Ağustos 1979, Kyoto-Japonya

 
   
 

DİNÇER’LE BİR ZAMANLAR…

Tüketim çağından üretim çağına geçtiğimiz ya da bedava karnımızı doyurmaktan emeğimizin karşılığında yaşamaya başladığımız; daha sevecen, daha insan yüzlü bir dünyayı hayal ettiğimiz yıllar… 1965 yılında TRT adını alan kurumda bir araya gelenlerin de bu görüş ve duyguyu paylaştıkları yıllar. Hani, savaşlar bitecek, gelir dağılımındaki adaletsizlik kalkacak ve gönenç her yere yayılacaktı ya! Umudumuzu umutsuzluğa döndüren yılların arifesi…

Bilgisayar çağın ancak ufukta görünüyor... Kimimiz alaylı, kimimiz mektepli 20’sinde gençler başkent Ankara’nın Mithatpaşa caddesi’ndeki 37 ve 47 numaralı binalarında harıl harıl beyaz cam yayınına hazırlanıyoruz. Bir başka deyişle TRT’nin ikinci “T”sini konuşturacağız…

Kimimiz İngiliz yayın kuruluşu BBC’de eğitilmiş, kimimiz ise Ankara radyosu’ndan seçilerek İngiliz uzmanlarının denetimindeki kurslarda görsel-işitsel yayıncılığı öğrenmiştik. 31 Aralık 1968 günü başlayan deneme yayınları 7 Aralık 1969 günü haftada dörde çıkarıldığında haber-program ve teknik elemanlar arasındaki acı-tatlı çekişmeler de yerini rekabete bırakmıştı. Salı, Perşembe ve Cumartesi günlerine bir de Pazar günleri eklendiğinde bu kez çekişmeler önceliği almıştı. Programcıların temel sorunu denetim konusuydu. Program metinlerinin denetlenmesine, sansür edilmesine razı değillerdi…

Hayal dünyamızın renkli, televizyonumuzun siyah/beyaz olduğu yıllardan söz ediyoruz... Televizyon sosyal yaşamımıza nasıl yansıdı, ilgilenenler için kısaca belirtelim.[1]

İlk bakışta sıradan apartman görüntüsü taşıyan yapıların, alt katlarında oluşturulan televizyon stüdyoları çalışanları ile ekrana gelen programların; prodüktör, yapımcı ve yönetmenleri, çalışma dışındaki saatlerini, Mithatpaşa caddesinin Kızılay yönüne paralel sokağında bulunan ‘Sultan Otel’in barı ile otelin iki üst binasının alt katındaki ‘Kalem’ meyhanesinde değerlendirirlerdi. Günün her saatinde havasız mekândaki kimi genç şairler ise, duvarlara şiir mısraları karalarlardı. ‘Kalem’ in sahibi zamanın ünlü gazetecilerinden, şair Mehmet Kemal’di. (Kurşunluoğlu) Genç aydınlarımıza yıllar yılı kalemiyle bir şeyler vermek istemiş, ama algılama konusunda midelerin kafalardan daha yetenekli olduğunu fark edince, bu lokantayı açmıştı. Şiirden romana, siyasetten edebiyata değin her şeyi yazan kalemi, müşterilerin borç hesaplarını tutmakta oldukça acemiydi. Olağanüstü özellikler taşıyan ‘Kalem’ kısa sürede batacak, Mehmet Kemal şiir yazmaya devam edecek, ortağı ise meyhanedeki boş şişeleri satarak zengin olacaktı.  

 

‘Sultan Otel’ bar’ının müşterileri ise ayakta içki içen, konuşan, tartışan kimselerdi. Her iki mekânın konukları arasında genç TRT çalışanları da vardı. Bu yerler TRT çalışanlarının adlarıyla anılırdı… ‘Kalem’ lokantası garsonu Naci TRT’cilerin ortak dostuydu.

 

Solcular (Dev-Genç) ve yolcuların (Dev-Yol), FKF eylemlerinin tartışıldığı; Hakkâri’deki Zap suyuna köprü kurmaya giden Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının suçlarının ne olabileceğinin seslendirildiği, Başbakan Süleyman Demirel’in “Bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz.” Dediği günlerdi. Bir başka deyişle aydınlanmanın, ileri gidişin engellendiği bir dönemdi. Kısaca 12 Mart 1971 öncesiydi… Ankara Televizyonu yayına başlayalı birkaç yıl olmuştu. İzleyici, Başbakan’dan sonra ekranda en çok görünen, ‘Lütfen Bekleyiniz’ yazılı dia’ya alışmıştı.

 

Yine bir gün saat 18 dolaylarında ‘Sultan’ın barı her zamanki gibi TRT çalışanlarıyla dolu. Programcıların arasında alışılmadık bir yüz dikkat çekiyor. Sorduk-soruşturduk… Radyodan gelen denetçi dediler. Ankara Televizyonu’na atanmış. Programları denetleyecekmiş! Kim, kimmiş dedik; Dinçer, Dinçer Sezgin diye birisi, dediler… Öğretmen kökenliymiş, radyo oyunları yazarmış… ‘Kalem’ lokantasının sahibi Mehmet Kemal’in kızı Önce ile o günlerde flört eden Alparslan Öner, kalın sesiyle yüksek perdeden, “Yaa… ne işi var bu radyocunun bizim aramızda. Gitsin radyo’yu denetlesin…” diye seslenmişti. Söz konusu edilen Dinçer’di ama Dinçer’i tanıyan yoktu. Oysa Ankara televizyonuna Radyodan gelen pek çok arkadaşımız vardı. Jülide Gülizar, Zafer Cilasun, Erkan Oyal, Esen Ünür, Ülkü Kuranel, Sevinç Yemişçi, Göker Müftüoğlu, Birim Baysu, Bülent Varol, Ünlen Demiralp gibi…

 

O gün haber yayını sonrası Sultan Otel’e uğrayan Zafer, bar’da oturan meçhul kişinin yanına yaklaşıp “Ne haber Dinçer!” dediğinde; onu tanımış, değerli bir yayıncı olduğunu öğrenmiştik. Radyo yayıncılığının her kademesinden geçmiş, şimdi de denetim işini sürdürüyordu. Televizyon’da ise yapım ve yayıncılar, denetim denen olaya zaten en başından tepkiliydiler. Bu nedenle Dinçer’i ilk anda dışlamışlardı. Biz haberciler ise olayı dışardan izliyorduk.

 

Gel zaman, git zaman ilginç bir şey oldu: Dinçer Sezgin’e denetim için giden program metinlerinin, virgülüne bile dokunulmadan geri dönmeye başladığını duyduk. Ankara Televizyonu’nun her şey dâhil, kendisine bile karşı olan metin yazarı Bilgin Adalı, programının tek kelimesine bile dokunulmadığını ballandıra ballandıra anlatmıştı ‘Sultan’ın barında…

 

Dinçer’in görüşü şöyle anlatılıyordu: “Program hazırlayan ter dökmüş yazmış. Bir kelimesi bile değişmez o metinlerin.”

 

Emeğe duyulan saygı, o saygıyı gösterene de saygı duyulmasına neden oldu. Dinçer Ankara Televizyonunun burnundan kıl aldırmayan, yaramaz çocuklarının ilk sınavından geçer not almıştı.

 

Sonra, “Ben televizyonu bilmem, televizyon programından anlamam. Öğrenmeme yardım edin arkadaşlar…” dediği aktarılmıştı.

 

Buzlar çözülmüştü…

 

O dönem, Türk edebiyatının en genç öykü yazarlarının TRT’de buluştuklarını da anımsatmalıyız. Adalet Ağaoğlu ve Sevgi Soysal, Turgut Özakman’ın başkanlığını yürüttüğü Merkez Program Dairesi’nde çalışıyorlardı. Sık sık Özakman’la tartıştıklarını duyardık. Ankara Televizyonu’na program hazırlayan genç metin yazarları da Dinçer’le tartışırlardı. Doğru laflar ettiğini söylerlerdi. Tartışmaları içki masasında da sürdürdükleri söylenirdi.

 

Kısa sürede televizyon programcılığı konusunda geliştirdi kendisini Dinçer. Onca yıllık radyo deneyimiyle genç televizyonculara yol gösterdi.

 

Ankara Televizyonu emekleme çağını aştığında Dinçer’i daha iyi tanıdık. Sık, sık ‘Sultan’ın barında birlikte olduk. Yan yana, sırt sırta, karşı karşıya kadeh kaldırdık geleceğe…

 

Fikir kimden çıktı, nasıl çıktı bilemem, anımsamıyorum. Bir gün televizyonda özel günleri, özel olayları çocuk gözüyle işleyen dramatik bir programın yayını başladı. Haftada bir 45 dakika süreyle yayınlanan program “Tatlı Dille Güler Yüzle” adını taşıyordu. Yapımcılığını Canan Meray’ın üstlendiği programın metin yazarları Dinçer Sezgin ve Bilgin Adalı idi. Program önce ayda bir, ya da en çok 15 günde bir yayınlanmak üzere önerilmiş, sonra haftada bir yayınlanmasına karar verilmişti. Geniş ölçüde araştırmaya dayalı dramatik bir metni, kaliteyi bozmadan yazmak elbette kolay iş değildi. Program başarılı oldu, beğeniyle izlendi. Ama Dinçer gibi ciddi birisiyle Bilgin gibi savruk bir insanın nasıl birlikte metin yazdıkları hep merak konusu oldu. İlerleyen programlarda Dinçer’in ve Bilgin’in ayrı metinler yazdıkları söylendi. Birinin yazdığını diğeri mi denetledi orası bilinmiyor! Hakça söylemek gerekirse, “Oyun Treni”nin pek sevilen Ali’si Levent Kırca ile sevimli, güleç yüzlü rol arkadaşı Eniz Fosforoğlu’nun başarısını yakalamıştı “Tatlı Dille Güler Yüzle”. 

 

Bu anıları aktarırken şunu da unutmamak gerekir; Söz konusu yıllarda, bilgisayar yok, fotokopi yok. Önce yazacaksın. Düzeltmeler yapılacak, yeniden yazılacak metin. Sonra da mumlu kâğıda yazılıp teksir makinesinde çoğaltılacak.

 

Televizyon metin yazarı, genelde üç dört yazımda aynı sıkıntıyı yaşadıktan sonra, formatı ve karakterleri oturtabilir. Dinçer’in programında bu deneyim kısalmıştı. Bir gün ‘Sultan’ın barı’nda “Ben artık doğrudan mumlu kâğıda yazıyorum arkadaşlar…” demişti. “Yayın başladı, ben metin yetiştirmekte zorlanır oldum.” diye de, eklemişti.

 

Dinçer, bir yıl boyunca Ankara Televizyonunda yayınlanan “Tatlı Dille, Güler Yüzle” programını yazdı. Sonra Bilgin Adalı’yla yolları ayrıldı. Bilgin İstanbul’a, Dinçer İzmir’e yerleşti. ‘Sultan Otel’in barı’nda uzun süre Dinçer’in yokluğu hissedildi. Görüşemediğimiz yıllarda eserlerini okuduk. Radyo oyunlarını dinledik.

 

Aradan 33 yıl geçti.

2004 yılında Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri’ni hazırlıyoruz. Sıra öykücülere gelince muhterem eşim Dinçer Hoca’yı çağıralım dedi. Mehmet Aydın, “Öğrencimdir Dinçer, dirayetlidir.” deyince, “Yaa.. kim bu Dinçer!” demişim. Ayrıntıya giriyorlardı ki,  “Tamam… Bizim Dinçer!” dedim.

 

Buluştuğumuzda, o eski ince eleyip, sık dokuyan kişiliğinin yanına, seçici sıfatını eklediğini gözlemiştim. Geçmişte gürültülü yaşamı yeğleyen Dinçer gitmiş, sessizlik arayan Dinçer gelmişti. Konakladığı Marbella Oteli beğenmemiş, “Sabaha kadar bağırıyorlar bu otelde. Uyuyamadım arkadaş!” demişti.

 

Dinçer, iki yıl üst üste Kuşadası etkinliğinin sunuculuğunu üstlendi. Kıvrak zekâsı, güzel Türkçesi, akıcı diliyle bizlere unutulamaz anlar yaşattı. Konuşmalar ve konuşmacılar arasında kurduğu iletişimle, fıkralarıyla ve dağarcığındaki çok çok özel bilgileriyle belleğimize silinemez anılar kattı.

                 

Tanıdığım Dinçer içkiyi sigarayı ve öykü yazmayı severdi. Dünyasıydı bunlar. Şimdi birisini geride bıraktı. İçki içmiyor artık. Sigarayı bırak(a)mıyor. Öykü’lü yaşam ise tartışılmaz tutkusu… Bir de dostları vardır vazgeçemediği. Farklı yerdedir onlar. “Son Aday” adlı öyküsünde dost sevgisini şöyle anlatır Dinçer:

 

“(…) Hoca iki adet kalemi merak etmişti. Kız sayın hocam dedi, ‘Bende kalmasını istemediğim, ya da gelecekte görüşeceğimi ümit etmediğim, konuk gözüyle baktığım kişilerin adres ve telefonlarını kurşun kalemle yazıyorum. Zamanı gelince kolayca siliyorum onları. Ya da kendiliklerinden silinip gidiyorlar. Kalıcı olacaklarına inandıklarımı da tükenmez kalemle yazarım.(…)

Sevgili Dinçer benim defterimde de tükenmezle yazılanlar arasında yer alır.

Bugün çocukluk, delikanlılık, gençlik, orta yaşlılık anılarım Dinçer’li günlerle tazelendi. Konuşmamı bir şiirle tamamlamak istiyorum. Dinçer’e çok yakıştırdığım… Yazarını sonunda söyleyeceğim.

AYDIN MISIN?

Kilim gibi dokumada mutsuzluğu

Gidip gelen karakuşlar havada

Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden

Tabanında depremi kara güllelerin

Duymuyor musun?

Kaldır başını kan uykulardan

Böyle yürek böyle atardamar

Atmaz olsun

Ses ol ışık ol yumruk ol

Karayeller başına indirmeden çatını

Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm

Alıp götürmeden büyük denizlere

Çabuk ol

 

Tam çağı işe başlamanın doğan günle

Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden

Her satırında günlük güneşlik                                                                 

Utanma suçun tümü senin değil

Yırt otuzunda aldığın diplomayı

Alfabelik çocuk ol

 

Yollar kesilmiş alanlar sarılmış

Tel örgüler çevirmiş yöreni

Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende

Benden geçti mi demek istiyorsun

Aç iki kolunu iki yanına

Korkuluk ol

 

 

Evet… Bu güzel ve anlamlı şiir Rıfat ILGAZ’ın…

[1] Ayfer Tunç’un gözlemlerinden özetleyerek:

·         “Radyo alçakgönüllüydü, vakurdu, inatçıydı ama yeni değildi. Televizyon ise hayatımıza ağır bir vaka olarak girdi; radyoyu, kardeşi doğunca ihmal edilen büyük çocuğa benzetti. Televizyonla birlikte özellikle küçük şehirlerde hayatın ağır ritmi değişti, alışkanlıklar terk edildi…”

·         “Ağır, ama kendine göre lezzetli olan bir yaşama biçimini siyah-beyaz bir ekranda değişen görüntüler belirler oldu…”

·         “Televizyonun her gün akşam yediden gece yarısına kadar yayın yapmaya başlaması, sosyal hayatın sonunu getirdi. En büyük ve tek eğlence televizyon oldu. Televizyonu gereksiz, hatta zararlı bulan babaların inadı, çocuklarının ısrarı karşısında kırıldı, televizyon hızla evlere girmeye başladı…”

·         Mahallede herkesten önce televizyon aldıkları için kurumla gezinen öncü ailelerin evleri, televizyon seyretmeye gelen komşularla, ahbaplarla, habersiz gelen akrabalarla dolup taşmaya başladı…”

·         “Seyrettikleri filmin ya da dizinin bitmesi onların gitmesi anlamına gelmezdi. Gitmeleri için televizyon ekranında ‘Televizyonunuzu Kapamayı Unutmayınız’ yazısının çıkması gerekliydi…”

·         “Televizyon sosyal hayatı altüst ettiği kadar, aile hayatını da sarstı. Düzenli yayına başlamasıyla birlikte, bir anda birçok evin hayatında düzen bozuldu. Aslında aptal kutusu olduğu kimileri tarafından çok geçmeden anlaşılmıştı ama, bu bilgi bazı aile bireylerinin televizyona esir olmasını engelleyemedi. Ekran karşısına mıhlandığı için yemeği yakan, ütüyü prizde unutan kadınlarla kocaları arasında büyük kavgalar çıktı…”

·         “Televizyonun hayata girmesiyle birlikte, onu da içine alan vitrin dolapları yaptırmak yaygınlaştı… Televizyon dolaplarının içinde bir tanesi vardı ki, en eğlenceli olan oydu. Bu dolabın sürgülü kapağının yerinde genellikle mavi renkli bir cam bulunur, televizyon bu mavi camın ardından seyredilirdi… Renkli ekrana kavuşmak için epeyce beklememiz gerekti. 80’lerin ilk yarısında önce kısmen, sonra tamamen renkli bir televizyonla tanıştık…”