Sultan Su ile Datça'da, Eylül 2011

 
   
 

• ANAFİLYA YAZILARI
 

Önce,

Cumhuriyetin 85.yılında mutlu olduğumuzu söyleyemeyiz. Ucundan bucağından kemirilen cumhuriyetin neresine sevinmeliyiz? Neresi coşkulu kılsın bizleri? Cumhuriyet hiç bu kadar savunmasız, hiç bu kadar zavallı olmamıştı. Türk insanı hiçbir zaman cumhuriyeti savunanları hapishanelerde, ihanet edenlerini Meclis’te düşünmemişti. İnsanımız hiçbir zaman cumhuriyeti yıkmak isteyenlere teslim olmamıştı… Cumhuriyet düşmanlarını nefretle kınıyor, vatan hainlerine bir kez daha lanet ediyoruz.

Sonra,

Cumhuriyetimizi kuran O büyük insan…

Yetim büyüdü.

Üvey evlat oldu.

Tutuklandı.

Hapse atıldı.

Sürüldü.

İşsiz kaldı.

“Harcamalarım fazla değil, zira gelirim hep az” diye not düştü sıkıntılı günlerinde…

Böbreklerinden hastalandı.

Göğsünden vuruldu.

Mesleğinden atıldı.

İdama çarptırıldı.

Kardeşleri öldü.

Çocuğu olmadı.

Karaciğeri iflas etti.

1996 Kayseri’nin RP’li Belediye Başkanı Şükrü Karatepe onu anma törenlerine katıldıktan sonra “İnancımıza saygı duyulmadığı bir dönemde içim kan ağlayarak bugünkü törenlere katıldım” dedi.

Dinci Başbakan ve partisi onu sevmedi.

Dinciler kabrini ziyaret etmedi.

Oysa O,

Bizi düşman esaretinden kurtarmış, cumhuriyetimizi kurmuştu.

Evet... O, Mustafa Kemal Atatürk bundan 70 yıl önce 10 Kasım günü sabah saat 9.05’te Dolmabahçe Sarayında, 57 yaşındayken hayata gözlerini yummuştu. 

Gün geçmiyor ki onun yokluğunu aramayalım… Gün geçmiyor ki onun adını anmayalım!

*

Ama şimdi, her sabah:

“Acaba bugün neler olacak? diye uyanıyoruz.

Olaysız gün yok! sorunsuz günümüz yok!

Siyasete bakıyoruz; gergin…

Ekonomiye dönüyoruz, önümüzü göremiyoruz.

Üniversite öğrencisi şaşkın, eğitim arapsaçı.

Köylü esnaf zor durumda.

Fabrikalarda üretim durdu. İşçiler işsiz.

Köylü dertli, işçi dertli, esnaf dertli, memur dertli.

Üretici dertli, tüketici dertli…

Toplum vurdum duymaz. Olup bitenleri özümseyen yok.

Peki, ne var? Sıralayalım:

Hani Başbakan Erdoğan’ın kendisini “savcısı” ilan ettiği dava var ya, Ergenekon, Silivri Cezaevi’nde başladı. Bizce davanın en önemli yanı, PKK terörüne karşı savaşanları vatan hainliğiyle suçlarken Meclisteki PKK yandaşlarının davaya müdahil olma istemleri ya da cumhuriyeti ve ilkelerini korumak ve kollamak isteyenlerin cumhuriyet’e karşı olduklarını belirten iddianame sayfaları değil de, Türkiye’de ilk kez bir ceza infaz kurumunda duruşma yapılmasıydı. 280 kişi için hazırlanan salonda yaklaşık 400 kişinin bulunduğu görülünce Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, “Mahkeme belli olmadan, her nasılsa, nereye hizmetse burası mahkeme salonu olarak yapılmış, şikayetçiyim” dedi, duruşmayı erteledi. İlerleyen günlerde itiş kakış, harala gürele derken iddianamenin okunmasına başlandı. Bu satırlar yazılırken hala okunuyordu. Savcı Zekeriya Öz biraz gayret etseydi belki de, Michel Zevaco’nun 10 cilt 4368 sayfalık ünlü romanı Pardayanlar’ına rakip olabilecekti. Yazık oldu savcı Öz’e…

*

Altınova, 30 Eylül 2008…

Bu yer ve tarihi bir yere not ediniz. PKK’nın kuşatmasındaki doğu kökenli vatandaşların Balıkesir’in Ayvalık ilçesine bağlı Altınova Beldesi’nde ‘hır’ çıkartmak istedikleri tarihtir bu. Türk ve Kürt vatandaşlar arasında husumetin aleniyete dönüştüğü tarihtir bu… Nasıl olmuştu: Altınovalı ile “Doğu” kökenli Murat Aksu arasındaki düşmanlık çılgınlık noktasına ulaşınca Aksu kamyonetine atlamış ve aralarında kızdığı kişinin de bulunduğu gruba dalmıştı. Sonuçta 18 yaşındaki Oğuz Dörtkardeş ile 31 yaşındaki Ezel Kırcalı ölmüş, 6 kişi de yararlanmıştı. Olay sonrasında belde karışmış yöre halkı “Altınova bizimdir, bizim kalacak”, “Kahrolsun PKK” sloganları atarak yürüyüşe geçmiş, yol üzerindeki Doğulu vatandaşlara ait işyerlerine saldırmışlardı. Gerginlik günlerce giderilememişti… Ve bu sıcak gelişmenin tartışmaları sürerken, bu kez de Hakkâri’nin Aktütün Karakolu yakınındaki Bayraktepe’den 17 şehit haberi geldi. Şehitler toprağa verilirken Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Aydoğan Babaoğlu’nun Antalya’da golf oynarken çekilmiş fotoğrafları yayımlandı! Paşanın topu deliğe girdi mi bilinmez ama, terör bilmem kaçıncı kez lanetlendi. Bilmem kaçıncı kez şehitlere saygı mitingleri düzenlendi. Yine ağladık… Derken DTP Doğu illerinde bir kalkışmaya davet çıkardı. İsyandı bu ve Devlet nerede? sorusuna yol açtı.  Vatandaş Devlet’i araya dursun DTP Genel Başkanı Ahmet Türk teröre destek çıktı: “Kürtler direniyor ve kimliğine sahip çıkıyor.” Salt Diyarbakır değil, Şanlıurfa’dan Viranşehir’e, Ağrı’dan Doğu Beyazıt’a, Hakkari ve Şırnak’tan Kars ve Tunceli’den İstanbul sokaklarına uzanan kalkışmanın sona erdirilmesi mümkün mü? Mümkün elbette… Çözüm yolu Anayasa’da belirtiliyor. Sözün kısası, söz konusu olan Vatandır... “Vatan söz konusu ise gerisi teferruattır…” Ezberimizde ve belleğimizde bu var… Bu bilinçtir. Yaşadığı yere sahip olmak korumaktır. Kimilerinin dediği gibi safsata değil, safsata olan onlara dışarıdan şırınga edilen sloganlardır… Görünen o ki, DTP dahi AKP iktidarına çare olamıyor.

*

Teröre ilişkin yalan, yanlış, yanlı haberler dürüst, doğru, yansız habercilik yapan medyayı zedeliyor, karalıyor. Evet, gazeteci yanlı olmalıdır. Kimden yana? Devletten yana. Ve gazeteci öncelikle kanla, irfanla kurulan laik cumhuriyeti gözü gibi korumak ve korumakla görevli olmalıdır. Peki, dinci gazetelerin yanı sıra aslında karşı taraf olan Taraf Gazetesi ne yaptı? “Komutanlar bile bile 17 askerin şehit edilmesine göz yumdular!” anlamında, “Aktütün’ü itiraf edin, yoksa biz açıklarız!” diyerek TSK’ni hedef aldı, haddini aşan tehditte bulundu, yayımladığı fotoğraflarla kamuoyunu aldattı. Olayı, 125 kilometre uzaklıktaki Kandil Dağına ait görüntüler ve yine olay yerinin 20 kilometre uzağındaki Kerikepe’ye ait fotoğraflarla Aktütün karakolunun görüntüleriymiş gibi kamuoyuna yansıttılar. Bölgeyi bilenler ve araştırmacı gazetecilik yapanlar bu yalan haberi çok geçmeden çürüttüler. Başbakan bile, Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un, “Bu hain terör örgütünü başarılı gibi gösterenler, akan ve akacak olan kanların sorumluluğuna da ortak olurlar. Herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya davet ediyorum”, sözüne katılmak durumunda kaldı. Görünen o ki; yandaş medya da AKP iktidarına çare olamıyor.

*

TBMM’nin 3 yasama yılı, protestolarla başladı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ve kuvvet komutanları açılış oturumuna katılmadı. Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç, “Laik demokratik cumhuriyetin ilkelerine uymayan biri o köşk’te oturamaz. Orada Atatürk’ün izleri kalmadı” diyerek salonu terk etti. Cumhurbaşkanı Gül 25 sayfalık konuşmasında yolsuzluklara hiç değinmediği gibi “Türkiye’nin saydamlaşmasından duyduğu memnuniyeti” ifade etti. CHP milletvekilleri Gül salona girdiğinde ayağa kalkmadı, konuşmasını tamamladıktan sonra da alkışlamadı. Görünen o ki, TBMM de AKP iktidarı çare olamıyor.

*

Başbakan’ın “O bayrama şeker denmesine izin vermeyin,” öz deyişine inat, şeker tadında bir “Şeker Bayramı” geçirdik… Cumhurbaşkanı Ramazan ayının bir bölümünde Amerika’daydı. Önce New York borsasına da uğradı. “Umarım elin uğurlu gelir” dedi, gong’un düğmesine bastı işlemleri başlattı. Ertesi gün ABD temsilciler Meclisi ekonomiyi kurtaracak 700 milyar doları tartışmaya başladı. Derken borsa çöktü… Başbakan Erdoğan, “Kriz bizi yıkamaz, hamdolsun” derken Amerikan doları bir gece ansızın 1.20 YTL’den 1.70 YTL’ye fırladı. Hükümete uyarılar yağdı. En son TÜSİAD konuştu: “Çok endişeliyiz, derhal önlemler alınmalı.” Küresel kriz, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışını ezip geçti. Görünen o ki, ekonomi de AKP iktidarına çare olamıyor.

*

Cumhurbaşkanı Gül ABD gezisinin New York durağında Fetullah Gülen cemaatinin kuruluşu olan “Türk Kültür Merkezi”nin Waldorf-Astoria Oteli’nde verdiği iftar yemeğine katıldı. Onur konuğu olarak davet edilen Zimbabve’nin kanlı diktatörü Robert Mugabe’yle aynı masayı paylaştı. Doğrusu yakıştı Abdullah Gül’e… O arada Başbakan Erdoğan, “Türkiye’yi kimse geri götüremez!” dedi. Ertesi gün Türk sporcu Ömer Aslan, İtalya’da düzenlenen Dünya Geri Geri Koşma Şampiyonası’nda dünya rekoru kırarak, altın madalya kazandı.

İyi mi? …

*

Ergenekon bir yandan AKP yolsuzlukları öte yandan tırmanıyor. Bu kez iki AKP’li kapıştı… İzmir’in Aliağa İlçesi AKP’li Belediye Meclisi üyesi Safi Teymur, aynı partiden Belediye Başkanı Tansu Kaya’yı hırsızlıkla suçladı. Belediye Denetleme Komisyonu Başkanı olan Teymur, para toplamada kullanılan yaklaşık 1600 sayfa tutarındaki 40 cilt hizmet takip fişinin yok olduğunu, belediyede görünen 10 koçandaki birkaç fişle sadece 18 bin YTL’lik tahsilat yapıldığını bunun da ortada olmadığını söyledi. Teymur’un iddiasına göre, belediye şirketinin başında olan ve adı akaryakıt kaçakçılığına karışan şirket müdürü de eşyalarını yükleyip Aliağa’yı terk etti. Kamuoyuna yansımayan başka AKP yolsuzlukları da var. Örneğin, AKP Rize milletvekili Bayram Ali Bayramoğlu hakkında, “30 Kasım 2004 tarihinde 120 ton ‘çay çöpü’nü işlenmiş Seylan Çayı diye ihraç etme girişiminde bulunduğu iddiasıyla soruşturma başlatılmış. Çerkezköy gümrüğünde yakalanan çayların gerçekte Sri Lanka’dan ithal edilip işlenerek yurtdışına satılması gereken çaylar olmadığı, böylece “toplu kaçakçılık” suçunun işlendiği müfettişler tarafından rapora bağlanmış…

Almanya’da 1300 üyenin hakkı olan teşvik primini aldıktan sonra iflasını isteyerek vaat ettiği evleri yapmayan yani dolandıran Zahid Akman’ı soracak olursanız, RTÜK Başkanlık makamında oturuyor. “Onurlu bir duruşla görevime devam edeceğim,” açıklamasını yaptı. Kısası, dolandırıcılar dur durak demeden, ellerini kollarını sallayarak Türkiye’yi yönetiyorlar. Önümüzdeki günlerde 3 yolsuzluk dosyası daha açıklanacak. CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun hedefinde bu kez İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Yozgat Belediye Başkanı Yusuf Bayer ile İstanbul 28.Noteri var. Görünen o ki, AKP’liler AKP iktidarına çare olamıyor.

*

Başbakan, Mersin’de bir köylüye “Ananı da al git” desturuyla başlayan temiz siyasetini! Ankara’da Deniz Feneri karesinde fotoğrafını çekmek isteyen gazetecilere “Edepsizlik, terbiyesizlik etme…” çıkışıyla sürdürdü. Manisa Milletvekili, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç da Başbakanı aratmadı. AKP Turgutlu ilçe kongresinde yaptığı konuşmada köylünün içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları dile getiren bir köylüyü, “Sen yalan söylüyorsun; bu kadar utanmazlık olur mu?” sözleriyle azarladı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat ise hem Başbakanı hem de Arınç’ı gölgede bıraktı. TMMD’de düzenlenen ikili TV.konuşmasında Kemal Kılıçdaroğlu’nun karşısında eveledi geveledi, pişkin bir şekilde hakkındaki belgeli yolsuzluk gerçeklerini saptırdı. En büyük ortağı olduğu MENAS’ın ürünlerini yurt dışına götüren TIR’da 89 kilo eroinin yakalanmasına mantıklı bir açıklama getiremedi. Demek o ki, bizler sade vatandaş olarak yıllardır öküz altında buzağı aradık durduk… Nafile! CHP Milletvekili Kılıçdaroğlu geldi, aradı… Meğerse öküzün altında buzdağı varmış!

 

Şair ne demişti “Erenler Sofrası”nda:

“Gönül sarhoş ayılmıyor

Bir nara ki duyulmuyor

Ne hikmetse doyulmuyor

Erenlerin sofrasında…”

*

Erdoğan 2001 seçimleri öncesinde, “Yolsuzluklara damardan gireceğiz” söylemiyle dikkat çekmişti. İktidarının ilk aylarında “hortum kesme” edebiyatına yöneldi. Ali Dibo olayları patlak verdiğinde “dürüst olmayanı yaşatmayacağım” dedi. Aradan iki seçim, 7 yıl geçti. Dişli olayı tüy dikti. Önce sessiz kaldı sonra, hangi adrese yönlendirdiği belli olmayan “Tüyü bitmedik yetim hakkını kimseye yedirmem” diyiverdi. İlginç rastlantıdır aynı tarihlerde dünya çapında yolsuzluk ve rüşvetle mücadeleyi amaçlayan sivil toplum örgütü “Uluslararası Saydamlık”, “2007 yılı Yolsuzluk Algılama Endeksi”ni yayımladı. Buna göre Türkiye 180 ülke arasında 64’üncü sırada yer aldı. Bir önceki yıl 60’ıncı olan ülkemiz 4 kademe aşağıya inmiş… Verilere göre, 2003 yılında 150 ihale iptal edilirken bu rakam 2008’de 1202’ye çıkmış. Bir başka deyişle yolsuzluk, tam 8 kat artmış. Günümüzün dilden dile dolaşan fıkrası da bu raporu doğruluyor. Duymayanlar için yineleyelim:

Delikanlı babasına sorar:

“Baba, küçük hırsız ile büyük hırsız arasındaki fark nedir?”

Baba yanıt verir:

“Küçük hırsız soygun sırasında el feneri kullanır, büyük hırsız ise deniz feneri kullanır oğlum…”

*

Ekonomi yönetimi “zart-zurt” ile sürdürülüyor… IMF ile yeni anlaşma kapıda. Başbakan, “Ümüğümü sıkmazlarsa anlaşırız” dedi. Oysa, 2008 yılı bütçesi, sadece Eylül ayında 9,4 milyar YTL açık verdi. Bu açık, 69 aylık sürede, aylık bazda verilen en yüksek bütçe açığı… Faiz dışı açık yönünden de 4,4 milyar YTL ile yine son 69 ayın en yüksek açığı verildi. Türkiye İstatistik Kurumu, dört kişilik bir aile için aylık 255 YTL’nin açlık sınırı olduğunu ilan etti. 255 YTL’yi önce dörde sonra otuza bölecek olursak kişi başına 2.1 YTL düşecek… Yoksulluk sınırının ise, 651 YTL’ye yükseldiği açıklandı. Yine ailenin 4 kişiden oluştuğunu düşünecek olursak kişi başına 16,28 YTL. Kira, su, elektrik, ulaşım, okul masrafları gibi yaşamsal masrafları saymasak; kömür’ü valiler, nohut, pirinç’i belediyeler ücretsiz dağıtıyor desek ekmeği unutmuş oluruz. Diyelim ekmek yiyemiyor… 4 kişi sabah, öğle, akşam 50 kuruşluk simit yese, günde 12 simit 6 YTL. Ayda eder 180 YTL. Başka yiyecek, içecek ve diğer zorunlu masrafları saymasak da olur. Bu durumda ne yapacak. Diyet yapması gerekecek. O halde açlık sınırı diyetini sunalım:

Günde porsiyonu 200 gramdan, 2 porsiyon süt-yoğurt, et yiyemeyeceği için porsiyonu 100 gramdan 2 porsiyon kuru bakla ve porsiyonu 100-150 gramdan az 3 porsiyon meyve-sebze… Afiyet olsun…

*

Sizler diyete devam ede durun, 2007 yılı vergi ödemesi 1325 YTL olan iş adamı Bursa’da oğluna üç gün, üç gece sünnet töreni düzenledi 10 bin kişiyi ağırladı. Helikopterle kiraladığı futbol sahasına inen emlakçi İsmail Dengiz, oğlunu evlendirirken F-16’ya bindireceğini ve AKP’den milletvekili olmak istediğini söyledi. Aslında şaşıracak bir şey yok. Başbakan da oğlunu 10 bin kişilik Lütfi Kırdar Kongre Salonu’nda evlendirip, konuklarını Dolmabahçe Sarayında ağırlamamış mıydı?

*

Anayasa Mahkemesi “Türban”la ilgili gerekçeli kararını açıkladıktan sonra yandaş medyada müthiş bir yaylım ateş başladı. Başta AKP yöneticileri olmak üzere, malum kalem erbabı ve akademisyenler yasanın iptali sırasında yaptıkları gibi ekranlara dizildiler:

·         “Anayasa Mahkemesi, kendisini milli iradenin üstüne koymuştur.”

·         “Anayasa Mahkemesi, parlamentonun yetkisinde olan Anayasa değişikliğinde tek yetkili hale gelerek milli iradeyi yok farz etmiştir.”

·         “Meclis çoğunluğunun değil, bir partinin görüşüne uygun karar verilmiştir.”

·         “Anayasa Mahkemesi, Anayasa’yı çiğnedi!”

AKP Grup Başkan vekilleri, parti yöneticileri, Adalet Bakanı, Başbakan Yardımcısı ve son olarak da Başbakan bu koroya katıldılar. Oysa, Kimin veya kimlerin zihniyeti olursa olsun, ne deniyor mahkemenin gerekçesinde? “Bu Anayasa değişikliği ile din, siyasete alet edilmiştir” Başka ne diyor: Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırı değişiklikler yaptınız diyor. Türban iptalinin gerekçesi ile yaratılan gerginlik tırmandırıldıkça tırmandırıldı. Ve sıra AKP ile ilgili kapatılma davasının gerekçesine dayandı. Kararın gerekçesini okurken, “Kapatmamak için çok zorlanmışlar” diyebiliriz. Gerçekten zorlanmışlar. AKP iktidarının AB çabalarına dayanmışlar. Yine de yüce mahkemenin, Başbakan Erdoğan, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik gibi partiyi yönetenlerin sözlerinin AKP’yi  “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” haline getirdiği gerekçesi hukuk devletinin var olduğunu işaret ediyor… Unutmayalım, İspanya’dan, “Velev ki siyasi simge…” diyerek laik cumhuriyete meydan okuyan kimdi? Meclisin dindar bir Cumhurbaşkanı seçeceğini söyleyen kimdi? Kuran kursları için yaş sınırını aşağıya çekmek isteyen kim veya kimlerdi?

Say, say bitmez…

*

Ünlü Türk düşünürü Hülya Avşar, 3 Aralık’ta Çankaya lady’si Hayrünnisa Hanım’ı (Gül) programına konuk edeceğini açıklarken önceki konuğu Erdoğan’ı tahlil etti: “Çok uzun zamandır ortaya çıkmamış duyguları var Tayyip Erdoğan’ın… Ürkek bir kedi gibi amatör bir tarafı vardı…” Hatırlayacaksınız, Erdoğan, kendisini ‘kedi’ şeklinde betimlediği için karikatürist Musa Kart hakkında 5 bin YTL, karikatürü yayımlayan Cumhuriyet Gazetesi aleyhine de 10 bin YTL tutarında manevi tazminat davası açmıştı. Ankara 8.Asliye Hukuk Mahkemesi tazminatın ödenmesine karar verirken Yargıtay 4.Hukuk Dairesi, karikatürde Erdoğan’ın kişilik haklarına saldırıda bulunulmadığı sonucuna varmıştı. Bu arada Hülya Avşar’ın yakında yayımlanacağını duyurduğu kitabı Felsefe içerikliymiş. Meraklılarına duyurulur…

*

1954 yılında Trabzon’un Of ilçesinde doğdu. 1975 yılında tamamladığı ortaöğreniminin ardından, 1976 yılında Samsun Yüksek İslam Enstitüsü'ne girdi ve 1981 yılında mezun oldu. Meslek hayatına 1982 yılında Bitlis Merkez Atatürk Ortaokulu'nda öğretmen olarak başladı. Bitlis ve Samsun’da çeşitli okullarda öğretmen, müdür yardımcısı ve müdürlük görevlerinde bulundu.1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi Samsun Tekkeköy İlçe Belediye Başkan adayı olarak seçimlere girdi. Seçimlerden sonra, aynı yıl içinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yazı İşleri Müdürü olarak göreve başladı. 1995 yılında atandığı Mezarlıklar Müdürlüğü’ndeki 5 yıllık hizmetinin ardından 1999 yılında İtfaiye Daire Başkanlığı’na Programcı olarak atandı. 01.05.2001 tarihinde Sosyal ve İdari İşler Müdürlüğü’ne getirildi. 17.11.2004 tarihinde Katı Atık Yönetimi Şube Müdürlüğü’ne Asaleten Müdür olarak atandı. Evli ve 5 çocuk babası. Kim bu diyeceksiniz!

Adı Celal Sevecan, 04.08.2006 tarihinde İstanbul Kent Orkestrası Müdürlüğü’ne asaleten atanmış…

*

Bursa’da 14 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismarda bulunduğu suçlamasıyla geçtiğimiz Nisan ayında tutuklanan 76 yaşındaki Vakit gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez tahliye oldu. Hayret ettiniz değil mi? Üzmez, İstanbul Adli Tıp Kurumu’ndan gönderilen “çocuğun beden ve ruh sağlığının bozulmadığının anlaşıldığı”nı belirten raporla kurtuldu. Bilim dünyası da şaşkın. Onlar da sağduyulu vatandaşlar gibi, “14 yaşındaki bir kızın ruhsal ve bedensel sağlığının bozulmamasının mümkün olmadığını” belirtiyorlarsa da rapor Üzmez’i üzmedi…

*

Dar gelirli vatandaşların ev sahibi olabilmesi için planlanan TOKI konutlarının dağıtımı devam ediyor. Son olarak Ankara İli Etimesgut ilçesi ERLER Mahallesinde tamamlanan konutlar sahibini buldu. Liste kalabalık tanıdıkları duyurmakla yetinelim:

Aykut Zahid AKMAN, RTÜK Başkanı, (C-K4, 3.KAT, 14, 4+1), Egemen BAĞIŞ, AKP İstanbul Milletvekili (C-K2,5.KAT,22, 4+1), Şadiye KOÇ, Turizm Bakanı Atilla Koç’un eşi (C-K2, 5.KAT, 23, 4+1), Nevzat PAKDİL, AKP Milletvekili, Meclis Bşk.V. (C-K2, 1.KAT, 6, 4+1), Mebrure Suna KUTAN, Recai Kutan'ın Eşi, (C-K3, 2.KAT, 10, 4+1), Jale AYGÜL, Devlet Personel Başkanı, (C-K3, 12.KAT, 51, 4+1), İlyas ARLI, Milli Emlak Genel Müdürü, (B-K1, 3.KAT, 14, 3+1), Yusuf BEYAZIT, Vakıflar Gen. Md., (C-K1, 1.KAT, 7, 4+1), Ahmet Erdal TEZCAN, Başbakanlık Basın Müşaviri, (B-K2, 3.KAT, 16, 3+1)

Bunlar TOKİ’nin konut sahibi yaptığı dar gelirli vatandaşlarımız! Ne demişti Başbakan Erdoğan anımsıyor musunuz? “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını kimseye yedirmeyiz. Yiyeni de aramızda barındırmayız!”

Helal olsun…

*

Türkiye’nin onur konuğu olarak katıldığı 2008 Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı 15 Ekim günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un açılış konuşmalarıyla başladı. Bu yıl 60’ıncısı düzenlenen Fuar’da Türkiye’yi anlatan 25 sergi, 15 etkinlik, 200 okuma, 10 bilgi şöleni (sempozyum) ve 15 davet gerçekleştirildi. Tüm bunlara 350 yazar, çevirmen, akademisyen, 320 sanatçı, 100 yayıncı, 110 küratör, moderatör, koordinatör, 120 kişilik resmi heyet, görevli ve medya mensubu eşlik etti. Kısası Türkiye’yi Frankfurt’ta tam 1000 kişi temsil etti... Ama etkinlik bizce sayısı ile değil de “Frankfurt Kitap Fuarı 2008 Konuk Ülke Türkiye Logosu” ile akıllarda kalacak. İçerisinde Türkçe, İngilizce ve Almanca “Türkiye” yazısı bulunan labirent görüntüsü tam da içinden çıkılamaz halimizi yansıtıyor… Tasarımcısı Bülent Erkmen bilerek mi bilmeyerek mi hazırlamış bilinmez ama ellerine sağlık…

*

Alternatif Nobel olarak bilinen “Doğru Yaşam Ödülleri”ne bu yıl bir Amerikalı gazeteci ve bir Alman Jinekolog ile Hindistan ve Somali’den siyasi eylemciler kazandı. 2 milyon kronluk (290 bin dolar) ödülü Amerikalı gazeteci Amy Goodman “bağımsız siyasi gazeteciliği”, Alman doktor Monika Hauser “cinsel istismara uğramış kadınlara yardım” dolayısıyla yürüttüğü çalışmalar, Hindistanlı çift Krishnammal ve Sankaralıngan Jagannathan da “sosyal adaletin gelişmesi” yönündeki çalışmalarıyla paylaşacaklar. Yaşam Ödülleri, “İnsanlığın karşı karşıya olduğu sorunlara diğer insanlara örnek olacak şekilde çözüm sunanları desteklemek” ve saygın Nobel ödülleri komitesi tarafından görülmeyen çalışmaların ödüllendirilmesi amacıyla İsveçli-Alman yazar Jakob von Uexkull’un 1980 yılında kurduğu bir vakıf tarafından veriliyor.

*

Rusya Yüksek Mahkemesi, 90 yıl önce yaşanan devrim sırasında vatana ihanet suçlamasıyla Bolşevikler tarafından tutuklanarak ailesiyle birlikte gizlice öldürülen son Rus Çarı 2.inci Nikolay’ın suçsuz olduğunu karara bağlayarak sicilini akladı. Nikolay tüm aile fertleriyle birlikte 17 Temmuz 1918 tarihinde Ural Dağları bölgesindeki Ekaterinburg şehri yakınlarında kurşuna dizilerek öldürülmüştü. Rus Çar ailesinin kalıntıları 1991 yılında SSCB’nin yıkılmasına 6 ay kala ormanlık arazide Koptevski yolu olarak bilinen mevkide bulunmuştu. Çar ailesinin infaz edilmesinin yıldönümü olan 17 Temmuz 1998 tarihinde tüm kalıntılar St. Petersburg şehrinde Petropavlovsk Kilisesi aile kabrinde toprağa verilmişti.

*

“Türkçem, benim ses bayrağım” 94 yaşında hayata veda etti…

Türk edebiyatının büyük ustası şair Fazıl Hüsnü Dağlarca Harp Okulu’ndan mezun oldu. Yüzbaşı rütbesiyle 1950’de askerlikten ayrıldı. İlk yazısı 1927’de Yeni Adana Gazetesi’nde yayımlandı. Adını İstanbul Dergisi’nde 1933’te çıkan “Yavaşlayan Ömür” adlı şiiriyle duyurdu. Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılâpçı Gençlik, Yeditepe ve Türk Dili dergilerinde şiirleri yayımlandı. 1967’de ABD’deki Milletlerarası Şiir Forumu tarafından “En İyi Türk Şairi” seçildi. Şiirimizin ustası ölümünden sonra Kadıköy’de yaşadığı evi Kadıköy Belediyesi’ne bağışladı, müze haline getirilmesini vasiyet etti ve şöyle dedi:

“Ben öleceğim, kimse seyretmesin,

Güneş ve düşünceler içinde.

Soyunacağım elbiselerden ve hatıralardan,

Bir semalar sessizliğinde.

(…)”

Büyük ustayı şiirin güzelliği ile uğurluyoruz. Işıklar içinde olsun…

*

Tiyatromuzun, kültür tarihi ve gösteri sanatları konusundaki en önemli araştırmacısı Prof.Dr. Metin And’ı da geçtiğimiz bayram günlerinde kaybettik. Tiyatro’dan illüzyona, Osmanlı’nın günlük hayat ve ritüellerden opera ve baleye, Bizans tiyatrosundan Karagöz’e kadar, pek çok alanda tam 54 kitaba, yüzlerce makaleye imza atan And 81 yaşındaydı. Asıl soyadı “Çavdar” olan Metin And, Ankara’da yaşayan annesinin büyük dayısı Cenap And ile yengesi Sevda And tarafından evlatlık edinmiş, yengesinin bir trafik kazasına kurban oluşunun ardından dayısıyla miras yüzünden mahkemede karşı karşıya gelmişti. Metin And, bugün Sevda-Cenap And müzik Vakfının kurulmasına da önayak olmuştu.

*

Şair, edebiyatçı ve Uluslar arası Ağa Han Mimarlık Ödülü sahibi Nail Çakırhan da 98 yaşında aramızdan ayrıldı. Şiirden mimarlığa uzanan geniş yelpazede adını duyuran Gökova sevdalısı Çakırhan’ı da toprağa emanet ettik.

*

Yayıncı, yazar Hüsamettin Bozok’u da geçtiğimiz günlerde sonsuzluğa uğurladık. Türk dergiciliğinde önemli bir yeri vardı. Yeditepe sanat/edebiyat dergisi ve Yeditepe yayınlarını kurdu. Yeditepe Şiir Armağanı’nı düzenledi. Yeditepe Dergisi 439 sayıya ulaştı kitap yayınlarının sayısı da 250’yi buldu. Yeditepe, edebiyatın ve sanatın bütün türlerine sayfalarında yer verdi. İlk sayısı 1950 yılında yayımlanan Yeditepe’yi ve Yeditepe Yayınları’nı uğraşı edebiyat olanlar dışında çok az kimse bugün anımsayacaktır. Bakınız Hüsamettin Bozok kurucusu olduğu Yeditepe’yi nasıl tanımlıyor: “Yeditepe hiçbir zaman okul olmadı ama yüzü Batı’ya dönük, yenilikçi, avangart bir sanattan yana oldu. Serbest bir kürsü gibiydi.”

*

Gelelim “Mustafa” filmine…

Gösterime bir girdi pir girdi. Tolga Örnek’in “Gelibolu” filmini de gölgede bıraktı. Üzerinden henüz bir gün bile geçmedi çığ gibi eleştiri yağdı. Öyle bir tanıtım ve o denli ustaca propagandası yapıldı ki, ben de diğer meraklılar gibi en yakın sinemaya koştum. Tanrım, O ne korkunç kötüleme öyle! Nasıl eli vardı da, tüm dünyanın arkasından ağladığı bir dehayı “Aciz, alkolik, dinsiz, ateist, diktatör ve şehvet düşkünü bir yalnız adam” gibi gösterdi? Yedi yaşımdan bu yana Atatürk okurum Can Dündar’ın yansıttığı bir Mustafa ile hiç karşılaşmadım. Ne böyle bir Mustafa vardı, ne Mustafa Kemal olduktan sonra bu şekle dönüştü, ne de Mustafa Kemal Atatürk olarak böyleydi. Can Dündar günümüzün siyasi koşullarına uygun bir Mustafa yaratmış. Atatürk düşmanları bu filmi mutlaka çok seveceklerdir. Zil takıp oynayacaklardır. Ama, gerçeği bilenler de, Can Dündar’a sponsor olarak katkıda bulunmayan Türkcell’in ne denli haklı gerekçelere dayandığını anlamış oldular. Filme sponsor olmayı reddeden Turkcell’in gerekçesi neydi: “Ülkemizin kurtarıcısı, cumhuriyetimizin kurucusu, dünya tarihinin en önemli liderlerinden Ulu Önder Atatürk’ü, hem yurt içinde hem de yurt dışında tanıtacak projeler bizi heyecanlandırdığından, ‘Mustafa’ filminin sponsorluk önerisini değerlendirdik. Çalışmalarına saygı duyduğumuz proje yapımcısıyla yaptığımız ön görüşmelerde, filmin beklentimiz yönünde Atatürk’ün liderliğini, dehasını ve kahramanlığını dünyaya tanıtmaktan çok, Atatürk’ün özel hayatına odaklanan bir film olduğunu görünce projede yer almayı tercih etmedik. Gelecekte de Ulu Önder Atatürk’ü dünyaya tanıtacak ve tarihin en önemli liderlerinden birisi olduğunu vurgulayacak projeleri desteklemekten gurur duyacağız.” Filmde Can, döndürüp dolaştırıp her fırsatta Mustafa’nın ne müthiş bir “diktatör” olduğunu kanıtlamaya, örneklemeye çalışıyor. Oysa, yabancı düşmanlar da aynı gerekçeyle onu küçük göstermek için çaba göstermişlerdi. Mustafa Kemal, neden diktatör olamadığını, nasıl asla olamayacağını örnekleriyle ortaya koymuştu. Neden oradan birkaç cümle alıntı yapmıyor? Çünkü, bu senaryo büyük oyunun bir parçası da ondan! Hangi büyük oyunun? AB parlamentosu içinde, Hollandalı bir parlamenter yıllar önce başlatmıştı; “Türkiye’nin Kemalizm’den kurtulması gerekir. Her yerde heykelleri, bütün resmi dairelerinde resimleri var. Bunları kaldırmak gerekir!”demişti ya. Vay be Can! Demek, Mustafa Kemal’i Devleti kurtarmak için Vahdettin Samsun’a gönderdi ha? Büyük Nutku okumak da mı aklına gelmedi? Mustafa Kemal, kendisine bu imkanı bahşeden (!) Padişahına haksız yere mi “Alçak, hain” sıfatını yakıştırdı? Vahdettin, vatansever miydi? Mandacı mı? Demem odur ki Can, Gerçek Mustafa’yı aramış da bulmamış… Demek, Mustafa dinsizdi ha?! Çok cahilmişsin Can… Bir bilenden sorsaydın, öğrenseydin… Bak Can değerli bilim adamı Prof.Dr. Tülay Özüerman da benim gibi koşmuş “Mustafa”yı izlemiş. Ne diyor biliyor musun? “Benim çocukluğumda ve gençliğimde O’nun adı Mustafa Kemal idi. Adının sonuna eklenen Atatürk ile daha bir yücelmişti. Ulus O’nu bağrına böyle basmıştı. Şimdi çocuk ve genç olanlar O’nu “Mustafa” olarak tanıyacaklar. Sonra birileri gelip “Mustafa”yı da silinceye kadar… “Mustafa” insan olarak zaafları ile öne çekilip, hataları da gösterilen birisi olarak görselleştirilirken, O’nun yarattığı dev eser arka planda kalıyor. Duygusallık ve kişisellik öne çıkarılınca, akıl ve aklın ürünü olan yapıtları ve toplumsallık geride kalıyor. Ben ve benim neslim O’nu insan olarak zaafları ile değil, bugün ulusu var eden, bir kadın olarak toplumda akıl ve bilgi sayesinde yer edinmemi sağlayan bir önder olarak tanır ve tanıtırken, O’nun aydın kişiliği ile ilgiliydik. Özeli O’na aitti. Hepimiz için olması gerektiği gibi!.. Binlerce Mustafa’dan farkını görmezlikten gelip, kimse bana annesi öyle çağırıyordu diye, Mustafa Kemal’e “Mustafa” dedirtemez. (…) Başka bir Türkiye’yi çağrıştırıyor “Mustafa”!.. Elimizden kayıp gidenleri çağrıştırıyor. Başkalaşmamızın hangi aşamaya geldiğini çağrıştırıyor. (…) Hukukun üstünlüğünü savunanlar, hukuksuzluğun üstünlüğünün üzerini farkında olmadan örtüyorlar. Savunma evet ama savunurken savrulmamak da gerekiyor. Hukuksuzluğun alanının alabildiğine genişletildiğinin örnekleri gün geçtikçe çoğalıyor. 14 yaşındaki bir genç kızın yaşamını alt üst edecek bir olayın faili elini kolunu sallayarak, zafer kazanmış eda ile yargıdan sıyrılıp çıkabiliyorsa gözümüzün önünde, o genç kızın vebaline hepimiz ortak edilmiş olmuyor muyuz? Vatan, namus şeref diyenler, bir genç kızın şerefi ve namusunu hiçe saymakla diğer genç kızlara birilerinin aynı şekilde musallat olmasının yolunu açmış olmuyorlar mı? Bu satırları yazıyorsam ve 14 yaşında bir kıza sahip çıkarak kadına haksızlığa karşı çıkabiliyorsam, Mustafa Kemal Atatürk sayesindedir.  Bir gün bu savunmayı yapamaz hale geldiğimde ya da demokrasi adına verdiğim haklı mücadelede hesap sormak yerine, hesap verme durumuna düşürüldüğümde, “Mustafa” diyenler iyi niyetlerini sorgulasalar da çok geç kalmış olacaklar.”

Siz ne dersiniz bilemem sevgili dostlar ama benim bir son sözüm var Can Dündar’a:

Ne dersen de Mustafa Kemal küçülmez, ufalanıp giden sen olacaksın, bilesin!

 

Sağlıkta, huzurda, mutlulukta kalınız…