AHMET SAY’LA “TÜRKİYE YAZILARI” ÜZERİNE
Selim Esen- Türkiye’de iz bırakan dergilerden biri
olarak Nisan 1977’den Mayıs 1983’e kadar çıktıktan sonra
yayınını durduran aylık edebiyat dergisi TÜRKİYE
YAZILARI’nın sahibi ve sorumlu müdürlüğünü
üstlenmiştiniz. Bu değerli yayın organı üzerine
düşüncelerinizi “Aspendos Sanat”a aktarmak istiyorum. Ne
dersiniz?
Ahmet Say- İyi olur. Ancak, “Türkiye Yazıları” ile Ahmet
Say’ı özdeşleştirmekten kaçınmak gerek. Derginin çıktığı
altı yıllık süreç içinde birçok arkadaşımızın katkısı
oldu bu yayına. Onu ben tek başıma çıkarmadım:
Başlangıçta Cemal Süreya’nın da içinde bulunduğu bir
yazı kurulumuz vardı. Yıllar içinde bu kurulda yer alan
arkadaşlar değişti. Türkiye Yazıları’na omuz veren söz
konusu kadroların verdiği emekleri hep gönül borcuyla
anarım. Onların çalışmaları olmasaydı dergi çıkmazdı
doğrusu…
SE- Dergi düşüncesi nasıl doğdu?
AS- 1974’te Cemal Süreya Ankara’da yaşıyordu. Maliye
Bakanlığı’nda “üstat” denen üst düzey görevlilerdendi.
Ama Cemal’in şair ve dergici tarafı hep önde gelmiştir.
Ankara’da, benim de içinde bulunduğum edebiyatçı grubunu
Cemal bir araya getirmişti. Pazar günleri Mülkiyeliler
Birliği’nde, uzun süren bir öğle yemeği yiyorduk. Bu
arkadaşların adını sen sormadan söyleyeyim: Cemal’in
yanı sıra, Nahit Eruz, Ali Püsküllüoğlu, Ragıp Gelencik
takma adıyla tanınan Öner Ünalan, Vecihi Timuroğlu,
Remzi İnanç ve ben… Başlangıçta dergi çıkarmak gibi bir
düşüncemiz yoktu, ama 1976 yılında derginin kurucuları
belli oldu: Cemal, Vecihi, Öner ve ben. Cemal bu kurula
Ali Püsküllüoğlu’nun da girmesini istedi, bense
“İstanbul temsilcisi” olarak Demir Özlü’yü önerdim. Bu
öneriler arkadaşlarca uygun görüldü ve 1977’nin nisan
ayında ilk sayıyı çıkardık.
SE- Yatırım için gerekli parayı nasıl sağladınız?
AS- Benim babadan kalma bir dairem vardı İstanbul’da,
onu ipotek ederek borçlandım, Öner Ünalan ise benim
yatırdığıma yakın bir katkıda bulundu, öteki
arkadaşların para vermesine gerek kalmadı. Para yönünden
hiçbir zaman zorlanmadık. Çünkü dergi daha çıkmadan bin
dolayında abone sağlamıştık. “Bu nasıl oluyor?” diye
soracaksın. Ali Püsküllüoğlu bize “Türk Dili” dergisinin
sürdürümcüler listesini vermişti. Türk Dil Kurumu’nun
çıkardığı bu derginin o zamanlar 3500 dolayında
sürdürümcüsü vardı. Onların önemli bir bölümü Türkçe ve
yazın öğretmeniydi… Cemal bu adreslere etkili bir mektup
yazdı, sonuç olumluydu. Dergi henüz çıkmadan böyle yüklü
bir paranın gelmesi üzerine Cemal, “Gel, dergiden
vazgeçelim, şu abone parasını ikimiz güzelce yiyelim!”
demişti. Gözlerine baktım, gülüyordu. Sonra katıla
katıla güldük ikimiz…
SE- Derginin adı neden “Türkiye Yazıları” oldu?
AS- İki nedenle: Biz ileri görüşlü bir dergi olarak
kültür planında Türkiye’nin bütün ilerici çevrelerine
seslenmek istiyorduk. İkincisi, Türkiye’nin her
köşesindeki edebiyatçılara ve edebiyatçı adaylarına
ulaşmayı amaçlamıştık. Kısacası, edebiyatta Türkiye’nin
sesi olmak istiyorduk.
SE- Bir edebiyat dergisi yönüyle Türkiye Yazıları’nın
içeriğini belirleyen yapısını, çatısını nasıl
saptadınız?
AS- Derginin yapısını oluşturan özgün bölümlemeyi Cemal
belirledi. Birbirinden bağımsız olan yazı öğeleri şu
genel başlıklar altındaydı: a) “Sunu” adını verdiğimiz,
o sayının tanıtım yazısı. b) Dergi yazı kurulu
üyelerinin katıldığı “Küçük Oturum” başlıklı, güncel bir
kültür olayını tartıştığımız kısa açık oturum. c) Birkaç
deneme, inceleme yazısı. ç) “Görüşme” genel başlığı
altında, bir soruna ya da konuya ışık tutan, konunun
önde gelen kişisiyle yapılmış bir söyleşi. d) Bir öykü.
e) “Kendileri” genel başlığı altında, bir şair ya da
yazarımızın özgeçmişini anlattığı uzunca bir yazı. f)
“Adamlar, adamlar” başlığıyla bir edebiyatçımızın
portresi (bu yazıyı, Cemal, ya da ben veya Timuroğlu
kaleme alıyordu). g) “Kesit” ana başlığıyla haberler,
kitap tanıtımları, televizyon, müzik vb. yazıları. ğ)
Cemal’in döktürdüğü “Ölüler/Diriler” başlığı altındaki
taşlamalar. h) “Ankara Yazıları” başlığıyla Cemal’in
özgür formdaki yazıları ise arka kapakta yer alıyordu;
Cemal ayrılınca bu sayfada Timuroğlu yazdı. ı) Her sayı,
bir ressamımızın yapıtlarından örneklerle donatıyorduk
dergi sayfalarını. i) En önemlisini en son söyleyeceğim:
Ayrıca, yazıların içine 15-20 şiir gömüyorduk. Söz
konusu şiirlerin yaklaşık yarısı, “ünlü” diye nitelenen
kıdemli şairlere, öteki yarısı ise yetenekli genç
şairlere ayrılmıştı. Bu dengeye özen gösteriyorduk.
Çünkü bir edebiyat dergisi, yeni şairler ve yazarlar
çıkardığı ölçüde başarılıdır.
İzin verirsen, Cemal’in “Ölüler/Diriler” başlıklı
taşlamalarından birini örnekleyeyim:
“Yedi yabancı dil bilirmiş
Kasım Gülek Efendi,
Bir de Türkçe öğrense
Sekiz ederdi.”
SE- Şimdiki sorumu herhalde yadırgamazsınız:
Türkiye Yazıları kaç satıyordu? Altı yıllık yayın
sürecinde hangi dönemde en fazla sattı?
AS- İlk sayıyı 5,500 basmıştık, pek az iade geldi. Fazla
satış, dönemlere göre değil, ilgi gören “özel sayı”lara
göre değişiyordu. Şunu kesinlikle belirteyim: Türkiye
Yazıları’nın baskı sayısı hiçbir zaman 4,000’den aşağı
olmamıştır. Abonemiz ise 1,000’in altına düşmemiştir.
SE- O yıllarda PTT, süreli yayınların postayla
gönderilmesinde önemli bir indirim yapıyordu. Peki,
kitapçılara ve bayilere nasıl ulaşıyordunuz?
AS- Abonelere ulaşma kolay ve ucuzdu: Derginin posta
pulu 5 kuruş gibi çok düşük bir rakamdı. Dağıtım için
İstanbul, Ankara ve İzmir’deki dağıtım firmalarına
veriyorduk. Adana, Eskişehir, Konya, Bursa, Antalya,
Denizli gibi kentlerde ise bizden dergi isteyen büyük,
ciddi kitapevleri vardı. Onlara topluca gönderiyorduk.
Örneğin Eskişehir’deki Köprü Kitabevi, her ay 50 adet
dergi istiyordu. Yetmişli yıllarda dağıtım ancak bu
kadar yaygın yapılabiliyordu. Dağıtım iyiydi de,
dağıtıcıdan hesap almak zordu…
SE- Yanılmıyorsam Cemal Süreya, ilk sayıdan sonra
dergiden ayrılmıştı. Neden?
AS- Nedenini ben hiçbir zaman öğrenemedim. Timuroğlu,
“Bana kızdı da ayrıldı” demişti. Cemal ona neden kızmış
olsun? Bence Cemal benim bir sözüme alındı. Hâlâ
bilemiyorum, bu söz neydi? Kimse de anlamadı ayrılma
nedenini…
SE- Cemal’in dergiden ayrılması konusunda Timuroğlu
bana da aynı şeyi söyledi: Başkalarının bilemeyeceği bir
nedenle ona kızmış…
AS- Cemal’le hiçbir arkadaşımızın sorunu olmadı. Bundan
eminim. Sanıyorum, İstanbul’a Darphane Müdürü olarak
atanması dolayısıyla dergiyle yeterince
ilgilenemeyeceğini düşündü. Kırgınlık bahane…
SE- Peki, Cemal Süreya’nın ardından, ayrılan başka
yazı kurulu üyesi çıkmadı mı?
AS- Çıktı: Birkaç gün sonra, yazı kurulunun belirli
toplantı günü ve saatinde Ali Püsküllüoğlu geldi,
derginin yazı kurulundan ayrılmak istediğini söyledi.
Öner Ünalan ona nedenini sordu. Ali, yanıt olarak
Cemal’in olmadığı yerde çalışmayacağını söyleyince Öner
“Öyleyse çek git!” dedi. Ali bu kez “Sana ne? Senin mi
burası?” diye sordu. Öner üzerine yürüyünce ben korktum.
Çünkü bildiğin gibi Öner, 1,95 boyunda, 90 kiloluk bir
devdi. Üfleyecek olsa Ali uçardı. Araya girdim ve kapıyı
açıp Püsküllüoğlu’nu gönderdim. Bu olaydan sonra iyice
anladım ki, Cemal’in sebepsiz sepetsiz ve habersiz
ayrılmasına Öner çok kırılmıştı ve Ali’nin gelip ileri
geri konuşmasına bundan ötürü öfkelenmişti. Her neyse…
Ali Püsküllüoğlu ile yıllar sonra onun bir işi
dolayısıyla sıkça görüşmeye başladık. Elimden geldiğince
yardımcı oldum ona… Cemal’le ise yıllar sonra bir gün,
İstanbul’da Kadıköy İskelesi’nde karşılaştık. Türkiye
Yazıları çoktan kapanmıştı, ben Müzik Ansiklopedisi’ni
fasiküller halinde çıkarıyordum. “Nasıl gidiyor Müzik
Ansiklopedisi?” diye sordu, ilgilendi, ayaküstü biraz
konuştuk. Onu son görüşümdü bu. Çok geçmeden Cemal
yaşamdan ayrıldı. Cenazesine Ankara’dan bir grup olarak
katıldık. Üstün yetenekli, çok değerli, çalışkan bir
yazın adamıydı Cemal. Kendisine “Edebiyatın prensi”
denirdi ve bu yakıştırmaya itiraz etmezdi o. “Büyük”
olarak nitelenen şairlerimizdendi. Erken gitti, çok
yazık!
SE- Yazı kurulunun üyeleri olarak Cemal Süreya’nın
eksikliğini hissetmediniz mi?
AS- İnsan yönleriyle onu çok aradık; dost olarak da onun
eksikliğini tabii ki hep hissettik. Dergi açısından
bakarsak şunu söyleyebilirim: Cemal’in ayrılmasından
sonra, edebiyatımızda saygın bir yeri olan Türkiye
Yazıları’nı biz 73 sayı daha yayınladık.
SE- Türkiye Yazıları’nın başarılı taraflarından biri
de belgesel niteliğinde değer taşıyan özel sayılardı.
Söz konusu özel sayılar bugün bile aranıyor. Bu konuda
biraz bilgi verir misiniz?
AS- “Özel sayı” alanındaki ilk çalışmamız, dergi
tarafından düzenlenen başarılı bir sempozyumda sunulan
bildirilerden oluşmuştu. 1978 yılının ilk aylarında
yapılan sempozyumun başlığı, “Ulusal, Demokratik Kültür
Politikası”ydı. Türkiye’de bu konuda söz sahibi olan,
ileri insanlıktan yana tanınmış bütün uzmanları,
sanatçıları, yazarları, planlamacıları, düzenlediğimiz
sempozyuma davet ederek bildiri sunmalarını sağladık.
Birkaç gün süren bu etkinliği, o yıllarda Ankara’da
etkin bir kültür derneği olan “Sanat Kurumu”nda yaşama
geçirdik. Sempozyumun açılış konuşmasını Kültür Bakanı
Ahmet Taner Kışlalı yaptı. Oturum başkanı olarak
kültürümüze büyük emekleri geçmiş olan seçkin ve kıdemli
sanatçılarımıza yer verdik. Dönemin genç şairleri ve
yazarları ise oturum sekreterliği yaptı. Yapıcı
tartışmalarla desteklenen bu sempozyumda sunulan
bildirileri aynı başlık altındaki bir özel sayıda
toplayarak yayımladık. Sanıyorum ki böyle bir çalışma,
bir edebiyat dergisinin boyunu aşıyordu, ama biz bunu
başarabildik…
Birkaç ay sonra da “Türkiye’de Fotoğraf Sanatının
Görevleri” başlıklı bir sempozyum düzenledik. Bu
etkinliğe Ankara’daki AFSAD’ın öncülüğünde, çeşitli
fotoğraf sanatı derneklerinin temsilcileri katıldı. Söz
konusu sempozyumun bildirilerini bir araya getiren özel
sayıyı ayrıca fazla olarak bastırdık ve AFSAD’a armağan
ettik.
Geniş ilgi gören öteki özel sayılar arasında “Nasreddin
Hoca”, “Şair Eşref”, “Televizyon” gibi başlıklar da
vardı…
SE- Bildiğim kadarıyla derginin yazı kurulu üyeleri
yıllar içinde değişti. Bu konuda da bizi bilgilendirir
misiniz?
AS- Evet, yazı kurulu yıllar içinde değişti. Ancak,
küskünlük falan yoktu bu ayrılmalarda. Örneğin
Timuroğlu, Ankara’da Atatürk Lisesi Müdürlüğü’ne
getirildikten sonra dergiye ayıracak zamanı bulamıyordu.
Onun durumunu anlayışla karşıladık ve Timuroğlu yazı
kurulundan ayrıldı, ama yazı ve şiirlerini sürdürdü.
Öner Ünalan arkadaşımızın da özel sorunları vardı.
Ayrıca, ekonomik yönden sıkıntılı bir döneme girmişti.
Dergi hazırlığı sırasında onun yaptığı parasal katkıyı
kendisine hemen geri verdik. Daha sonra Öner, sağlık
sorunlarıyla uğraştı, sonunda “onulmaz” hastalığa
yakalandı. Bu yıllarda ilişkimiz hep dostça sürüyordu.
Hatırlarsın, ölümünden on gün kadar önce seninle
birlikte Ankara’daki Onkoloji Hastanesi’ne gitmiş,
Öner’le uzunca bir sohbet etmiştik…
SE- Hatırlamaz mıyım? Kitaplarının, özellikle Darwin
çevirilerinin Evrensel Basım Yayın tarafından
yayımlanması konusunda, hastaneden onun yanında
Evrensel’e telefon etmiş, bu konuda onay ve güvence
almıştın…
AS- Her neyse, Darwin çevirileri yayımlandı. Ayrıca
Öner’in Dil Günlüğü adlı kitabı da ölümünün
birinci yılına yetiştirildi…
SE- Peki, yazı kurulundaki bu değerli arkadaşların
ayrılması üzerine ortaya çıkan kadro boşluğu nasıl
dolduruldu?
AS- Türkiye Yazıları, özellikle yazı kurulu açısından
hiçbir zaman kadro eksikliği çekmedi. Dergide öteden
beri yazan, şiirler yayımlayan çok değerli genç
arkadaşlarımız vardı, onların katkısıyla dergi iyice
güçlendi. Burada özellikle ad belirtmek istiyorum:
Sargut Şölçün, değerli bir devrimci arkadaşımızdı.
Almanya’da, “Günümüz Alman Edebiyatında Türk İşçisi”
konusunda doktora çalışması yapmıştı. Hacettepe
Üniversitesi’nde doçent olarak görev yaparken 1980
Darbesi’nin çıkardığı 1402 sayılı yasayla üniversiteden
atıldı. Sargut çapındaki bir Germanistin işsiz kalması
düşünülemezdi: Bir ay kadar sonra Almanya’da Berlin
Üniversitesi’ne atandı, daha sonra Nürnberg ve Essen
üniversitelerinde görev yaptı. Essen Üniversitesi’nde
profesör olarak görev yaparken o iğrenç onulmaz
hastalığa yakalandı ve birkaç hafta önce, 2012’nin Mayıs
ayında yaşamdan ayrıldı.
Ahmet Telli ve Ali Cengizkan, Türkiye Yazıları
dergisinin tanıttığı şairlerdendi. Derginin yan kuruluşu
olan “Türkiye Yazıları Yayınları”ndan bu iki
arkadaşımızın yanı sıra, Ankara’da yaşamayan, ancak
dergiyle bağını sürekli güçlendiren Veysel Çolak ve
Gültekin Emre’nin de şiir kitaplarını yayımlamıştık.
Ayrıca, Ali İhsan Mıhçı adlı, çok yetenekli bir
hikâyecimiz vardı. Derginin demirbaş yazarlarındandı.
Onun halk deyişlerinden yararlanarak güldürü öğeleriyle
beslediği kısa deneme yazılarını “köşe yazısı” kıvamında
bulduğumuz için, dergide Mıhçı’ya bir köşe vermiştik. Bu
çarpıcı yazıları dikkatle izleyen İlhan Selçuk, bir gün
bana, “Cumhuriyet’e köşe yazarı hazırlıyorsun galiba..”
demişti. Ali İhsan’ın tek kaşını kaldırarak söylediği
okkalı özgün sözlere çok gülerdim. En çok da soyadını
severdim onun: Konuşurken ve yazarken mıhlardı! Neyleyim
ki, o iğrenç, onulmaz hastalık, Mıhçı’yı da 48
yaşındayken aldı götürdü…
Ahmet Telli, derginin her işine koşardı. Her ay yağan
yüzlerce şiir arasından ilk seçmeyi yapmak gibi
sorumluluk gerektiren zorlu iş, ona verilmişti. Zaten
dergide herkes, işin bir ucundan tutardı. Benim için ve
arkadaşlarım için, binden fazla aboneye her ay dergi
postalamak da kolektif bir işti. Telli, geleneksel
deyişlerden yararlandığı şiirini geliştirdi, onca şiir
kitabıyla günümüzün en değerli şairleri arasında yer
aldı.
Ali Cengizkan, 1970’li yılların sonlarında şiirimizin
parlak şairleri arasındaydı. Henüz ODTÜ’de Mimarlık
Fakültesi öğrencisiyken “Senlere” adlı kitabı Türkiye
Yazıları arasından çıktı ve geniş ilgi gördü. Adnan
Azar’ı unutmayayım! Azar da incelikli bir şiir deyişi
geliştirerek günümüzün değerli şairleri arasında yer
aldı.
Anlayacağın, daha onlarca genç şair ve yazar kardeşimiz
Türkiye Yazıları’nda görev aldı. Adlarını saymaya
kalksam, inan et, paragraflar tutar…
SE- Türkiye Yazıları yurt dışındaki Türkologların da
izlediği bir dergiydi. Onlarla nasıl ilişki kurdunuz?
AS- Aziz Nesin sayesinde tanıdığımız Alman Türkolog
Petra Kappert’in yardımlarını unutamam. O bize Almanya
ve Hollanda’daki Türkologların adlarını ve adreslerini
verdi, hepsiyle sıkı bağlar kurduk; çeşitli fırsatlarla
Ankara’ya gelenleri ağırladık, dostlukları geliştirdik.
Bu yıllarda Arnavutluk, Sovyetler Birliği, Yugoslavya,
Azerbaycan ve Bulgaristan’daki Türkologlar da dergiye
ilgi gösteriyordu. Bu ülkelerden de davetler aldık.
Yalnız şunu belirteyim: Bildiğin gibi ben, kariyerizmden
nefret eden bir insanım. “Şu ülkede de tanınayım, şunlar
sayesinde şunları da yapayım..” gibi düşüncelerden
tiksinirim. Türkologlarla ilişkilerimi de dostlukla, ama
kariyerizmden uzak kalarak yürüttüm.
SE- Çekinerek soracağım bir soru daha: Türkiye
Yazıları’nın bu denli yaygınlık ve saygınlık
kazanmasında en büyük payın, bütün sol grup ve görüşler
önünde eşit mesafede durmasının olduğu söylenir. Siz ne
söyleyeceksiniz bu konuda?
AS- Doğru bir saptama: Evet, bütün sol grup ve görüşlere
yakın davrandık; açıkçası, hepsine eşit mesafede durduk.
Edebiyatı yüceltmenin dışında en küçük bir hesabımız
olmadı. Dergi bünyesinde, çeşitli sol siyasetten olan
arkadaşlar vardı. Ama arkadaşların hiçbiri, kendi
görüşünün baskın olması yolunda davranmadı. Çünkü buna
gerek duymuyorlardı. Ben her biriyle açık konuştum:
“Edebiyatı, şu ya da bu görüşe yedirmem!” dedim. “Çünkü
edebiyat, ileri insanlıktan yana bütün görüşleri temsil
etmeye yeter!” dedim. Bu apaçık, kişilikli doğrultuyu
bütün arkadaşlar saygıyla karşıladı…
SE- Şimdi 1980 darbesinin dergiye verdiği zararları
sormaya geldi sıra…
AS- 1980 12 Eylül Darbesi, ondan dokuz yıl önceki 12
Mart 1971 Darbesi’nden daha faşizan, daha gaddar, daha
da insanlık düşmanıydı. Fakat, aldıkları talimat
doğrultusunda, sanata, edebiyat dergilerine, heykellere,
tiyatrolara falan dokunmadılar. 12 Eylül’den hemen sonra
İstanbul’da arkadaşlar, örneğin bir “YAZKO” (Yazarlar
Kooperatifi) hareketi geliştirdi. Ancak sol aydınların
üzerinde öyle bir baskı vardı ki, devreye ister istemez
otosansür giriyordu. Şunu da belirteyim: En kötü sansür,
otosansürdür!
SE- Ne anlama gelir “otosansür”?
AS- İnsanın kişiliğini kendi kendine saptırmaktır
otosansür! Dürüst bir insan için, “Şöyle yazarsak bir
şey demezler” gibi hesaplardan başlayıp giderek ödün
vermek, aslında kanalizasyon çukuruna cumburlop atlamak
demektir. Türkiye Yazıları ne ödün verirdi, ne de bu
çukura atlardı. Dergideki arkadaşların dayatması
üzerine, yaşamayı biraz daha uzattı dergimiz. Sonra ben,
12 Eylül’ün yasaklı düşünce ortamında kıvranıp durmak
yerine, sözünü gereğince söyleyemeyen dergiyi kapatmayı
doğru, yerinde buldum. Böylece Türkiye Yazıları, 1983’ün
Mayıs ayında noktalandı.
Selim Esen – Söyleşi için teşekkür ederim.
|