• ANAFİLYA YAZILARI
1 Ocak 2009 gününe çığlık çığlığa girdik…
Ankara’da denetimsiz doğalgaz borusu, 7 genci çığlık
çığlığa aldı aramızdan. Ardından İstanbul’un
Bahçelievler semtinde eli satırlı ve silahlı bir şehir
eşkıyası yılbaşı gecesi bir parkta içki içen üç gence
saldırdı. Biri yaşamını yitirdi çığlık çığlığa.
Ve Gazze’den yükselen 1 Ocak çığlıkları…
Ölü sayısı 800’ü geçti. Binlerce yaralı. Hastanelerde
ilaç yok, yeterli doktor yok. Yatak yok, hemşire yok.
İsrail vuruyor, öldürüyor, dünya suskun…
Derken, Ergenekon tuz biber ekti… Bu kez, şok dalgaların
kapsamı o kadar geniş ki, altı ayrı ilde operasyon
düzenlendi. Tam 37 kişi gözaltına alındı. Eski MGK Genel
Sekreteri e. Org. Tuncer Kılınç, YÖK eski Başkanı Prof.
Dr. Kemal Gürüz, Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı
Sabih Kanadoğlu, 2. Ordu eski Komutanı, e. Orgeneral
Kemal Yavuz, Bağımsız Cumhuriyetçi Partisi Genel Başkan
Yardımcısı Engin Aydın, TV ekranlarından ve
kitaplarından tanıdığınız Prof. Dr. Yalçın Küçük ve
yurtdışından geldiğinde gözaltına alınacak olan İstek
Vakfı Başkanı, Yeditepe Üniversitesi Kurucu Başkanı,
İstanbul eski Belediye Başkanı Bedrettin Dalan. Emekli
Orgeneraller Tuncer Kılınç ve Kemal Yavuz Atatürkçü ve
28 Şubat döneminin etkin konumdaki askerleri. Prof.
Kemal Gürüz, yine 28 Şubat döneminin Atatürkçü YÖK
Başkanı. Onursal Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih
Kanadoğlu, en kritik dönemde görev yapmış olan ve AKP
hakkındaki kapatma davasında ve Cumhurbaşkanı seçiminde
hukuki yorumlarıyla toplumda önemli etkiler yaratmış
olan kişi. Bu şok dalga acaba 28 Şubat’ın izlerini mi
silmeyi amaçlıyor? En azından bu satırların sahibi bunu
bilmiyor! Sadece bir kuşku bizimki! Hem kuşku hem de
kaygı… Genelkurmay eski Hukuk Müşaviri e. Hâkim
Tümgeneral Erdal Şenol ile eski Özel Harekât Dairesi
Başkanı İbrahim Şahin bu dalgaya nasıl kapıldılar? Onu
da bilemiyoruz (!).
Öte yandan Devlet eliyle Kürtçe yayın kanalı açılması
konusunda bayram yapılırken, bunun nereye varacağını
kimse hesap etmedi. Yeniden Diyarbakır Belediye
Başkanlığına adaylığını koyan Osman Baydemir, nereye
varmak istediklerini açıkça söyledi: “Bu halkın
dilini, kültürünü ve kimliğini tanımayanlar, 20 yıl
sonra kabul ettiler. Bir gün bu torakları da
tanıyacaklar.” Yüksek sesle vatanın bölüneceğini
haykırdı Baydemir. Şimdi Ergenekon’a dönelim de bakalım,
bunları söyleyen şahıs sorguya çekiliyor mu? Hayır.
Gözaltına alınıyor mu? Hayır… Ama, Yargıtay Onursal
Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu ve eski MGK Genel
Sekreteri e. Org. Tuncer Kılınç ile emekli Ordu Komutanı
Kemal Yavuz içeri alınıyor. İşte bizi asıl şok eden
uygulamalar bunlar! Hukukun üstünlüğüne inananların,
Devletine ve milletine bağlı olanların üzerinden
götürülen bu baskıcı dalgalar nereye kadar gidecek
bilinmez ama (!), yeni yıl işte böyle geldi. Çığlık
çığlığa…
*
İçerideyse önceki yıllarda olduğu gibi yazgımızı yine
Başbakan RTE belirledi. Başbakan: Tezkere geçmezse
memura maaş ödeyemeyiz” dedi. Tezkere reddedildi.
Dışişleri Bakanlığı genelgesi ile silahlar Türkiye
üzerinden geçti.
- Ekonomi büyürken işsizlik, cari açık verilirken döviz
kuru arttı.
- GSMH artarken KDV tahsilâtı yerinde saydı.
- Başbakan zam isteyen memura, “IMF’yi ikna edin…”
dedi. İthalat 100 milyar doları aştı, cari açığın
üstünde borçlanma yapıldı. Düşük faizli dış borç, yüksek
faizli iç borçla ödendi.
- Domuz kesimlik hayvanlar arasına alındı. Domuzlar
sevindi!
- Yunan kilise bankası Türkiye’de banka satın aldı.
- İletişim sektörünün tamamı yabancıların eline geçti.
- Petrol kanunu ile yabancılara 50 yıllık imtiyaz
verildi. Yabancı rantiyecilere vergi muafiyeti tanındı.
Yabancılara toprak satışında rekor kırıldı. Başbakan,
“Toprak satılıyorsa alıp götürmüyorlar” dedi.
- Başbakan ve Dışişleri Bakanı İslamiyeti yok etmeye
yemin eden bir Papa’nın heykeli önünde fotoğraf
çektirdi. Bir Yahudi kuruluşu olan ‘St.John’s
University’ Başbakana “Üstün Cesaret Ödülü” verdi. 742
kilise koruma kapsamına alınarak ‘haç’a kavuştu. Kilise
ve havralar imar planında yer aldı. Bir cami kiliseye
çevrildi.
- Türk askerinin başına ABD güçlerince çuval geçirildi.
- Filistin-İsrail arabuluculuğuna soyunan Başbakan
Erdoğan, İsrail’de Ramallah sınır kapısında içeri
alınmadı.
- “Bir dönem dini kullandık”
diyen Başbakan, Müslüman topraklarını işgal eden ABD
askerlerinin evlerine sağ salim dönmeleri için dua
ettiğini açıkladı.
* İslam dünyasının sınırlarlını değiştirecek BOP’un eş
başkanı oldu.
* Yapılan ihalede önce uçak istedi ama sonra Mercedes’e
razı oldu.
* “Türkiye’yi pazarladığını”
açıkladı.
* Çiftçilere “Gözünü toprak doyursun” dedi.
* “Borç yiğidin kamçısıdır”
diyerek borçlanmayı bir başarı olarak gösterdi. “Odun
kömür dağıtarak halkı sadaka almaya alıştırıyorsunuz”,
diyenlere: “Töremizde sadaka verme kültürü vardır,”
dedi.
* Eyalet sistemi öngördü. “Türklük bir alt kimliktir”
dedi.
* TMSF katkısıyla bu kadar çok ve gazete yönlendirdi.
- İsrailli bir işadamına çok gizli bir şekilde 800
milyon dolar kaynak aktarıldı.
- Çiftçi ve emekliden vergi alınması sözü verildi.
Fındık üreticileri en büyük mitingi yaptı. Tarımsal
üretimde dış ticaret açığı ortaya çıktı. Kap-kaç diye
bir sektör türedi.
- Başbakan Danışmanı Amerikalılara Başbakan için “Bu
adamı kullanın, onu süpürmeyin” dedi.
- Yoksullar arttı. Okula gidemeyenler çoğaldı. Başbakan
“kriz teğet geçti”, dedi. Oğlu, imkansızlıklardan
burslu okudu, sağlığı elverişsiz olduğundan askere gidip
yan gelip yatmadı! Armatör oldu…
*
İngiliz The Economist Dergisi Türkiye’deki iktidarın
ülkeye getirdiği felaketi görmüş olmalı ki özel bir
değerlendirmeye yer verdi:
“Erdoğan, ani tepkiler veren, her işe karışan ve türbanı
üniversitelerde serbest bırakmaya çalışarak askerleri
kışkırtan bir kimliğe büründü. Yavaş yavaş bütün
seçmenlere yabancılaştı. AKP’nin bulaştığı yolsuzluk
olaylarıyla da kredisi giderek azaldı. AKP, sandığa
gömülen eski partilere benzemeye başladı.”
Başbakan Erdoğan’ın izlediği politikaları “Endişe verici
Erdoğan” başlıklı iki sayfalık bir makalede
değerlendiren derginin bu görüşünün altına, ülkede
yaşayan öngörü sahibi vatandaşlar imza atarken Erdoğan
merak edilen yanıtını verdi: “Milletim bunları
yutmaz…”
İlginç deyişleriyle, engin ekonomi ve felsefe
donanımıyla (!) Başbakan’ın ruh halini çözümlemek çok
güç. Erdoğan bu haliyle olsa olsa ünlü İngiliz yazar
Shakespeare’in tanımına uyuyor:
“İnsanların çoğu sevmekten korkuyor,
kaybetmekten korktuğu için.
Düşünmekten korkuyor,
sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor,
eleştirilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor,
gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor,
dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve… Ölmekten korkuyor,
aslında yaşamayı bilmediği için.”
*
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın akıl almaz “Kara
çarşaf” açılımı Cumhuriyet ilkelerine yürekten bağlı
olan vatandaşları adeta şok etti. Oysa Atatürk, 84 yıl
önce 1925’de, İnebolu gezisinde karşısında çarşaflı
kadınları görünce kılıklarının nasıl olması gerektiğini
şöyle açıklamıştı:
“Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez,
peştamal veya buna benzer bir şeyler sararak yüzünü,
gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı arkasını
çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu davranış neyi
gösterir? Medeni bir millet anası, medeni bir millet
kızı için bu garip şekiller, bu vahşi vaziyet nedir? Bu
hal milleti çok gülünç gösterir ve derhal düzeltilmesi
lazımdır!”
Atatürk’ün kurduğu partinin bugünkü Genel Başkanı Baykal
anlaşılan, ya Atatürk’ü anlamamış ya da anlayamamış.
Yazık!
*
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Şevki Aydın, bir süre
önce kanayan yaramıza parmak basarak, “Kadını
cehaletin karanlığına gömdük, şimdi sorun yaşıyoruz”
demişti. Çok geçmedi Konda Şirketi’nin yaptığı “Kadının
İnsan Hakları” konulu geniş araştırmasının sonuçları
duyuruldu: Kadınlarımızın yüzde 10’u hiç okuma yazma
bilmiyor, yüzde 50’si ilkokul mezunu, yüzde 55’i “Neden
okuldan ayrıldın?” sorusuna “Büyüklerim istedi” diyor,
yüzde 7,5’i ise evlendirilmek üzere okuldan alındığını
söylüyor. Kadınların yüzde 60’ı sokağa çıkmak için izin
almak zorunda… Üç kadından ikisi, istemediği kişiyle
evlendiriliyor. Zorla evlendirilenlerin oranı yüzde 7
dolayında. Uzmanlara göre, Türkiye’de her üç kadından
biri şiddete uğruyor. Şiddet, “Kadınlara fiziksel,
cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren ve
verebilecek olan, cinsiyete dayanan bir eylem veya bu
tür eylemlerle tehdit etme, zorlama ve dayak” olarak
tarif ediliyor. Son yıllarda Türkiye’de kadına fiziksel
şiddettin arttığı görülüyor. Namus ve töre adına
işkence, öldürme, intihara zorlama oranı yüzde 25 artmış
durumda… Eğitimsiz kadının ekonomik özgürlüğü de
olmuyor. Yoksulluk ve geleneklerin ağır baskısı şiddet
görmelerine neden oluyor. Bu kötü gidişe dur
diyebilecek, kadının özgürlüğünü çağdaş giyimde, çağdaş
düşüncede birleştiren, ülkenin kurtuluşunun sosyal
gelişim ve ekonomik bağımsızlığın kazanılmasıyla
önlenebileceğini düşündüğümüz CHP ne yazık ki kara
çarşafa sarılıyor.
*
Türkiye Cumhuriyetinin her milimetresinde, Atatürk’ün
bir eseri vardır, sesi vardır, nefesi vardır… Var
oluşumuz, Kurtuluş’tan Cumhuriyet’e onun izlerini taşır.
Yoktan doğmuştur Türkiye Cumhuriyeti… İşte geçmişten
alıntılar:
Refi Cevat (Ulunay)… Bundan tam 90 yıl önce yayımlanan
Alemdar gazetesinin 6 Ocak 1925 tarihli sayısında şöyle
diyor:
“Siyasette hangi yol? İngiltere’nin eğilim duyduğu taraf
şimdiye kadar siyasetin hiçbir safhasında hiç iflas
etmemiştir, edemez. Menfaatimizi, İngiltere’nin
müttefikleriyle bize açacakları ana siyasette
görüyoruz.”
Refi Cevat başta Ali Kemal olmak üzere Mütareke Basını
olarak adlandırılan grubun önde giden yazarlarındandı.
Sait Molla, Mustafa
Sabri Efendi, Mehmet
Asım gibi
gazeteci ve yazarların da aralarında bulunduğu Mütareke
Basını, Milli Mücadele’ye karşı tavırlarıyla tanındılar. Damat
Ferit Paşa’nın İngiltere ile dostane
işbirliğini savunan Hürriyet
ve İtilaf Fırkası politikalarını
desteklediler, ‘Türk Milleti’ kavramını itici buldular
onun yerine ‘Osmanlı Halkları’ fikrinin devam
ettirilebileceğini savundular. Türk milletini Anadolu’da
yaşayan, sadece tarım ve hayvancılıkla uğraşan, tahsili
ve bir zanaatı olmayan köylüler olarak tanımladılar. Bu
insanların Düvel-i Muazzama (büyük ülkeler) karşısında
varlık gösteremeyeceğini bu yüzden büyük devletlerle
Mondros Mütarekesi çerçevesinde ilişkilerin
sürdürülmesini savundular. Bunlardan
birisi olan Mustafa Sabri Efendi, “İki
paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek
İngilizlerin, Fransızların ve sair devletlerin
İstanbul’dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin
idam ettiği Türk aklı kabul edebilir” demişti.
Yazar bozuntusu Refi Cevat, Atatürk’ün vatanı kurtarmaya
soyunduğunu duyduğu 12 Mart 1919 günü şunları yazdı:
“Sehpalar bu adamlara lâyık değildir. Koparılması lâzım
gelen bu kafalar kütükler üzerinde kesilip günlerce
ibret taşında kalmalı.”
Ertesi gün daha da ileri gitti: “Tutuklamalar
gözümüzü doyurmadı. Daha çok şiddet! Daha çok şiddet!
Daha çok şiddet!”
İngiliz yanlısı Refi Cevat; 21 Nisan 1919 tarihli
yazısında:
“İngilizleri bekliyoruz. Türkler kendi güçleriyle adam
olamaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak.
İngiliz mandası için İstanbul’da 24 saat içinde 40 bin
imza toplandı”, dedi.
Atatürk’ün Samsun’a çıkışından 3 gün sonra, halk, vatanı
kurtarma coşkusu içindedir… Gelen haberlerden rahatsız
olan Refi Cevat 22 Mayıs 1919 günü şöyle yazar:
“Biraz nur, biraz hayat: Elde kuvvet olmadıktan sonra
‘son neferimize kadar hayatımızı feda ederiz’ demek
faydasızdır. Şimdiye kadar çok öldük. Artık ölmeyeceğiz.
Acele yardıma ihtiyacımız var. İngiltere uzanacağımız
dost eli tutacaktır. Son kozumuzu ortaya fırlatıyoruz.
Bizi takviye etmesini istediğimiz İngiltere’nin Doğu
ile, özellikle memleketimizle büyük bir ilgisi vardır.”
Kurtuluş Savaşı başlamış, Türk ordusu adım adım
ilerlemektedir… Tutsak Osmanlı sessiz oturmaktadır. Refi
Cevat 16 Mart 1920 günü, aciz İstanbul hükümetine
seslenir: “Azimli bir hükümet, temiz bir elle Kuvay-ı
Milliye adı altına sığınan bu haydutların kafasına neden
bir yumruk indirmiyor?”
Ve Atatürk, Türk halkının yazgısını belirlerken,
şaşkınlıktan gözleri beleren; Refi Cevat, gazetesinden
20 Mart 1920 günü şu soruyu yöneltir: “Nereye
Gidiyoruz? Zavallı memleketimizin felâketi son
derekesini buldu… Anadolu'da Celâlîler gibi türeyen
sergerdeler kuvveti zavallı milleti kana ve ateşe
boğuyor… İtilaf Devletleri hükümetin bu canilere karşı
eli bağlı durmasını zayıflık ve acizlik değil, belki
fikren o kuvvetlerle ortak bulunmasına bağladıklarını
kabul etmelidir ki bunun en ağır ve en yaman cezalarını
da yine bu kötü talihli millet çekmektedir.”
Ali Kemal de, Refi Cevat gibi Milli Mücadele düşmanıdır.
Türk Tarihi’nde “Mütareke Basını” deyiminin sembolü
olmuş bir kişisidir. Onun için kurtuluş, İngiliz
mandasını kabul etmektir. 7 Ağustos 1919 günü yazarı
olduğu Peyam-ı Sabah gazetesinden şöyle seslenir: “Bu
sayede İngilizler zabıtamızı, adliyemizi, maliyemizi,
bayındırlığımızı düzenleyecekler ve Türkler de geleceğin
kaygısından uzak kalarak yaratılıştan gelen ve
kalıtımsal meziyetlerini, yeteneklerini geliştirmeye
muvaffak olacaklardır.” Tarih 20 Nisan 1920 gününü
gösterdiğinde iyice coşar: “Kuyucu Murat Paşa,
Celâlîlere nasıl muamele etmişse, Kuvay-ı Milliye’ye de
öyle muamele edilmelidir. Maiyetindekilerin yakında,
zorba yamağı Cafer Tayyar şaklabanını, elini kolunu
bağlayıp Hükümete teslim etmesi beklenir. Saltanata
bağlı halim selim Anadolu halkı da Mustafa Kemal
şakisine haddini bildirecek.”
Yazı yazıyı kovalar… Gerici, yobaz Ali Kemal 13 Aralık
1921 tarihli yazısında adeta haykırır: “Bu devletin
çöküşünü durdurmak için yine Saltanat’a ve Hilâfet’e bel
bağlamalıyız.”
Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah’ta 10 Eylül 1922’de
yayımlanan son yazısındaki “Gayelerimiz Birdi ve Birdir”
başlığı dikkat çekicidir. Bu yazıda, hem zafere
sevindiğini belirtir hem de hâlâ aynı görüşte olduğunu
ifade eder. Ancak ertesi gün, 11 Eylül 1922’de gazeteden
atılır. Gazetenin sahibi Mihran Efendi, gazetenin
‘Peyam’ olan adını ‘Sabah’ olarak değiştirir. Ali
Kemâl’i kovduktan sonra 13 Eylül 1922 tarihli sayısında
Mustafa Kemâl’e “Başkumandanımız” diyerek yanaşır,
Ankara’nın yanında yer alır. Yine de başına bir iş
gelmesinden korkar… Her şeyini satar savar, Avrupa’ya
kaçar. Ali Kemâl ise, Eylül 1922’de bir berberde
yakalanır Ankara’ya götürülürken mola verilen İzmit’te
öldürülür. Cumhuriyet’in kuruluşunda ‘Mütareke
Basını’nın simgesi bu isimler çok önemlidir.
*
Ne yazık ki tarih bu gün de Mütareke Basını’nı
aratmayacak girişimlere tanık oluyor. Şimdi “Ermeni
soykırımını kabul edelim” diyenler türedi. Durduk yerde
kurumuş boka su dökerek “Özür diliyorum” kampanyası
başlattılar (!).
Kendilerini aydın olarak niteleyen bu zavallıların,
hazırladıkları metninde,
“1915’te Osmanlı Ermelileri’nin maruz kaldığı Büyük
felaket’e duyarsız kalmasını, bunun inkâr edilmesini
vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor,
kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını
paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” sözleri
yer alıyor. Yıllardır soykırımla suçlanmış, bu nedenle
birçok Avrupa ülkesi tarafından dışlanmış ülkemizin
işlemediği bir suçu kabul etmesine çanak tutan bu
girişimin, en azından tarih açısından doğru
değerlendirilmediği için; eksik, tek yanlı ve
“talihsiz” bir girişim olduğunu gerçek aydınlarımız,
tarih sorumlusu araştırmacılarımız ve sağduyulu Ermeni
vatandaşlarımız biliyorlar. Karşıt
görüşlülerin bu bildiriyi hazırlamaları utanç vericidir.
Peki, kimlerdir bunlar?
Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet
İnsel, AÜ. SBF öğretim üyesi Prof. Dr. Baskın Oran,
Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Cengiz Aktar
ve gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu’nun öncülüğünde
başlatılan bu çirkin kampanya’da ne yazık ki bildik,
tanıdık isimler de yer alıyor: Adalet Ağaoğlu,
Ali Nesin, Oral Çalışlar, Perihan Mağden, Asaf Savaş
Akat, Neşe Düzel, Barış Pirhasan, Derya Alabora, Tarhan
Erdem, Ertuğrul Kürkçü, Tuna Kiremitçi, Enis Batur,
Halil Berktay, İbrahim Betil, Murat Belge, Cengiz
Çandar, Gencay Gürsoy vb.
Konuyu araştıran Yılmaz Dikbaş, “Tabuta Çakılan Son
Çivi” (Asya Şafak Yayınları, İstanbul, 5. Baskı)
adlı eserinde “Özür Dileyenler”in AB’den aldıkları
hibeleri açıklıyor. Bazılarını aktaralım:
Prof. Dr. Ahmet İnsel (Helsinki Yurttaşlar Derneği)
107,414,- Avro
Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu (Çağdaş Yaşamı Destekleme
Derneği) 193.548.73 Avro
Mine Kırıkkanat (Gazeteci Yazar) 70,000,- Avro
Prof. Dr. Atilla Yayla (Liberal Düşünce Derneği)
449.620.40 Avro
Şerafettin Elçi (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,-
Avro
Ertuğrul Kürkçü (İPS İletişim Vakfı) 809,760,- Avro
Prof. Dr. Halil Berktay (Helsinki Yurttaşlar Derneği)
107,414,- Avro
Etyen Mahçupyan (Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı)
1.032.921.35 Avro
Mehmet Ali Birand (Helsinki Yurttaşlar Derneği)
107,414,- Avro
Adalet Ağaoğlu (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,-
Avro
MAZLUMDER, 81.735.15 Avro
Murat Belge (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,- Avro
Boşuna denmemiş hayatta her şeyin bir bedeli vardır
diye... Demek ki ruhunu satan sadece Faust değilmiş...
Yukarıda kimilerini sıraladığımız malum kişilerin yanı
sıra okumadan, düşünmeden kendince yüzeysel
bilgileriyle, çorbada tuzu olsun, diye, imza atanların
bu bildirisi tepkiyle karşılandı. ‘Ben yaptım, oldu’
teranesini yutan olmadı. Her dönemin adamlarının güçleri
Türk halkının özgüvenini sarsmaya yetmedi. Sokaktaki
vatandaş öfkelendi. CHP’li Canan Arıtman, “Özür
Diliyorum” kampanyasına yaklaşımı için Cumhurbaşkanı
Gül’ü, yani en yüksek makamı eleştirdi.
Başbakan Erdoğan, “Herhalde onlar böyle bir soykırım
işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye
Cumhuriyeti’nin böyle bir sorunu yok” diyebildi
neyse ki. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın bir
değerlendirmesine rastlanmadı. Devlet adına da bir
açıklama yapılmadı. Ama kampanya giderek komik bir hal
aldı. Şarkıcı olduğu belirtilen İngiliz vatandaşı Peter
Gabriel’in de imzacı olduğu açıklandı. Peter Gabriel
kim? Bizce hiç de şaşırtıcı değil… Osmanlı Bankası’nı
ellerinde bombalar ve tabancalarla basıp önlerine çıkanı
öldüren Hınçak teröristlerini özel yatına bindirip
kaçıran kimlerdi, diye sorulunca yanıt kendiliğinden
ortaya çıkıyor: Zamanın İngiliz büyükelçisi! Yani
emperyalist güçler… Amerika’yı, Rusya’yı, Fransızları
saymaya gerek yok.
Ermeni soykırımının senaryodan ibaret olduğu gerçeği
Devlet arşivlerimizdeki belgelerle kanıtlandı. 1906-1922
yılları arasında Anadolu’da ve Kafkaslar’ da 514.255
vatandaşımız ile sayı tespiti yapılamayan onlarca
köylümüzün Ermeniler tarafından katledildiği bilgisi
belgelerde yer almasına karşın, katliamı yapanlardan
özür dileniyor. Asıl biz,
Atalarımızdan, binlerce şehidimizden onların ruhunu hiçe
sayanlar adına ve bunca yıl bu masalın ülkemiz üzerinde
karabulut gibi dolaşmasına izin verdiğimiz için özür
dilemeliyiz. Ne yazık ki, Türkiye’nin
bütünlüğünü dinamitlemek isteyen bu emperyalist
işbirlikçiler, bazı üniversitelerde ‘tarih profesörü’
olarak barınabiliyorlar. Büründükleri cüppeleri
içerisinde genç beyinlere kötü emellerini
aşılayabiliyorlar. Bunlar düpedüz hain. Tıpkı Mütareke
Basını’ndaki Ali Kemaller, Refi Cevatlar gibi gibi…
*
25 yıl önceye dönersek üniversitelerimizde bugünlerin
temelinin nasıl atıldığını görebiliriz:
Şubat 1983’de 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 2301 ve
2766 sayılı kanunla değişik maddelerince özellikle sol görüşlü
olduğu düşünülen 71 Üniversite personelinin YÖK
tarafından görevlerinden uzaklaştırılmasına başlandı. Genelkurmayın açılamalarına
göre toplam 4891 kamu personeli görevden alındı ve 38 profesör,
25 doçent,
10 yardımcı doçent 1402’lik oldu. 1402’lik olmak
istemediklerinden istifa yolunu seçenler dâhil
edildiğinde sayının yaklaşık 20 bin olduğu öne sürülür.
Bazı üniversiteler personel yokluğu nedeniyle bu yasa
yüzünden zor duruma düştüler. Öte yandan, Prof. Orhan
Aldıkaçtı ve Prof.Ergun Özbudun gibi öğretim üyeleri,
1982 Anayasası’nın hazırlanmasında görev aldıkları gibi
darbe ile üniversite arasındaki ilişkiyi kuran kimseler
oldular. Sekiz profesör ve iki doçentten oluşan İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kurulu, 2 Aralık 1982 tarih
ve 9 numaralı gündem maddesiyle, Cumhurbaşkanı Kenan
Evren’e fahri hukuk doktoru diploması verilmesi kararını
aldı. Peki, Kenan Evren bunu hak edecek ne yapmıştı,
Sıralayalım:
Demokrasiye ‘DUR’ dediği dönemde 650 bin kişi gözaltına
alındı, 210 bin dava dosyası açıldı, 7 bin kişi hakkında
idam istemiyle dava açıldı, 517 kişiye idam cezası
verildi, 259 kişinin idam cezası onaylandı, 49 kişi idam
edildi, yalnızca 171 kişinin işkence, 14 kişinin
cezaevlerinde açlık grevi/ölüm orucunda sonucu öldüğü
belgelendi, 94 bin 404 kişi örgüt üyeliğinden
yargılandı, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı, 30 bin
kişi sakıncalı denilerek işten çıkarıldı, 40 bin ton
yayın 937 film imha edildi, 23 bin 667 dernek kapatıldı
ve geride sokaklarda, evlerinde, dağlarda katledilen
çoğu belgelere dahi geçmemiş, katledilmeleriyle ilgili
dava açılmamış yüzlerce kişi kaldı. Bu bilgiyi insan
haklarının hiçe sayıldığı ülkemizde fikir sahibi
olmalarına yardımcı olmak amacıyla bundan 25 yıl önce 15
ve altındaki yaşlarda olanlara sunuyoruz.
*
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, çok
tartışılan bir isim. Öncelikle saldırgan kişiliğiyle ve
bu kişiliğin altındaki yolsuzluk yaptığı iddialarıyla…
CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu ile televizyon
ekranlarının karşısına çıkan Gökçek saldırgan
davranışlarından vazgeçmedi ama yolsuzluk iddiaları
karşısında inandırıcı bir yanıt da veremedi. Sürekli
Kılıçdaroğlu’nun sözünü kesti, konuşmaması için elinden
ne geliyorsa ortaya koydu. Yüksek ses tonu, özensiz
üslubuyla adeta meydan okumaya çalıştı. Haklı çıkmaya
çalıştı ama bu defa olmadı… Programda ilk sözü alan
Gökçek, Kılıçdaroğlu’nun doğalgaz sayaçlarına ilişkin
iddialarını kanıtlamasını istedi. Kılıçdaroğlu ise
konuşmasına, “Sayın Gökçek, tartışmadan kaçmam
halinde, tüm Türkiye’deki billboard’ları, benim kaçak
olduğumu ilan eden afişlerle donatacağını söyledi.
Yapacak mıydınız gerçekten Sayın Gökçek?” diye
sorarak başladı. Gökçek’in “Evet!” yanıtı üzerine,
“Sadece İstanbul’da 6 bin 500 tane billboard var. Tanesi
haftalık 3 bin 240 YTL. 2 milyon 104 bin 500YTL kirası
sadece İstanbul’un. Bunu nereden ödeyecektin” dedi.
Gökçek eveledi geveledi, yanıt veremedi. “Başka
konuya kesinlikle saptırmam” diyebildi.
Kılıçdaroğlu’nun sözünü hemen her sözcükte kesmeye
çalıştı. Televizyon düellosunda dünyanın en pahalı doğal
gaz sayacını Gökçek’in sattığı, 224,5 dolara alınan
sayacın Ankara halkına 300 dolara satıldığı daha doğrusu
soyulduğu belgelendi. “2008 yılın düellosu” olarak
nitelenen Gökçek-Kılıçdaroğlu yüzleşmesini yöneten usta
gazeteci Uğur Dündar da Gökçek’in davranışlarına isyan
etti. “Bu kadar agresif bir üslupla konuşmaya devam
eden, seyirci vicdanında mutlaka mahkum olur”
değerlendirmesini yaptı. Aslında, “insanlar topraktan
yaratılmıştır, her an çamurlaşabilirler” demek
istemişti. Kim bilir belki de, “akıllı olup ta dünyanın
kahrını çekeceğine, deli ol dünya senin kahrını çeksin”
demek istemişti. Hesaplamalara göre 92 dakikalık toplam
programda Gökçek 45 dakika 46 saniye konuşurken, Dündar
23 dakika 12 saniye, Kılıçdaroğlı ise 23 dakika 1 saniye
söz alabildi. Yani Gökçek her ikisinin toplamı kadar
konuştu. Sonuçta televizyonlardan Başkentin yönetimine
14 yıl yolsuzluklarla damgasını vuran bir Melih Gökçek
geçti.
*
Gökçek adı özellikle kömür’ü çağrıştırır. Ankaralılar
kendisini ‘Kömür Gökçek’ olarak da anarlar. Kulakları
çınlasın… Çünkü kömür ve gıda yardımları çeşitlenerek ve
hız kazanarak devam ediyor… Bolu Valisi Halil İbrahim
Akpınar, 2 odalı ahşap bir evde yaşayan 65 yaşındaki
Hatice Gün’ün evine giderek bayram hediyesi olarak
kuzine soba, 2,5 ton kömür, 300 YTL’lik çek ve çikolata
verdi. Vali Akpınar, televizyon kameraları önünde takım
elbisesiyle kuzine sobayı araçtan indirerek eve taşıdı.
Korumasıyla birlikte eski sobayı kaldırarak yeni sobayı
kurdu. Bu sırada, vakfa ait araçla getirilen 2,5 ton
kömür evin önüne yıkıldı. Hediye yağmurunda şaşkına
dönen Hatice Gül, baktı ki talih kuşu başına konumuş,
eskiyen buzdolabının yerine yenisini alınmasını istedi.
Vali Akpınar buzdolabı da alacağını söyledi, bu yıl 4
bin 868 kişiye toplam 860 bin YTL nakdi ve ayni yardım
yaptıklarını, yoksulluğu yok ettiklerini belirtti. Oysa
Vali’nin açıklaması Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun
geçenlerde açıkladığı rakamlarla açıkça çelişiyordu:
Türkiye’de yoksulluk oranı, 2007 yılında bir önceki yıla
göre 0.75 puan artarak yüzde 18.56’ya çıkmış. 2007
yılında fertlerin yaklaşık yüzde 0.54’ü sadece gıda
harcamalarını içeren açlık sınırının, yüzde 18.56’sı ise
gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının
altında yaşıyor. Son nüfus sayımını dikkate aldığımızda
Türkiye’de 380 bin kişi açlık sınırının altında, 13,1
milyon kişi ise yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu
arada 17 Aralık 2008 günü itibariyle benzinden alınan
vergilerin, rafineri çıkış fiyatına oranı yüzde 409!..
Evet tam yüzde 409’a çıktı. Bir başka deyişle benzin
bedava olsa ve rafinerici, dağıtıcı, nakliyeci, bayi mal
ve hizmet bedeli olarak hiç para alınmasa dahi, vergiler
nedeniyle benzinin litresi, 1,92 YTL’den az olmayacak.
Hal böyle iken iş-aş sağlaması beklenen hükümet
vatandaşa kömür-gıda torbası dağıtıyor. Diyeceğimiz odur
ki; 8 yılda az gittik uz gittik bir ampul boyu yol
gittik…
*
57 yıl önce bugün;
31 Ocak 1952’de
Kelkit’ten bir grup yurttaş, cumhurbaşkanı, başbakan ve
Gümüşhane milletvekillerine bir telgraf çekmişler.
Demişler ki:
“Vilayeti: Gümüşhane; Kazası: Kelkit; Kaymakam: Yok;
Doktor: Yok; Askerlik şubesi başkanı: Yok; Yargıç: Yok;
Mal müdürü: Yok; Özel idare müdürü: Yok; Tapu sicil
müdürü: Yok; Ortaokul müdürü: Yok; PTT müdürü: Yok. İşte
biz böyle bir kazada Devleti Ali’nin yurttaşları olarak
huzur ve güven içinde yaşıyoruz!
...”
*
2009 yılındayız… Güzel günler yaşayacağımıza ilişkin hiç
bir belirti yok ne yazık ki... Yokluk yoksulluk çığ gibi
büyüyor. Selanik/Karaferyeli, rahmetli anneannem, az
kişinin gramofon sahibi olduğu yıllarda pikaba taş
plağını koyar dinlerdi:
“Giyme aba poturunu/ dalgalar artacak Yusuf’um/dalgalar
artacak? Demedim mi ben sana Yusuf’um/ Kayığımız
batacak!”
Sağlıkta, huzurda, mutlulukta kalınız… |