Mucize Özünal ile- Kuşadası, Ağustos 2008

 
   
 

• ANAFİLYA YAZILARI

1 Ocak 2009 gününe çığlık çığlığa girdik…

Ankara’da denetimsiz doğalgaz borusu, 7 genci çığlık çığlığa aldı aramızdan. Ardından İstanbul’un Bahçelievler semtinde eli satırlı ve silahlı bir şehir eşkıyası yılbaşı gecesi bir parkta içki içen üç gence saldırdı. Biri yaşamını yitirdi çığlık çığlığa.

Ve Gazze’den yükselen 1 Ocak çığlıkları…

Ölü sayısı 800’ü geçti. Binlerce yaralı. Hastanelerde ilaç yok, yeterli doktor yok. Yatak yok, hemşire yok.

İsrail vuruyor, öldürüyor, dünya suskun…

Derken, Ergenekon tuz biber ekti… Bu kez, şok dalgaların kapsamı o kadar geniş ki, altı ayrı ilde operasyon düzenlendi. Tam 37 kişi gözaltına alındı. Eski MGK Genel Sekreteri e. Org. Tuncer Kılınç, YÖK eski Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz, Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, 2. Ordu eski Komutanı, e. Orgeneral Kemal Yavuz, Bağımsız Cumhuriyetçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Engin Aydın, TV ekranlarından ve kitaplarından tanıdığınız Prof. Dr. Yalçın Küçük ve yurtdışından geldiğinde gözaltına alınacak olan İstek Vakfı Başkanı, Yeditepe Üniversitesi Kurucu Başkanı, İstanbul eski Belediye Başkanı Bedrettin Dalan. Emekli Orgeneraller Tuncer Kılınç ve Kemal Yavuz Atatürkçü ve 28 Şubat döneminin etkin konumdaki askerleri. Prof. Kemal Gürüz, yine 28 Şubat döneminin Atatürkçü YÖK Başkanı. Onursal Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, en kritik dönemde görev yapmış olan ve AKP hakkındaki kapatma davasında ve Cumhurbaşkanı seçiminde hukuki yorumlarıyla toplumda önemli etkiler yaratmış olan kişi. Bu şok dalga acaba 28 Şubat’ın izlerini mi silmeyi amaçlıyor? En azından bu satırların sahibi bunu bilmiyor! Sadece bir kuşku bizimki! Hem kuşku hem de kaygı… Genelkurmay eski Hukuk Müşaviri e. Hâkim Tümgeneral Erdal Şenol ile eski Özel Harekât Dairesi Başkanı İbrahim Şahin bu dalgaya nasıl kapıldılar? Onu da bilemiyoruz (!).

Öte yandan Devlet eliyle Kürtçe yayın kanalı açılması konusunda bayram yapılırken, bunun nereye varacağını kimse hesap etmedi. Yeniden Diyarbakır Belediye Başkanlığına adaylığını koyan Osman Baydemir, nereye varmak istediklerini açıkça söyledi: “Bu halkın dilini, kültürünü ve kimliğini tanımayanlar, 20 yıl sonra kabul ettiler. Bir gün bu torakları da tanıyacaklar.” Yüksek sesle vatanın bölüneceğini haykırdı Baydemir. Şimdi Ergenekon’a dönelim de bakalım, bunları söyleyen şahıs sorguya çekiliyor mu? Hayır. Gözaltına alınıyor mu? Hayır… Ama, Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu ve eski MGK Genel Sekreteri e. Org. Tuncer Kılınç ile emekli Ordu Komutanı Kemal Yavuz içeri alınıyor. İşte bizi asıl şok eden uygulamalar bunlar! Hukukun üstünlüğüne inananların, Devletine ve milletine bağlı olanların üzerinden götürülen bu baskıcı dalgalar nereye kadar gidecek bilinmez ama (!), yeni yıl işte böyle geldi. Çığlık çığlığa…

*

İçerideyse önceki yıllarda olduğu gibi yazgımızı yine Başbakan RTE belirledi. Başbakan: Tezkere geçmezse memura maaş ödeyemeyiz” dedi. Tezkere reddedildi. Dışişleri Bakanlığı genelgesi ile silahlar Türkiye üzerinden geçti.

- Ekonomi büyürken işsizlik, cari açık verilirken döviz kuru arttı.

- GSMH artarken KDV tahsilâtı yerinde saydı.

- Başbakan zam isteyen memura, “IMF’yi ikna edin…” dedi. İthalat 100 milyar doları aştı, cari açığın üstünde borçlanma yapıldı. Düşük faizli dış borç, yüksek faizli iç borçla ödendi.

- Domuz kesimlik hayvanlar arasına alındı. Domuzlar sevindi!

- Yunan kilise bankası Türkiye’de banka satın aldı.

- İletişim sektörünün tamamı yabancıların eline geçti.

- Petrol kanunu ile yabancılara 50 yıllık imtiyaz verildi. Yabancı rantiyecilere vergi muafiyeti tanındı. Yabancılara toprak satışında rekor kırıldı. Başbakan, “Toprak satılıyorsa alıp götürmüyorlar” dedi.

- Başbakan ve Dışişleri Bakanı İslamiyeti yok etmeye yemin eden bir Papa’nın heykeli önünde fotoğraf çektirdi. Bir Yahudi kuruluşu olan ‘St.John’s University’ Başbakana “Üstün Cesaret Ödülü” verdi. 742 kilise koruma kapsamına alınarak ‘haç’a kavuştu. Kilise ve havralar imar planında yer aldı. Bir cami kiliseye çevrildi.

- Türk askerinin başına ABD güçlerince çuval geçirildi.

- Filistin-İsrail arabuluculuğuna soyunan Başbakan Erdoğan, İsrail’de Ramallah sınır kapısında içeri alınmadı.

- “Bir dönem dini kullandık” diyen Başbakan, Müslüman topraklarını işgal eden ABD askerlerinin evlerine sağ salim dönmeleri için dua ettiğini açıkladı.

* İslam dünyasının sınırlarlını değiştirecek BOP’un eş başkanı oldu.

* Yapılan ihalede önce uçak istedi ama sonra Mercedes’e razı oldu.

* “Türkiye’yi pazarladığını” açıkladı.

* Çiftçilere “Gözünü toprak doyursun” dedi.

* “Borç yiğidin kamçısıdır” diyerek borçlanmayı bir başarı olarak gösterdi. “Odun kömür dağıtarak halkı sadaka almaya alıştırıyorsunuz”, diyenlere: “Töremizde sadaka verme kültürü vardır,” dedi.

* Eyalet sistemi öngördü. “Türklük bir alt kimliktir” dedi.

* TMSF katkısıyla bu kadar çok ve gazete yönlendirdi.

- İsrailli bir işadamına çok gizli bir şekilde 800 milyon dolar kaynak aktarıldı.

- Çiftçi ve emekliden vergi alınması sözü verildi. Fındık üreticileri en büyük mitingi yaptı. Tarımsal üretimde dış ticaret açığı ortaya çıktı. Kap-kaç diye bir sektör türedi.

- Başbakan Danışmanı Amerikalılara Başbakan için “Bu adamı kullanın, onu süpürmeyin” dedi.

- Yoksullar arttı. Okula gidemeyenler çoğaldı. Başbakan “kriz teğet geçti”, dedi. Oğlu, imkansızlıklardan burslu okudu, sağlığı elverişsiz olduğundan askere gidip yan gelip yatmadı! Armatör oldu…

*

İngiliz The Economist Dergisi Türkiye’deki iktidarın ülkeye getirdiği felaketi görmüş olmalı ki özel bir değerlendirmeye yer verdi:

“Erdoğan, ani tepkiler veren, her işe karışan ve türbanı üniversitelerde serbest bırakmaya çalışarak askerleri kışkırtan bir kimliğe büründü. Yavaş yavaş bütün seçmenlere yabancılaştı. AKP’nin bulaştığı yolsuzluk olaylarıyla da kredisi giderek azaldı. AKP, sandığa gömülen eski partilere benzemeye başladı.”

Başbakan Erdoğan’ın izlediği politikaları “Endişe verici Erdoğan” başlıklı iki sayfalık bir makalede değerlendiren derginin bu görüşünün altına, ülkede yaşayan öngörü sahibi vatandaşlar imza atarken Erdoğan merak edilen yanıtını verdi: “Milletim bunları yutmaz…”

İlginç deyişleriyle, engin ekonomi ve felsefe donanımıyla (!) Başbakan’ın ruh halini çözümlemek çok güç. Erdoğan bu haliyle olsa olsa ünlü İngiliz yazar Shakespeare’in tanımına uyuyor:

 

“İnsanların çoğu sevmekten korkuyor,

kaybetmekten korktuğu için.

 

Düşünmekten korkuyor,

sorumluluk getireceği için.

 

Konuşmaktan korkuyor,

eleştirilmekten korktuğu için.

 

Yaşlanmaktan korkuyor,

gençliğin kıymetini bilmediği için.

 

Unutulmaktan korkuyor,

dünyaya iyi bir şey vermediği için.

 

Ve… Ölmekten korkuyor,

aslında yaşamayı bilmediği için.”

*

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın akıl almaz “Kara çarşaf” açılımı Cumhuriyet ilkelerine yürekten bağlı olan vatandaşları adeta şok etti. Oysa Atatürk, 84 yıl önce 1925’de, İnebolu gezisinde karşısında çarşaflı kadınları görünce kılıklarının nasıl olması gerektiğini şöyle açıklamıştı:

“Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez, peştamal veya buna benzer bir şeyler sararak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu davranış neyi gösterir? Medeni bir millet anası, medeni bir millet kızı için bu garip şekiller, bu vahşi vaziyet nedir? Bu hal milleti çok gülünç gösterir ve derhal düzeltilmesi lazımdır!”

Atatürk’ün kurduğu partinin bugünkü Genel Başkanı Baykal anlaşılan, ya Atatürk’ü anlamamış ya da anlayamamış. Yazık!

*

Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Şevki Aydın, bir süre önce kanayan yaramıza parmak basarak, “Kadını cehaletin karanlığına gömdük, şimdi sorun yaşıyoruz” demişti. Çok geçmedi Konda Şirketi’nin yaptığı “Kadının İnsan Hakları” konulu geniş araştırmasının sonuçları duyuruldu: Kadınlarımızın yüzde 10’u hiç okuma yazma bilmiyor, yüzde 50’si ilkokul mezunu, yüzde 55’i “Neden okuldan ayrıldın?” sorusuna “Büyüklerim istedi” diyor, yüzde 7,5’i ise evlendirilmek üzere okuldan alındığını söylüyor. Kadınların yüzde 60’ı sokağa çıkmak için izin almak zorunda… Üç kadından ikisi, istemediği kişiyle evlendiriliyor. Zorla evlendirilenlerin oranı yüzde 7 dolayında. Uzmanlara göre, Türkiye’de her üç kadından biri şiddete uğruyor. Şiddet, “Kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren ve verebilecek olan, cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama ve dayak” olarak tarif ediliyor. Son yıllarda Türkiye’de kadına fiziksel şiddettin arttığı görülüyor. Namus ve töre adına işkence, öldürme, intihara zorlama oranı yüzde 25 artmış durumda… Eğitimsiz kadının ekonomik özgürlüğü de olmuyor. Yoksulluk ve geleneklerin ağır baskısı şiddet görmelerine neden oluyor. Bu kötü gidişe dur diyebilecek, kadının özgürlüğünü çağdaş giyimde, çağdaş düşüncede birleştiren, ülkenin kurtuluşunun sosyal gelişim ve ekonomik bağımsızlığın kazanılmasıyla önlenebileceğini düşündüğümüz CHP ne yazık ki kara çarşafa sarılıyor.

*

Türkiye Cumhuriyetinin her milimetresinde, Atatürk’ün bir eseri vardır, sesi vardır, nefesi vardır… Var oluşumuz, Kurtuluş’tan Cumhuriyet’e onun izlerini taşır. Yoktan doğmuştur Türkiye Cumhuriyeti… İşte geçmişten alıntılar:

Refi Cevat (Ulunay)… Bundan tam 90 yıl önce yayımlanan Alemdar gazetesinin 6 Ocak 1925 tarihli sayısında şöyle diyor:

“Siyasette hangi yol? İngiltere’nin eğilim duyduğu taraf şimdiye kadar siyasetin hiçbir safhasında hiç iflas etmemiştir, edemez. Menfaatimizi, İngiltere’nin müttefikleriyle bize açacakları ana siyasette görüyoruz.”

Refi Cevat başta Ali Kemal olmak üzere Mütareke Basını olarak adlandırılan grubun önde giden yazarlarındandı. Sait Molla, Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Asım gibi gazeteci ve yazarların da aralarında bulunduğu Mütareke Basını, Milli Mücadele’ye karşı tavırlarıyla tanındılar. Damat Ferit Paşa’nın İngiltere ile dostane işbirliğini savunan Hürriyet ve İtilaf Fırkası politikalarını desteklediler, ‘Türk Milleti’ kavramını itici buldular onun yerine ‘Osmanlı Halkları’ fikrinin devam ettirilebileceğini savundular. Türk milletini Anadolu’da yaşayan, sadece tarım ve hayvancılıkla uğraşan, tahsili ve bir zanaatı olmayan köylüler olarak tanımladılar. Bu insanların Düvel-i Muazzama (büyük ülkeler) karşısında varlık gösteremeyeceğini bu yüzden büyük devletlerle Mondros Mütarekesi çerçevesinde ilişkilerin sürdürülmesini savundular. Bunlardan birisi olan Mustafa Sabri Efendi, İki paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek İngilizlerin, Fransızların ve sair devletlerin İstanbul’dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir” demişti.

Yazar bozuntusu Refi Cevat, Atatürk’ün vatanı kurtarmaya soyunduğunu duyduğu 12 Mart 1919 günü şunları yazdı: “Sehpalar bu adamlara lâyık değildir. Koparılması lâzım gelen bu kafalar kütükler üzerinde kesilip günlerce ibret taşında kalmalı.”

Ertesi gün daha da ileri gitti: “Tutuklamalar gözümüzü doyurmadı. Daha çok şiddet! Daha çok şiddet! Daha çok şiddet!”

İngiliz yanlısı Refi Cevat; 21 Nisan 1919 tarihli yazısında: “İngilizleri bekliyoruz. Türkler kendi güçleriyle adam olamaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak. İngiliz mandası için İstanbul’da 24 saat içinde 40 bin imza toplandı”, dedi.

Atatürk’ün Samsun’a çıkışından 3 gün sonra, halk, vatanı kurtarma coşkusu içindedir… Gelen haberlerden rahatsız olan Refi Cevat 22 Mayıs 1919 günü şöyle yazar: “Biraz nur, biraz hayat: Elde kuvvet olmadıktan sonra ‘son neferimize kadar hayatımızı feda ederiz’ demek faydasızdır. Şimdiye kadar çok öldük. Artık ölmeyeceğiz. Acele yardıma ihtiyacımız var. İngiltere uzanacağımız dost eli tutacaktır. Son kozumuzu ortaya fırlatıyoruz. Bizi takviye etmesini istediğimiz İngiltere’nin Doğu ile, özellikle memleketimizle büyük bir ilgisi vardır.”

Kurtuluş Savaşı başlamış, Türk ordusu adım adım ilerlemektedir… Tutsak Osmanlı sessiz oturmaktadır. Refi Cevat 16 Mart 1920 günü, aciz İstanbul hükümetine seslenir: “Azimli bir hükümet, temiz bir elle Kuvay-ı Milliye adı altına sığınan bu haydutların kafasına neden bir yumruk indirmiyor?”

Ve Atatürk, Türk halkının yazgısını belirlerken, şaşkınlıktan gözleri beleren; Refi Cevat, gazetesinden 20 Mart 1920 günü şu soruyu yöneltir: “Nereye Gidiyoruz? Zavallı memleketimizin felâketi son derekesini buldu… Anadolu'da Celâlîler gibi türeyen sergerdeler kuvveti zavallı milleti kana ve ateşe boğuyor… İtilaf Devletleri hükümetin bu canilere karşı eli bağlı durmasını zayıflık ve acizlik değil, belki fikren o kuvvetlerle ortak bulunmasına bağladıklarını kabul etmelidir ki bunun en ağır ve en yaman cezalarını da yine bu kötü talihli millet çekmektedir.”

Ali Kemal de, Refi Cevat gibi Milli Mücadele düşmanıdır. Türk Tarihi’nde “Mütareke Basını” deyiminin sembolü olmuş bir kişisidir. Onun için kurtuluş, İngiliz mandasını kabul etmektir. 7 Ağustos 1919 günü yazarı olduğu Peyam-ı Sabah gazetesinden şöyle seslenir: “Bu sayede İngilizler zabıtamızı, adliyemizi, maliyemizi, bayındırlığımızı düzenleyecekler ve Türkler de geleceğin kaygısından uzak kalarak yaratılıştan gelen ve kalıtımsal meziyetlerini, yeteneklerini geliştirmeye muvaffak olacaklardır.” Tarih 20 Nisan 1920 gününü gösterdiğinde iyice coşar: “Kuyucu Murat Paşa, Celâlîlere nasıl muamele etmişse, Kuvay-ı Milliye’ye de öyle muamele edilmelidir. Maiyetindekilerin yakında, zorba yamağı Cafer Tayyar şaklabanını, elini kolunu bağlayıp Hükümete teslim etmesi beklenir. Saltanata bağlı halim selim Anadolu halkı da Mustafa Kemal şakisine haddini bildirecek.”

Yazı yazıyı kovalar… Gerici, yobaz Ali Kemal 13 Aralık 1921 tarihli yazısında adeta haykırır: “Bu devletin çöküşünü durdurmak için yine Saltanat’a ve Hilâfet’e bel bağlamalıyız.”

Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah’ta 10 Eylül 1922’de yayımlanan son yazısındaki “Gayelerimiz Birdi ve Birdir” başlığı dikkat çekicidir. Bu yazıda, hem zafere sevindiğini belirtir hem de hâlâ aynı görüşte olduğunu ifade eder. Ancak ertesi gün, 11 Eylül 1922’de gazeteden atılır. Gazetenin sahibi Mihran Efendi, gazetenin ‘Peyam’ olan adını ‘Sabah’ olarak değiştirir. Ali Kemâl’i kovduktan sonra 13 Eylül 1922 tarihli sayısında Mustafa Kemâl’e “Başkumandanımız” diyerek yanaşır, Ankara’nın yanında yer alır. Yine de başına bir iş gelmesinden korkar… Her şeyini satar savar, Avrupa’ya kaçar. Ali Kemâl ise, Eylül 1922’de bir berberde yakalanır Ankara’ya götürülürken mola verilen İzmit’te öldürülür. Cumhuriyet’in kuruluşunda ‘Mütareke Basını’nın simgesi bu isimler çok önemlidir.

*

Ne yazık ki tarih bu gün de Mütareke Basını’nı aratmayacak girişimlere tanık oluyor. Şimdi “Ermeni soykırımını kabul edelim” diyenler türedi. Durduk yerde kurumuş boka su dökerek “Özür diliyorum” kampanyası başlattılar (!). Kendilerini aydın olarak niteleyen bu zavallıların, hazırladıkları metninde, “1915’te Osmanlı Ermelileri’nin maruz kaldığı Büyük felaket’e duyarsız kalmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” sözleri yer alıyor. Yıllardır soykırımla suçlanmış, bu nedenle birçok Avrupa ülkesi tarafından dışlanmış ülkemizin işlemediği bir suçu kabul etmesine çanak tutan bu girişimin, en azından tarih açısından doğru değerlendirilmediği için; eksik, tek yanlı ve “talihsiz” bir girişim olduğunu gerçek aydınlarımız, tarih sorumlusu araştırmacılarımız ve sağduyulu Ermeni vatandaşlarımız biliyorlar. Karşıt görüşlülerin bu bildiriyi hazırlamaları utanç vericidir. Peki, kimlerdir bunlar?

Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet İnsel, AÜ. SBF öğretim üyesi Prof. Dr. Baskın Oran, Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Cengiz Aktar ve gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu’nun öncülüğünde başlatılan bu çirkin kampanya’da ne yazık ki bildik, tanıdık isimler de yer alıyor: Adalet Ağaoğlu, Ali Nesin, Oral Çalışlar, Perihan Mağden, Asaf Savaş Akat, Neşe Düzel, Barış Pirhasan, Derya Alabora, Tarhan Erdem, Ertuğrul Kürkçü, Tuna Kiremitçi, Enis Batur, Halil Berktay, İbrahim Betil, Murat Belge, Cengiz Çandar, Gencay Gürsoy vb.

Konuyu araştıran Yılmaz Dikbaş, “Tabuta Çakılan Son Çivi” (Asya Şafak Yayınları, İstanbul, 5. Baskı) adlı eserinde “Özür Dileyenler”in AB’den aldıkları hibeleri açıklıyor. Bazılarını aktaralım:

Prof. Dr. Ahmet İnsel (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,- Avro

Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği) 193.548.73 Avro

Mine Kırıkkanat (Gazeteci Yazar) 70,000,- Avro

Prof. Dr. Atilla Yayla (Liberal Düşünce Derneği) 449.620.40 Avro

Şerafettin Elçi (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,- Avro

Ertuğrul Kürkçü (İPS İletişim Vakfı) 809,760,- Avro

Prof. Dr. Halil Berktay (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,- Avro

Etyen Mahçupyan (Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı) 1.032.921.35 Avro

Mehmet Ali Birand (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,- Avro

Adalet Ağaoğlu (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,- Avro

MAZLUMDER,  81.735.15 Avro

Murat Belge (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,- Avro

Boşuna denmemiş hayatta her şeyin bir bedeli vardır diye... Demek ki ruhunu satan sadece Faust değilmiş...

Yukarıda kimilerini sıraladığımız malum kişilerin yanı sıra okumadan, düşünmeden kendince yüzeysel bilgileriyle, çorbada tuzu olsun, diye, imza atanların bu bildirisi tepkiyle karşılandı. ‘Ben yaptım, oldu’ teranesini yutan olmadı. Her dönemin adamlarının güçleri Türk halkının özgüvenini sarsmaya yetmedi. Sokaktaki vatandaş öfkelendi. CHP’li Canan Arıtman, “Özür Diliyorum” kampanyasına yaklaşımı için Cumhurbaşkanı Gül’ü, yani en yüksek makamı eleştirdi. Başbakan Erdoğan, “Herhalde onlar böyle bir soykırım işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir sorunu yok” diyebildi neyse ki. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın bir değerlendirmesine rastlanmadı. Devlet adına da bir açıklama yapılmadı. Ama kampanya giderek komik bir hal aldı. Şarkıcı olduğu belirtilen İngiliz vatandaşı Peter Gabriel’in de imzacı olduğu açıklandı. Peter Gabriel kim? Bizce hiç de şaşırtıcı değil… Osmanlı Bankası’nı ellerinde bombalar ve tabancalarla basıp önlerine çıkanı öldüren Hınçak teröristlerini özel yatına bindirip kaçıran kimlerdi, diye sorulunca yanıt kendiliğinden ortaya çıkıyor: Zamanın İngiliz büyükelçisi! Yani emperyalist güçler… Amerika’yı, Rusya’yı, Fransızları saymaya gerek yok. Ermeni soykırımının senaryodan ibaret olduğu gerçeği Devlet arşivlerimizdeki belgelerle kanıtlandı. 1906-1922 yılları arasında Anadolu’da ve Kafkaslar’ da 514.255 vatandaşımız ile sayı tespiti yapılamayan onlarca köylümüzün Ermeniler tarafından katledildiği bilgisi belgelerde yer almasına karşın, katliamı yapanlardan özür dileniyor. Asıl biz, Atalarımızdan, binlerce şehidimizden onların ruhunu hiçe sayanlar adına ve bunca yıl bu masalın ülkemiz üzerinde karabulut gibi dolaşmasına izin verdiğimiz için özür dilemeliyiz. Ne yazık ki, Türkiye’nin bütünlüğünü dinamitlemek isteyen bu emperyalist işbirlikçiler, bazı üniversitelerde ‘tarih profesörü’ olarak barınabiliyorlar. Büründükleri cüppeleri içerisinde genç beyinlere kötü emellerini aşılayabiliyorlar. Bunlar düpedüz hain. Tıpkı Mütareke Basını’ndaki Ali Kemaller, Refi Cevatlar gibi gibi…

*

25 yıl önceye dönersek üniversitelerimizde bugünlerin temelinin nasıl atıldığını görebiliriz:  

Şubat 1983’de 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 2301 ve 2766 sayılı kanunla değişik maddelerince özellikle sol görüşlü olduğu düşünülen 71 Üniversite personelinin YÖK tarafından görevlerinden uzaklaştırılmasına başlandı. Genelkurmayın açılamalarına göre toplam 4891 kamu personeli görevden alındı ve 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçent 1402’lik oldu. 1402’lik olmak istemediklerinden istifa yolunu seçenler dâhil edildiğinde sayının yaklaşık 20 bin olduğu öne sürülür. Bazı üniversiteler personel yokluğu nedeniyle bu yasa yüzünden zor duruma düştüler. Öte yandan, Prof. Orhan Aldıkaçtı ve Prof.Ergun Özbudun gibi öğretim üyeleri, 1982 Anayasası’nın hazırlanmasında görev aldıkları gibi darbe ile üniversite arasındaki ilişkiyi kuran kimseler oldular. Sekiz profesör ve iki doçentten oluşan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kurulu, 2 Aralık 1982 tarih ve 9 numaralı gündem maddesiyle, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e fahri hukuk doktoru diploması verilmesi kararını aldı. Peki, Kenan Evren bunu hak edecek ne yapmıştı, Sıralayalım:

Demokrasiye ‘DUR’ dediği dönemde 650 bin kişi gözaltına alındı, 210 bin dava dosyası açıldı, 7 bin kişi hakkında idam istemiyle dava açıldı, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 kişinin idam cezası onaylandı, 49 kişi idam edildi, yalnızca 171 kişinin işkence, 14 kişinin cezaevlerinde açlık grevi/ölüm orucunda sonucu öldüğü belgelendi, 94 bin 404 kişi örgüt üyeliğinden yargılandı, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi sakıncalı denilerek işten çıkarıldı, 40 bin ton yayın 937 film imha edildi, 23 bin 667 dernek kapatıldı ve geride sokaklarda, evlerinde, dağlarda katledilen çoğu belgelere dahi geçmemiş, katledilmeleriyle ilgili dava açılmamış yüzlerce kişi kaldı. Bu bilgiyi insan haklarının hiçe sayıldığı ülkemizde fikir sahibi olmalarına yardımcı olmak amacıyla bundan 25 yıl önce 15 ve altındaki yaşlarda olanlara sunuyoruz.

*

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, çok tartışılan bir isim. Öncelikle saldırgan kişiliğiyle ve bu kişiliğin altındaki yolsuzluk yaptığı iddialarıyla… CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu ile televizyon ekranlarının karşısına çıkan Gökçek saldırgan davranışlarından vazgeçmedi ama yolsuzluk iddiaları karşısında inandırıcı bir yanıt da veremedi. Sürekli Kılıçdaroğlu’nun sözünü kesti, konuşmaması için elinden ne geliyorsa ortaya koydu. Yüksek ses tonu, özensiz üslubuyla adeta meydan okumaya çalıştı. Haklı çıkmaya çalıştı ama bu defa olmadı… Programda ilk sözü alan Gökçek, Kılıçdaroğlu’nun doğalgaz sayaçlarına ilişkin iddialarını kanıtlamasını istedi. Kılıçdaroğlu ise konuşmasına, “Sayın Gökçek, tartışmadan kaçmam halinde, tüm Türkiye’deki billboard’ları, benim kaçak olduğumu ilan eden afişlerle donatacağını söyledi. Yapacak mıydınız gerçekten Sayın Gökçek?” diye sorarak başladı. Gökçek’in “Evet!” yanıtı üzerine, “Sadece İstanbul’da 6 bin 500 tane billboard var. Tanesi haftalık 3 bin 240 YTL. 2 milyon 104 bin 500YTL kirası sadece İstanbul’un. Bunu nereden ödeyecektin” dedi. Gökçek eveledi geveledi, yanıt veremedi. “Başka konuya kesinlikle saptırmam” diyebildi. Kılıçdaroğlu’nun sözünü hemen her sözcükte kesmeye çalıştı. Televizyon düellosunda dünyanın en pahalı doğal gaz sayacını Gökçek’in sattığı, 224,5 dolara alınan sayacın Ankara halkına 300 dolara satıldığı daha doğrusu soyulduğu belgelendi. “2008 yılın düellosu” olarak nitelenen Gökçek-Kılıçdaroğlu yüzleşmesini yöneten usta gazeteci Uğur Dündar da Gökçek’in davranışlarına isyan etti. “Bu kadar agresif bir üslupla konuşmaya devam eden, seyirci vicdanında mutlaka mahkum olur” değerlendirmesini yaptı. Aslında, “insanlar topraktan yaratılmıştır, her an çamurlaşabilirler” demek istemişti. Kim bilir belki de, “akıllı olup ta dünyanın kahrını çekeceğine, deli ol dünya senin kahrını çeksin” demek istemişti. Hesaplamalara göre 92 dakikalık toplam programda Gökçek 45 dakika 46 saniye konuşurken, Dündar 23 dakika 12 saniye, Kılıçdaroğlı ise 23 dakika 1 saniye söz alabildi. Yani Gökçek her ikisinin toplamı kadar konuştu. Sonuçta televizyonlardan Başkentin yönetimine 14 yıl yolsuzluklarla damgasını vuran bir Melih Gökçek geçti.   

*

Gökçek adı özellikle kömür’ü çağrıştırır. Ankaralılar kendisini ‘Kömür Gökçek’ olarak da anarlar. Kulakları çınlasın… Çünkü kömür ve gıda yardımları çeşitlenerek ve hız kazanarak devam ediyor… Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar, 2 odalı ahşap bir evde yaşayan 65 yaşındaki Hatice Gün’ün evine giderek bayram hediyesi olarak kuzine soba, 2,5 ton kömür, 300 YTL’lik çek ve çikolata verdi. Vali Akpınar, televizyon kameraları önünde takım elbisesiyle kuzine sobayı araçtan indirerek eve taşıdı. Korumasıyla birlikte eski sobayı kaldırarak yeni sobayı kurdu. Bu sırada, vakfa ait araçla getirilen 2,5 ton kömür evin önüne yıkıldı. Hediye yağmurunda şaşkına dönen Hatice Gül, baktı ki talih kuşu başına konumuş, eskiyen buzdolabının yerine yenisini alınmasını istedi. Vali Akpınar buzdolabı da alacağını söyledi, bu yıl 4 bin 868 kişiye toplam 860 bin YTL nakdi ve ayni yardım yaptıklarını, yoksulluğu yok ettiklerini belirtti. Oysa Vali’nin açıklaması Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun geçenlerde açıkladığı rakamlarla açıkça çelişiyordu: Türkiye’de yoksulluk oranı, 2007 yılında bir önceki yıla göre 0.75 puan artarak yüzde 18.56’ya çıkmış. 2007 yılında fertlerin yaklaşık yüzde 0.54’ü sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının, yüzde 18.56’sı ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Son nüfus sayımını dikkate aldığımızda Türkiye’de 380 bin kişi açlık sınırının altında, 13,1 milyon kişi ise yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu arada 17 Aralık 2008 günü itibariyle benzinden alınan vergilerin, rafineri çıkış fiyatına oranı yüzde 409!.. Evet tam yüzde 409’a çıktı. Bir başka deyişle benzin bedava olsa ve rafinerici, dağıtıcı, nakliyeci, bayi mal ve hizmet bedeli olarak hiç para alınmasa dahi, vergiler nedeniyle benzinin litresi, 1,92 YTL’den az olmayacak. Hal böyle iken iş-aş sağlaması beklenen hükümet vatandaşa kömür-gıda torbası dağıtıyor. Diyeceğimiz odur ki; 8 yılda az gittik uz gittik bir ampul boyu yol gittik…

*

57 yıl önce bugün;

31 Ocak 1952’de  Kelkit’ten bir grup yurttaş, cumhurbaşkanı, başbakan ve Gümüşhane milletvekillerine bir telgraf çekmişler. Demişler ki:

“Vilayeti: Gümüşhane; Kazası: Kelkit; Kaymakam: Yok; Doktor: Yok; Askerlik şubesi başkanı: Yok; Yargıç: Yok; Mal müdürü: Yok; Özel idare müdürü: Yok; Tapu sicil müdürü: Yok; Ortaokul müdürü: Yok; PTT müdürü: Yok. İşte biz böyle bir kazada Devleti Ali’nin yurttaşları olarak huzur ve güven içinde yaşıyoruz! ...”

*

2009 yılındayız… Güzel günler yaşayacağımıza ilişkin hiç bir belirti yok ne yazık ki... Yokluk yoksulluk çığ gibi büyüyor. Selanik/Karaferyeli, rahmetli anneannem, az kişinin gramofon sahibi olduğu yıllarda pikaba taş plağını koyar dinlerdi:

“Giyme aba poturunu/ dalgalar artacak Yusuf’um/dalgalar artacak? Demedim mi ben sana Yusuf’um/ Kayığımız batacak!”

 

Sağlıkta, huzurda, mutlulukta kalınız…