Konya'da Savaş Arpacıoğlu ile, Ekim 2011

 
   
 

• ANAFİLYA YAZILARI
 

— Sevgili Selim Esen, yaşamınız süresince önemli görevlerde bulundunuz. Özellikle gazetecilik ve televizyonculukta etkin çalışmalarınız oldu, bu alanlarda başarılara imza attınız. Size ilk sorum şu olacak: Dünyamız, bitmez tükenmez savaşlar nedeniyle yaşanılmayacak duruma geldi. Açlık, yoksulluk, kıyımlar, gündelik olaylar halinde. Kazanç hırsıyla doğanın hiçe sayıldığı sanayileşme sonucunda çevre dengesi bozuldu. Gelecek adına bizi karamsarlığa götüren bu acımasız gidişi durdurma olanağı var mı? Neler yapılabilir?      

 

—Eric John Ernest Hobsbawn. Yüzyılımızın en önemli tarihçilerinden biri. 91 yaşında, Marksist. Mısır doğumlu. Yaşamı Viyana, Berlin, Londra ve Cambridge gibi farklı şehirlerde geçti. Hobsbawn, toplumsal yapıların ve toplumsal değişim süreçlerinin altını çizen, sosyal bilim yönelimli, tarih anlayışının önde giden temsilcilerinden. Diyor ki:

                “20. yüzyıl, yazılı tarihin en caniyane yüzyılıdır. Onun yarattığı savaşların duracağına ilişkin bir işaret henüz yok. Ama yine de, umutlar ve tutkular olmaksızın insanlık bir değer taşımaz.”

                Antonio Polito’yla yaptığı söyleşilerin yer aldığı “Yeni Yüzyılın Eşiğinde” adlı kitabında Hobsbawn, küreselleşmenin inanılmaz biçimde tırmandığı günümüzde, 20. yüzyıl boyunca olduğu gibi, bugün de olumsuzlukları kontrol edebilecek ya da çözüme kavuşturabilecek bir otoritenin olmadığının altını çiziyor.

                Tarih, dünyada ne olup bittiğini onsuz anlayamayacağımız bir araç. Bu nedenle, insan yaşamını, çevre ile ilişkilendirmeden çözüm yolları üretmenin olanaklı olmadığını düşünüyorum. Bunun için Hobsbawn’ın değerlendirmesiyle söze girmek istedim.

                Evet, gerçekten de geçtiğimiz yüzyıl bir “Savaşan Dünya” idi. 20.inci yüzyılda temelleri atılan küreselleşme, bir başka deyişle kuvvetlinin egemenliği, insanlığı hiçe sayan bir güç olarak karşımıza çıktı. ABD’nin önderliğindeki kulüp üyeleri; başta İngiltere olmak üzere, diğer emperyalist ülkelerin diledikleri zamanda diledikleri ülkeyi işgal etmeleri küreselleşmenin korkutucu yüzünü gösterdi.

Tek başına işgaller bile güçsüz milletleri daha da güçsüzleştirmekte, köle durumuna düşürmekte, beraberinde yoksulluk, yolsuzluk, hırsızlık gibi insan değerleriyle bağdaşmayan bağımlılıklar getirmektedir. Güçsüz ülkelerin sanayisi küreselleşme kapsamında emperyalist ülkelerle yarışamadığından, yaşam şansları da gün geçtikçe azalmaktadır. Tabii ki, sanayileşme, kendi çıkarları söz konusu olduğundan çevre dengesini de bozacaktır.

                Türkiye’miz açısından baktığımızda talan edilen orman alanlarının nasıl su sıkıntılarına, doğal felaketlere, canlıların yok olmasına yol açtığını görmekteyiz. Yeşilin yok edilerek yerine fabrikalar yapılmasının, insanlığın hiçe sayılarak küreselleşme yolunda hızlı adımlarla ilerlemek olduğunu geç de olsa anlamaktayız.

                Bu arada din ile siyaset ilişkisinin de insanlığın geleceğinde olumsuz rol oynayacağının altını çizmeliyiz.

                Ne yapalım da önümüzdeki olumsuzluklardan kurtulalım?

                Bence bilim olumsuzlukların çözümünde en güçlü araçtır. Eğer eğitim, bilinci oluşturacaksa, toplumun bu anlamda yönlendirilmesi gerekir, hatta bir görevdir. Bunu yerine getiremeyen devlet karşısında, dışarıya bağımlı olmayan, kendi toplumsal çıkarlarını düşünebilen sivil toplum oluşumlarının rolü kaçınılmaz olacaktır.

                Ne demişti Eric John Ernest Hobsbawn: “Umutlar ve tutkular olmaksızın insanlık bir değer taşımaz.”

İnsanlar nerede yaşarsa yaşasın, eğitimli olsa da olmasalar da, sanayileşseler de sanayileşmeseler de, dünyada neler olup bittiğini izlerken köleliği, küreselleşme karşılığı yok olmayı hak etmiyorlar.

İnsanlar umutlu olmak zorunda…

         

— İnsanlar sürekli aldatılarak yanılgılara sürüklenmiş, sürüklenmeye de devam ediliyor. Başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin sürdürdüğü egemenliğe karşı çıkanlar “terörist” ilan ediliyor. ABD “dünyanın kurtarıcısı” gibi gösteriliyor. Buna karşı çıkanlar, çeşitli baskı yöntemleriyle saf dışı bırakılıyor. Toplumda öncü rol oynayan sanatçıların büyük bir kısmı ise susmayı yeğliyor. İşte bu noktada gerçek sanatçıya ne gibi görevler düşer sizce?

 

— Aydın insan her toplumda farklı konumdadır. Bunu biliyoruz. Kültür-sanat adamları, eğitimciler, yazarlar çizerler “aydın” olarak tanımlanır. Aydınlar bir toplumu ileriye götüren lokomotiflerdir. Çağdaş yaşama ulaştıracak çalışmaların öznesidirler. Gerçek sanatçılar ileri düşünce sahibi insanlardır.

                Peki, bizde durum nasıl? Son 365 güne bir göz atalım:

AKP, Ağustos sıcağında nohut, kömür dağıtarak halkın gözünü boyadı. 2 kilo makarna, 1 kilo patates karşılığında oy veren kitlelerin omzunda yasama koltuğuna oturdu.

Sanatçılar suskun kaldı.

                Yetmedi, 430 + 70 el kalkınca “uzlaşmayla seçelim” lafını unutup şeriat yanlısı olarak tanınan kişiyi cumhurbaşkanlığı köşküne taşıdı.

                Sanatçılar suskun kaldı.

                “Sabır, sabır, sabır… Bıktık artık tabanımıza sözümüz var” dedi, üniversitede türbana yol açan Anayasa değişikliğini TBMM’den geçirdi.

                Sanatçılar suskun kaldı.

                Gözler Çankaya’ya çevrildi. Cumhurbaşkanı, laikliğin teminatı Çankaya’dır diye düşünen toplumun gözüne baka baka ve en hazini Türk askerinin PKK’nın üzerine yürüdüğü günü seçerek, yangından mal kaçırırcasına Anayasa değişikliğini onayladı.

                Bir başka deyişle,

                Başımıza önce çuval sonra türban geçirildi…

                Sanatçılar suskun…          

                Bilmem anlatabildim mi?

 

— Şiir bölümü sorumluluğunu sürdürmekte olduğunuz Anafilya’da doğa, insan, sevgi ve yaşama dair şiir, makale, deneme, fotoğraf, belgesel vb. sanat değeri olan sayfalar yayınlanmakta. İlkeleri doğrultusunda ödün vermeksizin sürdürdüğü yayın yaşamında yakında yedi yılı geride bırakacak olan Anafilya’nın okuru özendirici ne gibi yeni projeleri var?

 

— Bu soruyu aslında Dr. Halit Umar yanıtlamalı… Sayın Umar Anafilya’nın kurucusudur. Bu yaşına ulaşmasında emeği geçen insandır. Okurun ilgisi, güveni ve desteğini de unutmamak gerekir. Dergi, gelişen düşüncelere paralel olarak kendisini yenilemektedir. Kuşkusuz bu, izleyicilerin görüş ve önerileri doğrultusunda yayın kurulunun çalışmalarıyla gerçekleşmektedir. Anafilya’nın yayın ilkeleri “Ana sayfa”da belirtilmiştir ve ilkelerden ödün verilmesi düşünülemez. Zaten Anafilya’yı benzerleri karşısında farklı kılan da ilkelerdir.

Anafilya bir okul, bir kütüphane, bir dost durağı, bir sığınaktır okur için.

Yeni projeleri tek tek saymak yerine, okurun bilgi ve belleğini tazeleyecek her yeni girişim özenle uygulamaya konulmaktadır diyelim.

 

— Edebi anlatımda dilin kullanımı açısından temel bilgi son derece önemli. Sevgili Dr. M. Halit Umar’ın tarafıma ilettiği öneri ve örneklerde bunu daha iyi anladım. Fakat bir gerçek var ki bir çoğumuz dil kullanımının temel dil bilgisi ile bağıntılı olduğu gerçeğinden uzak durarak ısrarla, inatla, yazmaya devam ediyoruz.    

 

                — Türkçemiz duygu ve düşüncelerin anlatımında eşsiz zenginliğe sahip bir dildir. Roman, öykü dili farklıdır. Şiir farklıdır. Yani edebiyat dili farklıdır, konuşma dili farklıdır. Bir de haber dili vardır. O da farklıdır. Konuşulduğu gibi yazmak habercilerin işidir. Anlatım diliyle okumak yine habercilerin işidir. Edebiyat ise yazarların işidir. Özel donanım gerektirir.

Özneyi tümleci yüklemi yerli yerine oturtmak, sözcüklerin vurgularını yerinde ve zamanında kullanmak dilin temel ilkeleridir. Dil basit tanımıyla insanların haberleşmesini sağlayan önemli bir araçtır. Konuşarak, yazarak dili doğru kullanmayı öğreniyoruz. Önemli olan yanlışları düzelterek, doğrusunu öğrenerek yazmak, okumaktır.      

 

— İçerik ve anlatım üzerine değişik görüşler var. Belirleyici edebi/sanatsal temel öğe içerik mi,anlatım mı sizce?

 

                — Saf ve temiz olana öz diyoruz. Biçim ise, başkalarından ayrı şekil, tarz, üslup anlamına geliyor. Tabii edebiyatta farklı algılanıyor. Sanatta öz ve biçimin uyumu önemli. Öz’ü içerik olarak niteleyebiliriz. Biçim, eserin çerçevesi, kişiler arasındaki ilişkisi, çözümlemeler vb. ayrıntılardır. Bunlar okuyucuya yansımadığında sanatsal değer oluşturamaz. Konu, yani anlatılmak istenen ne olursa olsun betimlemeler başarılı değilse sanatsal değer taşımayacaktır. Aynı şekilde anlatım iyi, konu iyi seçilmemişse yine sanatsal bir eserden söz edilemez. Her ikisi de olmadığında doğal olarak edebiyat olmayacaktır. Bence temel öğe öz ve biçim arasındaki ilişkiyi kurmak olmalıdır.

 

— Şiir için tarifi olmayan bir yazın türü olduğu söyleniyor. Şiir gerçekten tanımsız bir sanat mıdır?

               

                — Ali Canip, Türk Edebiyatı Antolojisi (İst. Devlet Matbaası,1931) kitabında şiiri şöyle tanımlıyor:

                “İki satır sözün her birindeki sükûn (durma, durgunluk) ve harekâtın (devinimin) müsavi (eşit, denk) olmasından ibarettir.”

Şiir en basit söylemle, dilin anlam, ses ve ritim öğelerini belli düzen içinde, konu hâkimiyetini kaçırmadan iletmektir okura. Şiir, duygusal ve düşünsel anlatımı yoğunlaşmış ve damıtılmış bir yazın türüdür bence. Şiirde dil, yalnızca bir iletişim aracı olmakla kalmaz, başlı başına sanatsal bir amaca dönüşür. Yine de şiirin hem genel ve kapsayıcı hem anlamlı bir tanımını yapmak kolay değildir.

Bence şiir bir dize kurma sanatıdır. Anlam dizelerde yatar. Yukarıda da değindiğim gibi, şiirsel dille gündelik konuşma dili arasında kesin bir ayrım vardır.

 

— Şiir yazmanın olmazsa olmaz koşulu nedir?

               

— Önce şair olmadığımı, bu konuda söz sahibi hiç olmadığımı söylemeliyim. Ben belli bir bilgi birikimini aktaran, bunu yaparken de ilkeleri gözetmeye özen göstermek durumundayım.

Kaynaklar Türk şiirinin özde ve biçimde bazı temel özelliklerinin olduğunu belirtiyor. Nedir bunlar?

Önce şair didaktizmin sınırlarını aşabilmeli. Yalın Türkçeyi şiir dili düzeyine yükseltebilmeli. Özde ve biçimde içtenlik, duruluk, pürüzsüzlük olmalı.

Hece şairleri, dize şairleri gibi tanımlamalar vardır şiirimizde. İlerici toplumcu şairlerden söz edilir. Ben etken, başkaldırıcı vurgular ararım şiirde. Toplumsal temalar işleyen toplumsal bilinç ve duyarlıkla eğilen, güncel, kavgacı şiir örneklerini severim.

Yine bence şiirde önde giden koşul dilde ve anlatımda damıtık olanı seçmektir.

— Anafilya, bizim için bir okuldan farksız. Her sayısında aydınlanıyor, yeni bir ufka yelken açıyoruz. Demokrasi ve laiklik ilkeleri ve aydınlanmacı çizgisinden sapma da olmadı. Denebilir ki zaman içinde boyutları genişledi. Sanal ortamda yayımlanan Türkçe edebiyat dergilerine güzel bir örnek. Gerek okuru gerekse katılımcısı olarak Anafilya konusunda bize söylemek istediğiniz, bilmediğimiz ama öğrenmemizde yarar olan konular nelerdir?

— Değerli dost Dr. Halit Umar, geçtiğimiz yıl 4,üncüsünü birlikte düzenlediğimiz “Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri” kapsamında Anafilya’yı tanıtan kapsamlı bir konuşma yapmıştı. Aklımda kalanlar şöyle:

Anafilya, yurtdışında doğup büyüyen üçüncü kuşak Türk çocuklarını öncelikle yabancı dil baskısından kurtarmak, sonra da ana dilleri olan bağlarını güçlendirmek amacıyla yapılandı. Anadilini doğru düzgün konuşamayan, bunu yazıda ve okumada kullanamayan çocuğun kökleriyle organik bağlarının kesilerek asimilasyona uğrayacağı gerçeği karşısında Anafilya bir görev üstlendi. Bu doğrultuda önce Anafilya sanal dergisi ardından da Anafilya Vakfı yaşama geçirildi.

Anafilya sanal dergisi, yedi yıldır Avrupa’daki Türk toplumu ve anavatana yönelik Türkçe, edebiyat, kültür ve sanat hizmeti sunmaktadır. Ulaştığı bu noktada en önemli özelliği okurla birliktelik, paylaşımcılıktır.

 Rotterdamlı büyük düşünür Erasmus’un “Bütün yeryüzü vatanındır” deyişi Anafilya’nın yayın sloganı. Bu anlamda Anafilya, bütün yeryüzünü vatanı olarak gören ve yaşayanların, insanlığa saygılı, başta çocuklar olmak üzere herkese sevgiyle bakan, paylaşan ve paylaşımı özendiren bir sanal düzlemdir.

Bu arada Anafilya’nın, büyük bir sabır ve özveriyle gönüllü bir çalışma sergilemekte olduğu unutulmamalıdır.

Anafilya ailesinin bir bireyi olarak edebiyat, kültür ve sanata katkıda bulunmaktan onurluyum, gururluyum.

— Selim Esen’in yazılarını severek okuyorum. Değindiği, dikkat çektiği öyle konular var ki insanı düşünmeye zorluyor. Ülkemizde sürekli gündeme getirilen türban ile ilgili yazılarınızda laiklik ve demokrasi karşıtı büyük bir tehlikeye ısrarla işaret ediyorsunuz. Türkiye gerçekten tehdit altında mı?

                —Ben gazeteci kökenliyim. Olaylara öncelikle haberci kimliğimle bakıyorum. Toplum neye duyarlı, hangi konuda aydınlatılmayı bekliyor sezebiliyorum. Anafilya’daki yazılarımı bu temel üzerine kuruyorum. Gündemi belirleyen ya da gündemden düşmeyen olayları ele alıyorum.

Yazılarımda haber dili kullanırım. Kısa ve öz, anlaşılır. “Ne? Nedir? Niçin? Nasıl? Nerede? ve Kim?” sorularına yanıt arayan bir kurgu izlerim. 

                Atatürk ilkeleriyle büyüdüm. Cumhuriyetin kazanımlarına yürekten bağlıyım. Kendimi her duyarlı Türk vatandaşı gibi Cumhuriyetin temel ilkelerini korumak ve kollamakla görevli görüyorum.

                Anayasamızın vazgeçilemez ilkesi laiklik bugün tehdit altındadır. Atatürk’ün çağdaş Türkiyesi’nden bugün gelinen nokta gözler önündedir. 1923’te başı açık çağdaş Türk kadını, 2008’de başı türbanlı kadın. Kamuda dayatılan türban, camiye götürülen çocuklar, lokantalarda içki yasakları, kadın ve erkeklerin ayrı toplu taşıma araçlarına bindirilmeleri, haremlik-selamlık toplantılar, çıkarcılık, avantacılık, beleşçilik, yağmacılık, rüşvetçilik, avanta-suiistimal, rüşvet-yağma, Devletin tepesinde türbanlı bir eş, yurtdışında her geçen gün eriyen, yitip giden onurumuz…

                Bütün bunlar koşar adımla din devletine gidildiği izlenimini bırakmaktadır.

                Evet, tehlike büyüktür.

                Zor günler bekliyor bizi.

                Bugün öncelikli görevimiz, cumhuriyetimizi dinci görüşlerin egemenliğinden kurtarmak olmalıdır.

                Söyleşi için teşekkür ediyorum.