31.03.2012, Ankara 6. Kitap Fuarı, Arif Berberoğlu ve Ahmet Say'la

 
   
 

AHMET SAY’LA “TÜRKİYE YAZILARI” ÜZERİNE[1] 

Selim Esen- Türkiye’de iz bırakan dergilerden biri olarak Nisan 1977’den Mayıs 1983’e kadar çıktıktan sonra yayınını durduran aylık edebiyat dergisi TÜRKİYE YAZILARI’nın sahibi ve sorumlu müdürlüğünü üstlenmiştiniz. Bu değerli yayın organı üzerine düşüncelerinizi “Aspendos Sanat”a aktarmak istiyorum. Ne dersiniz?

Ahmet Say- İyi olur. Ancak, “Türkiye Yazıları” ile Ahmet Say’ı özdeşleştirmekten kaçınmak gerek. Derginin çıktığı altı yıllık süreç içinde birçok arkadaşımızın katkısı oldu bu yayına. Onu ben tek başıma çıkarmadım: Başlangıçta Cemal Süreya’nın da içinde bulunduğu bir yazı kurulumuz vardı. Yıllar içinde bu kurulda yer alan arkadaşlar değişti. Türkiye Yazıları’na omuz veren söz konusu kadroların verdiği emekleri hep gönül borcuyla anarım. Onların çalışmaları olmasaydı dergi çıkmazdı doğrusu…

SE- Dergi düşüncesi nasıl doğdu?

AS- 1974’te Cemal Süreya Ankara’da yaşıyordu. Maliye Bakanlığı’nda “üstat” denen üst düzey görevlilerdendi. Ama Cemal’in şair ve dergici tarafı hep önde gelmiştir. Ankara’da, benim de içinde bulunduğum edebiyatçı grubunu Cemal bir araya getirmişti. Pazar günleri Mülkiyeliler Birliği’nde, uzun süren bir öğle yemeği yiyorduk. Bu arkadaşların adını sen sormadan söyleyeyim: Cemal’in yanı sıra, Nahit Eruz, Ali Püsküllüoğlu, Ragıp Gelencik takma adıyla tanınan Öner Ünalan, Vecihi Timuroğlu, Remzi İnanç ve ben… Başlangıçta dergi çıkarmak gibi bir düşüncemiz yoktu, ama 1976 yılında derginin kurucuları belli oldu: Cemal, Vecihi, Öner ve ben. Cemal bu kurula Ali Püsküllüoğlu’nun da girmesini istedi, bense “İstanbul temsilcisi” olarak Demir Özlü’yü önerdim. Bu öneriler arkadaşlarca uygun görüldü ve 1977’nin nisan ayında ilk sayıyı çıkardık.

 

SE- Yatırım için gerekli parayı nasıl sağladınız?

AS- Benim babadan kalma bir dairem vardı İstanbul’da, onu ipotek ederek borçlandım, Öner Ünalan ise benim yatırdığıma yakın bir katkıda bulundu, öteki arkadaşların para vermesine gerek kalmadı. Para yönünden hiçbir zaman zorlanmadık. Çünkü dergi daha çıkmadan bin dolayında abone sağlamıştık. “Bu nasıl oluyor?” diye soracaksın. Ali Püsküllüoğlu bize “Türk Dili” dergisinin sürdürümcüler listesini vermişti. Türk Dil Kurumu’nun çıkardığı bu derginin o zamanlar 3500 dolayında sürdürümcüsü vardı. Onların önemli bir bölümü Türkçe ve yazın öğretmeniydi… Cemal bu adreslere etkili bir mektup yazdı, sonuç olumluydu. Dergi henüz çıkmadan böyle yüklü bir paranın gelmesi üzerine Cemal, “Gel, dergiden vazgeçelim, şu abone parasını ikimiz güzelce yiyelim!” demişti. Gözlerine baktım, gülüyordu. Sonra katıla katıla güldük ikimiz…

 

SE- Derginin adı neden “Türkiye Yazıları” oldu?

AS- İki nedenle: Biz ileri görüşlü bir dergi olarak kültür planında Türkiye’nin bütün ilerici çevrelerine seslenmek istiyorduk. İkincisi, Türkiye’nin her köşesindeki edebiyatçılara ve edebiyatçı adaylarına ulaşmayı amaçlamıştık. Kısacası, edebiyatta Türkiye’nin sesi olmak istiyorduk.

 

SE- Bir edebiyat dergisi yönüyle Türkiye Yazıları’nın içeriğini belirleyen yapısını, çatısını nasıl saptadınız?

AS- Derginin yapısını oluşturan özgün bölümlemeyi Cemal belirledi. Birbirinden bağımsız olan yazı öğeleri şu genel başlıklar altındaydı: a) “Sunu” adını verdiğimiz, o sayının tanıtım yazısı. b) Dergi yazı kurulu üyelerinin katıldığı “Küçük Oturum” başlıklı, güncel bir kültür olayını tartıştığımız kısa açık oturum. c) Birkaç deneme, inceleme yazısı. ç) “Görüşme” genel başlığı altında, bir soruna ya da konuya ışık tutan, konunun önde gelen kişisiyle yapılmış bir söyleşi. d) Bir öykü. e) “Kendileri” genel başlığı altında, bir şair ya da yazarımızın özgeçmişini anlattığı uzunca bir yazı. f) “Adamlar, adamlar” başlığıyla bir edebiyatçımızın portresi (bu yazıyı, Cemal, ya da ben veya Timuroğlu kaleme alıyordu). g) “Kesit” ana başlığıyla haberler, kitap tanıtımları, televizyon, müzik vb. yazıları. ğ) Cemal’in döktürdüğü “Ölüler/Diriler” başlığı altındaki taşlamalar. h) “Ankara Yazıları” başlığıyla Cemal’in özgür formdaki yazıları ise arka kapakta yer alıyordu; Cemal ayrılınca bu sayfada Timuroğlu yazdı. ı) Her sayı, bir ressamımızın yapıtlarından örneklerle donatıyorduk dergi sayfalarını. i) En önemlisini en son söyleyeceğim: Ayrıca, yazıların içine 15-20 şiir gömüyorduk. Söz konusu şiirlerin yaklaşık yarısı, “ünlü” diye nitelenen kıdemli şairlere, öteki yarısı ise yetenekli genç şairlere ayrılmıştı. Bu dengeye özen gösteriyorduk. Çünkü bir edebiyat dergisi, yeni şairler ve yazarlar çıkardığı ölçüde başarılıdır.

İzin verirsen, Cemal’in “Ölüler/Diriler” başlıklı taşlamalarından birini örnekleyeyim:

 

“Yedi yabancı dil bilirmiş

Kasım Gülek Efendi,

Bir de Türkçe öğrense

Sekiz ederdi.”

 

SE- Şimdiki sorumu herhalde yadırgamazsınız: Türkiye Yazıları kaç satıyordu? Altı yıllık yayın sürecinde hangi dönemde en fazla sattı?

AS- İlk sayıyı 5,500 basmıştık, pek az iade geldi. Fazla satış, dönemlere göre değil, ilgi gören “özel sayı”lara göre değişiyordu. Şunu kesinlikle belirteyim: Türkiye Yazıları’nın baskı sayısı hiçbir zaman 4,000’den aşağı olmamıştır. Abonemiz ise 1,000’in altına düşmemiştir.

 

SE- O yıllarda PTT, süreli yayınların postayla gönderilmesinde önemli bir indirim yapıyordu. Peki, kitapçılara ve bayilere nasıl ulaşıyordunuz?

AS- Abonelere ulaşma kolay ve ucuzdu: Derginin posta pulu 5 kuruş gibi çok düşük bir rakamdı. Dağıtım için İstanbul, Ankara ve İzmir’deki dağıtım firmalarına veriyorduk. Adana, Eskişehir, Konya, Bursa, Antalya, Denizli gibi kentlerde ise bizden dergi isteyen büyük, ciddi kitapevleri vardı. Onlara topluca gönderiyorduk. Örneğin Eskişehir’deki Köprü Kitabevi, her ay 50 adet dergi istiyordu. Yetmişli yıllarda dağıtım ancak bu kadar yaygın yapılabiliyordu. Dağıtım iyiydi de, dağıtıcıdan hesap almak zordu…

 

SE- Yanılmıyorsam Cemal Süreya, ilk sayıdan sonra dergiden ayrılmıştı. Neden?

AS- Nedenini ben hiçbir zaman öğrenemedim. Timuroğlu, “Bana kızdı da ayrıldı” demişti. Cemal ona neden kızmış olsun? Bence Cemal benim bir sözüme alındı. Hâlâ bilemiyorum, bu söz neydi? Kimse de anlamadı ayrılma nedenini…

 

SE- Cemal’in dergiden ayrılması konusunda Timuroğlu bana da aynı şeyi söyledi: Başkalarının bilemeyeceği bir nedenle ona kızmış…

AS- Cemal’le hiçbir arkadaşımızın sorunu olmadı. Bundan eminim. Sanıyorum, İstanbul’a Darphane Müdürü olarak atanması dolayısıyla dergiyle yeterince ilgilenemeyeceğini düşündü. Kırgınlık bahane…

 

SE- Peki, Cemal Süreya’nın ardından,  ayrılan başka yazı kurulu üyesi çıkmadı mı?

AS- Çıktı: Birkaç gün sonra, yazı kurulunun belirli toplantı günü ve saatinde Ali Püsküllüoğlu geldi, derginin yazı kurulundan ayrılmak istediğini söyledi. Öner Ünalan ona nedenini sordu. Ali, yanıt olarak Cemal’in olmadığı yerde çalışmayacağını söyleyince Öner “Öyleyse çek git!” dedi. Ali bu kez “Sana ne? Senin mi burası?” diye sordu. Öner üzerine yürüyünce ben korktum. Çünkü bildiğin gibi Öner, 1,95 boyunda, 90 kiloluk bir devdi. Üfleyecek olsa Ali uçardı. Araya girdim ve kapıyı açıp Püsküllüoğlu’nu gönderdim. Bu olaydan sonra iyice anladım ki, Cemal’in sebepsiz sepetsiz ve habersiz ayrılmasına Öner çok kırılmıştı ve Ali’nin gelip ileri geri konuşmasına bundan ötürü öfkelenmişti. Her neyse… Ali Püsküllüoğlu ile yıllar sonra onun bir işi dolayısıyla sıkça görüşmeye başladık. Elimden geldiğince yardımcı oldum ona… Cemal’le ise yıllar sonra bir gün, İstanbul’da Kadıköy İskelesi’nde karşılaştık. Türkiye Yazıları çoktan kapanmıştı, ben Müzik Ansiklopedisi’ni fasiküller halinde çıkarıyordum. “Nasıl gidiyor Müzik Ansiklopedisi?” diye sordu, ilgilendi, ayaküstü biraz konuştuk. Onu son görüşümdü bu. Çok geçmeden Cemal yaşamdan ayrıldı. Cenazesine Ankara’dan bir grup olarak katıldık. Üstün yetenekli, çok değerli, çalışkan bir yazın adamıydı Cemal. Kendisine “Edebiyatın prensi” denirdi ve bu yakıştırmaya itiraz etmezdi o. “Büyük” olarak nitelenen şairlerimizdendi. Erken gitti, çok yazık!

 

SE- Yazı kurulunun üyeleri olarak Cemal Süreya’nın eksikliğini hissetmediniz mi?

AS- İnsan yönleriyle onu çok aradık; dost olarak da onun eksikliğini tabii ki hep hissettik. Dergi açısından bakarsak şunu söyleyebilirim: Cemal’in ayrılmasından sonra, edebiyatımızda saygın bir yeri olan Türkiye Yazıları’nı biz 73 sayı daha yayınladık.

 

SE- Türkiye Yazıları’nın başarılı taraflarından biri de belgesel niteliğinde değer taşıyan özel sayılardı. Söz konusu özel sayılar bugün bile aranıyor. Bu konuda biraz bilgi verir misiniz?

AS- “Özel sayı” alanındaki ilk çalışmamız, dergi tarafından düzenlenen başarılı bir sempozyumda sunulan bildirilerden oluşmuştu. 1978 yılının ilk aylarında yapılan sempozyumun başlığı, “Ulusal, Demokratik Kültür Politikası”ydı. Türkiye’de bu konuda söz sahibi olan, ileri insanlıktan yana tanınmış bütün uzmanları, sanatçıları, yazarları, planlamacıları, düzenlediğimiz sempozyuma davet ederek bildiri sunmalarını sağladık. Birkaç gün süren bu etkinliği, o yıllarda Ankara’da etkin bir kültür derneği olan “Sanat Kurumu”nda yaşama geçirdik. Sempozyumun açılış konuşmasını Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı yaptı. Oturum başkanı olarak kültürümüze büyük emekleri geçmiş olan seçkin ve kıdemli sanatçılarımıza yer verdik. Dönemin genç şairleri ve yazarları ise oturum sekreterliği yaptı. Yapıcı tartışmalarla desteklenen bu sempozyumda sunulan bildirileri aynı başlık altındaki bir özel sayıda toplayarak yayımladık. Sanıyorum ki böyle bir çalışma, bir edebiyat dergisinin boyunu aşıyordu, ama biz bunu başarabildik…

Birkaç ay sonra da “Türkiye’de Fotoğraf Sanatının Görevleri” başlıklı bir sempozyum düzenledik. Bu etkinliğe Ankara’daki AFSAD’ın öncülüğünde, çeşitli fotoğraf sanatı derneklerinin temsilcileri katıldı. Söz konusu sempozyumun bildirilerini bir araya getiren özel sayıyı ayrıca fazla olarak bastırdık ve AFSAD’a armağan ettik.

Geniş ilgi gören öteki özel sayılar arasında “Nasreddin Hoca”, “Şair Eşref”, “Televizyon” gibi başlıklar da vardı…

 

SE- Bildiğim kadarıyla derginin yazı kurulu üyeleri yıllar içinde değişti. Bu konuda da bizi bilgilendirir misiniz?

AS- Evet, yazı kurulu yıllar içinde değişti. Ancak, küskünlük falan yoktu bu ayrılmalarda. Örneğin Timuroğlu, Ankara’da Atatürk Lisesi Müdürlüğü’ne getirildikten sonra dergiye ayıracak zamanı bulamıyordu. Onun durumunu anlayışla karşıladık ve Timuroğlu yazı kurulundan ayrıldı, ama yazı ve şiirlerini sürdürdü. Öner Ünalan arkadaşımızın da özel sorunları vardı. Ayrıca, ekonomik yönden sıkıntılı bir döneme girmişti. Dergi hazırlığı sırasında onun yaptığı parasal katkıyı kendisine hemen geri verdik. Daha sonra Öner, sağlık sorunlarıyla uğraştı, sonunda “onulmaz” hastalığa yakalandı. Bu yıllarda ilişkimiz hep dostça sürüyordu. Hatırlarsın, ölümünden on gün kadar önce seninle birlikte Ankara’daki Onkoloji Hastanesi’ne gitmiş, Öner’le uzunca bir sohbet etmiştik…

 

SE- Hatırlamaz mıyım? Kitaplarının, özellikle Darwin çevirilerinin Evrensel Basım Yayın tarafından yayımlanması konusunda, hastaneden onun yanında Evrensel’e telefon etmiş, bu konuda onay ve güvence almıştın…

AS- Her neyse, Darwin çevirileri yayımlandı. Ayrıca Öner’in Dil Günlüğü adlı kitabı da ölümünün birinci yılına yetiştirildi…

 

SE- Peki, yazı kurulundaki bu değerli arkadaşların ayrılması üzerine ortaya çıkan kadro boşluğu nasıl dolduruldu?

AS- Türkiye Yazıları, özellikle yazı kurulu açısından hiçbir zaman kadro eksikliği çekmedi. Dergide öteden beri yazan, şiirler yayımlayan çok değerli genç arkadaşlarımız vardı, onların katkısıyla dergi iyice güçlendi. Burada özellikle ad belirtmek istiyorum: Sargut Şölçün, değerli bir devrimci arkadaşımızdı. Almanya’da, “Günümüz Alman Edebiyatında Türk İşçisi” konusunda doktora çalışması yapmıştı. Hacettepe Üniversitesi’nde doçent olarak görev yaparken 1980 Darbesi’nin çıkardığı 1402 sayılı yasayla üniversiteden atıldı. Sargut çapındaki bir Germanistin işsiz kalması düşünülemezdi: Bir ay kadar sonra Almanya’da Berlin Üniversitesi’ne atandı, daha sonra Nürnberg ve Essen üniversitelerinde görev yaptı. Essen Üniversitesi’nde profesör olarak görev yaparken o iğrenç onulmaz hastalığa yakalandı ve birkaç hafta önce, 2012’nin Mayıs ayında yaşamdan ayrıldı.

Ahmet Telli ve Ali Cengizkan, Türkiye Yazıları dergisinin tanıttığı şairlerdendi. Derginin yan kuruluşu olan “Türkiye Yazıları Yayınları”ndan bu iki arkadaşımızın yanı sıra, Ankara’da yaşamayan, ancak dergiyle bağını sürekli güçlendiren Veysel Çolak ve Gültekin Emre’nin de şiir kitaplarını yayımlamıştık. Ayrıca, Ali İhsan Mıhçı adlı, çok yetenekli bir hikâyecimiz vardı. Derginin demirbaş yazarlarındandı. Onun halk deyişlerinden yararlanarak güldürü öğeleriyle beslediği kısa deneme yazılarını “köşe yazısı” kıvamında bulduğumuz için, dergide Mıhçı’ya bir köşe vermiştik. Bu çarpıcı yazıları dikkatle izleyen İlhan Selçuk, bir gün bana, “Cumhuriyet’e köşe yazarı hazırlıyorsun galiba..” demişti. Ali İhsan’ın tek kaşını kaldırarak söylediği okkalı özgün sözlere çok gülerdim. En çok da soyadını severdim onun: Konuşurken ve yazarken mıhlardı! Neyleyim ki, o iğrenç, onulmaz hastalık, Mıhçı’yı da 48 yaşındayken aldı götürdü…

Ahmet Telli, derginin her işine koşardı. Her ay yağan yüzlerce şiir arasından ilk seçmeyi yapmak gibi sorumluluk gerektiren zorlu iş, ona verilmişti. Zaten dergide herkes, işin bir ucundan tutardı. Benim için ve arkadaşlarım için, binden fazla aboneye her ay dergi postalamak da kolektif bir işti. Telli, geleneksel deyişlerden yararlandığı şiirini geliştirdi, onca şiir kitabıyla günümüzün en değerli şairleri arasında yer aldı.

Ali Cengizkan, 1970’li yılların sonlarında şiirimizin parlak şairleri arasındaydı. Henüz ODTÜ’de Mimarlık Fakültesi öğrencisiyken “Senlere” adlı kitabı Türkiye Yazıları arasından çıktı ve geniş ilgi gördü. Adnan Azar’ı unutmayayım! Azar da incelikli bir şiir deyişi geliştirerek günümüzün değerli şairleri arasında yer aldı.

Anlayacağın, daha onlarca genç şair ve yazar kardeşimiz Türkiye Yazıları’nda görev aldı. Adlarını saymaya kalksam, inan et, paragraflar tutar…

 

SE- Türkiye Yazıları yurt dışındaki Türkologların da izlediği bir dergiydi. Onlarla nasıl ilişki kurdunuz?

AS- Aziz Nesin sayesinde tanıdığımız Alman Türkolog Petra Kappert’in yardımlarını unutamam. O bize Almanya ve Hollanda’daki Türkologların adlarını ve adreslerini verdi, hepsiyle sıkı bağlar kurduk; çeşitli fırsatlarla Ankara’ya gelenleri ağırladık, dostlukları geliştirdik. Bu yıllarda Arnavutluk, Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Azerbaycan ve Bulgaristan’daki Türkologlar da dergiye ilgi gösteriyordu. Bu ülkelerden de davetler aldık. Yalnız şunu belirteyim: Bildiğin gibi ben, kariyerizmden nefret eden bir insanım. “Şu ülkede de tanınayım, şunlar sayesinde şunları da yapayım..” gibi düşüncelerden tiksinirim. Türkologlarla ilişkilerimi de dostlukla, ama kariyerizmden uzak kalarak yürüttüm.

 

SE- Çekinerek soracağım bir soru daha: Türkiye Yazıları’nın bu denli yaygınlık ve saygınlık kazanmasında en büyük payın, bütün sol grup ve görüşler önünde eşit mesafede durmasının olduğu söylenir. Siz ne söyleyeceksiniz bu konuda?

AS- Doğru bir saptama: Evet, bütün sol grup ve görüşlere yakın davrandık; açıkçası, hepsine eşit mesafede durduk. Edebiyatı yüceltmenin dışında en küçük bir hesabımız olmadı. Dergi bünyesinde, çeşitli sol siyasetten olan arkadaşlar vardı. Ama arkadaşların hiçbiri, kendi görüşünün baskın olması yolunda davranmadı. Çünkü buna gerek duymuyorlardı. Ben her biriyle açık konuştum: “Edebiyatı, şu ya da bu görüşe yedirmem!” dedim. “Çünkü edebiyat, ileri insanlıktan yana bütün görüşleri temsil etmeye yeter!” dedim. Bu apaçık, kişilikli doğrultuyu bütün arkadaşlar saygıyla karşıladı…

 

SE- Şimdi 1980 darbesinin dergiye verdiği zararları sormaya geldi sıra…

AS- 1980 12 Eylül Darbesi, ondan dokuz yıl önceki 12 Mart 1971 Darbesi’nden daha faşizan, daha gaddar, daha da insanlık düşmanıydı. Fakat, aldıkları talimat doğrultusunda, sanata, edebiyat dergilerine, heykellere, tiyatrolara falan dokunmadılar. 12 Eylül’den hemen sonra İstanbul’da arkadaşlar, örneğin bir “YAZKO” (Yazarlar Kooperatifi) hareketi geliştirdi. Ancak sol aydınların üzerinde öyle bir baskı vardı ki, devreye ister istemez otosansür giriyordu. Şunu da belirteyim: En kötü sansür, otosansürdür!

SE- Ne anlama gelir “otosansür”?

AS- İnsanın kişiliğini kendi kendine saptırmaktır otosansür! Dürüst bir insan için, “Şöyle yazarsak bir şey demezler” gibi hesaplardan başlayıp giderek ödün vermek, aslında kanalizasyon çukuruna cumburlop atlamak demektir. Türkiye Yazıları ne ödün verirdi, ne de bu çukura atlardı. Dergideki arkadaşların dayatması üzerine, yaşamayı biraz daha uzattı dergimiz. Sonra ben, 12 Eylül’ün yasaklı düşünce ortamında kıvranıp durmak yerine, sözünü gereğince söyleyemeyen dergiyi kapatmayı doğru, yerinde buldum. Böylece Türkiye Yazıları, 1983’ün Mayıs ayında noktalandı.

 

Selim Esen – Söyleşi için teşekkür ederim.

[1] Afrodisyas Sanat, Temmuz-Ağustos 2012.