslek
ilkelerine uymadıkları” gösterilse de bu gazeteciler,
Cumhurbaşkanı ile Çukur ambar’da yapılan gizli görüşmeyi
yayınlamışlar, yolsuzlukları duyurmuşlar, Deniz Feneri
ile ilgili haber yapmışlardı. Doğru,
tarafsız-yansız gazetecilik görevlerini yerine
getirmişlerdi. Kısası zülfü
yare dokunmuşlardı… Tabii bu tür olaylar
Türkiye’de ilk değil son da olmayacak elbette…
Yıllar, yıllaaar öncesinden bir olay anımsatalım…
Bugünkü gibi doğruları yazan Bedii Faik’e hükümet
kızıyor, “Senden nefret ediyoruz, yazdıklarını
okumuyoruz, gazeteni de bundan sonra sadece tuvalette
kullanacağız” diye telgraf gönderiyorlar. Bedii Faik
çok seviniyor. Ertesi gün gazetesinde yanıt veriyor:
“Aman aynen devam edin; olur a bir gün gelir, kıçınız
başınızdan akıllı olur!”
*
Geçtiğimiz 10 Kasım günü saat tam da 09.05’te
bilgisayarıma ulaşan bir e-posta’yı sizlerle paylaşmak
isterim. Dostum Dr. Halit Umar Kuşadası’ndan
sesleniyordu:
“Sirenler çalıyordu…
Herkes durmuştu, kadın erkek.
Limana giren gemi bile.
Yalnızca hareket eden 3 başı bohçalı kapkara genç
kızımızdı...
İnanmayacaksın ama hala gözlerimden yaşlar dökülüyor. Bu
ülkenin aydınları bence görevlerini yapmakta yetersiz
kalıyorlar.”
Haklısın eski dost… Atatürk’ün kurduğu CHP’de bugün kara
çarşaflıları destekliyor. Televizyonda izledik. Dehşet
verici görüntülerdi. Deniz Baykal İstanbul’un
varoşlarından Sultangazi’de yaşayan bir ailenin dördü
kara çarşaflı bireylerini CHP’ye üye kaydediyor, rozet
takıyordu. İnanılmazdı… Acaba Baykal, 1923 öncesinde
kalmakta direnen, Mustafa Kemal’e “Beton Kemal” diyen,
onu her yerde ve her fırsatta aşağılayan, yok sayan;
devrimlerin tümüne karşı çıkan çarşaflı kadınları
partisine almakla ne demek istiyor? Gerici sağa, İslamcı
kesime göz kırpayım derken, CHP’nin var oluşunun temel
felsefesine, ilkelerine kökten karşı çıkmış ve kendi
kendini inkâr etmiş olmuyor mu? Peki, yarın yanlışlıkla
iktidar olduğunda devrim yasalarını nasıl uygulayacak,
gericiliğin önüne nasıl geçecek… Bugün Atatürk’ün
yaptığının doğruluğuna inananların izlemesi gereken yol,
Türk kadınını kapanmaya değil, uygar dünya kadınları
gibi giyinmeye, onlar gibi üretken olmaya teşvik etmek
olmalı. Çağdaş insanlar onun için AKP’ye ve onun
Türkiye’nin üzerine geçirmek istediği İslami şala karşı
çıkıyorlar. Bana soracak olursanız CHP,
aydın-çağdaş-bilinçli seçmenler için bir şey
üretemediğinden, onları motive edip harekete
geçiremediğinden, türbanlı-çarşaflı kesimi deniyor.
*
Pekiii…
Kadınlara kara çarşaf giydiren kafalar değil miydi 78
yıl önce yeni yıla 3 gün kala 28 Aralık 1930 günü
Menemen’de vahşet
yaşatanlar…
Adı Mustafa Fehmi Kubilay’dı. 1906 yılında doğmuştu.
Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep’di. Giritli bir ailenin
çocuğuydu. Bir Cumhuriyet öğretmeniydi. 1930 yılında
İzmir’in Menemen İlçesi’nde askerlik görevini yaparken
24 yaşındaydı. Bu genç insan şeriat isteyenler
tarafından öldürüldü. Olay, genç Cumhuriyet rejiminin
1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu
ikinci önemli irtica olayı, “Menemen Olayı-Kubilay
Olayı” olarak tarihe geçti. Menemen olayının izleri
toplumsal bellekten hiç silinmedi. Kubilay “devrim
şehidi” olarak simgeleşti.
*
Bakın göreceksiniz… Atatürk’e diktatör diyen Avrupa’dan
Amerika’dan “Mustafa” filminin yaratıcısı Can Dündar’a
ödüller yağacak. Can Dündar, Türkleri, Ermeni ve Kürt
soykırımcısı ilan ettikten sonra Nobel’i alan Orhan
Pamuk’un tahtını sallayacak… Can Dündar Nobel’i hak
ediyor. Nasıl ediyor! Çünkü Dündar’ın Mustafa’sı,
çeşitli devletlerce işgal edilmiş bir ülkeyi düşmandan
temizleyip, yeni bir ülke kurmak bir yana, bir sürüye
çobanlık yapmayı bile beceremeyecek bir adam. Ancak
nasıl oluyorsa Türkiye’yi kuruyor! Yani film bir
mucizeyi anlatıyor…
Film Atatürk’ün karga kovalamasıyla başlıyor. Atatürk’ün
üç yaşında ölen abisi Ahmet’in cesedi Selanik’teki
mezarında çakallar tarafından yeniyor. Bu olay
Atatürk’ün kader anlayışını derinden etkiliyor. Atatürk
küçükken hocası Kaymak Hafız’dan dayak yiyor ve hemen
okuldan ayrılıyor. Medreseleri kapatması, Kaymak
Hafız’dan yediği dayağın rövanşı anlamında… Babası Ali
Rıza Efendi’nin ölümünden sonra annesi Zübeyde Hanım’ın
tekrar evlenmesine tepki olarak askeri liseye yazılıyor,
evden uzaklaşıyor. Çanakkale’de Deniz Savaşları’nda
Atatürk yok ama cepheden Madam Corinn’e yazdığı
mektuplar var. İstanbul’da şatafatlı bir hayat sürerken,
bütün parasını tefecilere kaptırmış. Bunun üzerine
Anadolu’ya geçmeye karar vermiş. Samsun’a gitmeden önce
sarayda Vahdettin Atatürk’e; “Paşa, bu devleti siz
kurtarabilirsiniz ve kahraman olarak kitaplarda
anılırsınız” diyor. Yani Vahdettin vatan haini
değil, biz anlamamışız… Bu konuşmadan iki ay sonra
Atatürk için çıkarılan idam fermanını kim imzalamıştı
acaba? İngiliz’lerin Malaya zırhlısıyla ülkeden kaçan
Vahdettin değil miydi?
Bakınız, İngiliz Dışişleri Bakanlığı Arşivlerinde (Public
Record Office, Foreign Office Archives) 406/45 sayıyla
kayıtlı bir belge var. İstanbul’daki İngiliz Yüksek
Komiseri Sir Horace Rumbold’dan İngiltere Dışişleri
Bakanı Lord George Curzon’a gönderilen 23 Mart 1921
tarihli bir mektup bu. Yüksek Komiser mektubunda,
Sarayda Vahdettin’le yaptığı konuşmayı aktarıyor.
Mektubun bizi ilgilendiren bölümü Sultan’ın Atatürk
hakkında söyledikleri. Aktaralım:
“Ankara liderleri, bu memlekette hiçbir dikili kazığı
olmayan adamlardır; bu memleketle ne kan ne de bir başka
bağları vardır. Mustafa Kemal, kökeni belli olmayan
Makedonyalı bir devrimcidir. Kanı herhangi bir şey,
örneğin, Bulgar, Yunan veya Sırp olabilir. O daha çok
bir Sırp’a benziyor. Bekir Sami Çerkez’dir. Onların
hepsi aynı; Arnavutlar, Çerkezler, Türk hariç her şey.
Aralarında gerçek Türk yoktur. Gerçek Türkler özüne
sadıktır ancak, kendi esirliğinin hikâyesi gibi hayali
yalanlarla Türkler sindirildi, aldatıldı…”
Evet, böyle diyor hain Vahdettin. Böyle düşünen ve
konuşan bir insanın, “Paşa, bu devleti siz
kurtarabilirsiniz…” demesi mümkün mü?
Biz O’nu mısır tarlasında karga kovalamasıyla değil,
topraklarımız üzerinden leş kargalarını kovalamasıyla;
“Fikriye”siyle değil, emperyalizmin ezmeye çalıştığı tüm
uluslara örnek olan fikirleriyle; kendisini çaresiz
hisseden birisi olarak değil, Milli Mücadele döneminde
tüm gücünü tek yumruk olan ulusundan alan yüce
yüreğiyle; içki masasından kalkmayan bir “ayyaş” olarak
değil, Sevr’i parçalayarak işgalcilerin suratlarına
fırlatan kararlılığıyla; küçük yaşta hocasına beslediği
kini ileride devlet yönetimine karıştıracak denli “sığ”
bir lider olarak değil; tüm dünyanın takdir ettiği
ilerici görüşlerini silah yapıp bir ulusun makûs
talihine meydan okuyan büyük devrimci kişiliğiyle;
kimseleri ilgilendirmeyecek özel hayatını “insan yanı”
olarak sunma şaklabanlığı ile değil; örneğin 1936’da
Yalova’daki köşkü bir ağacın kesilmesini önlemek için
rayların üzerinde 4.80 metre kaydıracak kadar dahi ve
insan yanıyla; ve O’nu, “Mustafa” olarak değil, bazı
canlara inat, canımızın parçası, ruhumuzun ta kendisi
Mustafa Kemal Atatürk’ümüz olarak anladık, anlatıyoruz.
Emperyalizm işbirlikçileri, ulus devlet karşıtları,
şeriatçılar ve numaracı cumhuriyetçiler yıllardır
elbirliğiyle Atatürk’ü aşağılamaya, devrimlerini yıkmaya
çalışıyorlar. Armstrong’un “Bozkurt” kitabında, Vamık
Volkan’ın “Ölümsüz Atatürk” kitabında, İpek Çalışlar’ın
“Latife” kitabında, Tolga Örnek’in “Gelibolu” filminde
ve şimdi de Can Dündar’ın “Mustafa” filminde olduğu
gibi… Ama hepsinin ve daha nicelerinin ortak bir noktası
var: Yanılıyorlar, başaramayacaklar...
Kısası bu film hem cehalet hem de ihanet…
Türkiye’nin hem vitrininde hem de gündeminde olan
“Mustafa” filmiyle ilgili tartışmalara elbette bir
Atatürkçü düşünce sahibi olarak katılımımızı
sürdüreceğiz. Ve şimdilik ulu önderin “Mustafa” filminde
yer verilmeyen bir sözü ile noktalayalım…
“Ne mutlu Türküm diyene”
Sağlıkta, huzurda, mutlulukta kalınız… |