DİNÇER’LE BİR ZAMANLAR…
Tüketim çağından üretim çağına geçtiğimiz ya da bedava
karnımızı doyurmaktan emeğimizin karşılığında yaşamaya
başladığımız; daha sevecen, daha insan yüzlü bir dünyayı
hayal ettiğimiz yıllar… 1965 yılında TRT adını alan
kurumda bir araya gelenlerin de bu görüş ve duyguyu
paylaştıkları yıllar. Hani, savaşlar bitecek, gelir
dağılımındaki adaletsizlik kalkacak ve gönenç her yere
yayılacaktı ya! Umudumuzu umutsuzluğa döndüren yılların
arifesi…
Bilgisayar çağın ancak ufukta görünüyor... Kimimiz
alaylı, kimimiz mektepli 20’sinde gençler başkent
Ankara’nın Mithatpaşa caddesi’ndeki 37 ve 47 numaralı
binalarında harıl harıl beyaz cam yayınına
hazırlanıyoruz. Bir başka deyişle TRT’nin ikinci “T”sini
konuşturacağız…
Kimimiz İngiliz yayın kuruluşu BBC’de eğitilmiş, kimimiz
ise Ankara radyosu’ndan seçilerek İngiliz uzmanlarının
denetimindeki kurslarda görsel-işitsel yayıncılığı
öğrenmiştik. 31 Aralık 1968 günü başlayan deneme
yayınları 7 Aralık 1969 günü haftada dörde
çıkarıldığında haber-program ve teknik elemanlar
arasındaki acı-tatlı çekişmeler de yerini rekabete
bırakmıştı. Salı, Perşembe ve Cumartesi günlerine bir de
Pazar günleri eklendiğinde bu kez çekişmeler önceliği
almıştı. Programcıların temel sorunu denetim konusuydu.
Program metinlerinin denetlenmesine, sansür edilmesine
razı değillerdi…
Hayal dünyamızın renkli, televizyonumuzun siyah/beyaz
olduğu yıllardan söz ediyoruz... Televizyon sosyal
yaşamımıza nasıl yansıdı, ilgilenenler için kısaca
belirtelim.
İlk bakışta sıradan apartman görüntüsü taşıyan
yapıların, alt katlarında oluşturulan televizyon
stüdyoları çalışanları ile ekrana gelen programların;
prodüktör, yapımcı ve yönetmenleri, çalışma dışındaki
saatlerini, Mithatpaşa caddesinin Kızılay yönüne paralel
sokağında bulunan ‘Sultan Otel’in barı ile otelin iki
üst binasının alt katındaki ‘Kalem’ meyhanesinde
değerlendirirlerdi. Günün her saatinde havasız mekândaki
kimi genç şairler ise, duvarlara şiir mısraları
karalarlardı. ‘Kalem’ in sahibi zamanın ünlü
gazetecilerinden, şair Mehmet Kemal’di. (Kurşunluoğlu)
Genç aydınlarımıza yıllar yılı kalemiyle bir şeyler
vermek istemiş, ama algılama konusunda midelerin
kafalardan daha yetenekli olduğunu fark edince, bu
lokantayı açmıştı. Şiirden romana, siyasetten edebiyata
değin her şeyi yazan kalemi, müşterilerin borç
hesaplarını tutmakta oldukça acemiydi. Olağanüstü
özellikler taşıyan ‘Kalem’ kısa sürede batacak, Mehmet
Kemal şiir yazmaya devam edecek, ortağı ise meyhanedeki
boş şişeleri satarak zengin olacaktı.
‘Sultan Otel’ bar’ının müşterileri ise ayakta içki içen,
konuşan, tartışan kimselerdi. Her iki mekânın konukları
arasında genç TRT çalışanları da vardı. Bu yerler TRT
çalışanlarının adlarıyla anılırdı… ‘Kalem’ lokantası
garsonu Naci TRT’cilerin ortak dostuydu.
Solcular (Dev-Genç) ve yolcuların (Dev-Yol), FKF
eylemlerinin tartışıldığı; Hakkâri’deki Zap suyuna köprü
kurmaya giden Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının suçlarının
ne olabileceğinin seslendirildiği, Başbakan Süleyman
Demirel’in “Bana milliyetçiler suç işliyor
dedirtemezsiniz.” Dediği günlerdi. Bir başka deyişle
aydınlanmanın, ileri gidişin engellendiği bir dönemdi.
Kısaca 12 Mart 1971 öncesiydi… Ankara Televizyonu yayına
başlayalı birkaç yıl olmuştu. İzleyici, Başbakan’dan
sonra ekranda en çok görünen, ‘Lütfen Bekleyiniz’ yazılı
dia’ya alışmıştı.
Yine bir gün saat 18 dolaylarında ‘Sultan’ın barı her
zamanki gibi TRT çalışanlarıyla dolu. Programcıların
arasında alışılmadık bir yüz dikkat çekiyor.
Sorduk-soruşturduk… Radyodan gelen denetçi dediler.
Ankara Televizyonu’na atanmış. Programları
denetleyecekmiş! Kim, kimmiş dedik; Dinçer, Dinçer
Sezgin diye birisi, dediler… Öğretmen kökenliymiş, radyo
oyunları yazarmış… ‘Kalem’ lokantasının sahibi Mehmet
Kemal’in kızı Önce ile o günlerde flört eden Alparslan
Öner, kalın sesiyle yüksek perdeden, “Yaa… ne işi var bu
radyocunun bizim aramızda. Gitsin radyo’yu denetlesin…”
diye seslenmişti. Söz konusu edilen Dinçer’di ama
Dinçer’i tanıyan yoktu. Oysa Ankara televizyonuna
Radyodan gelen pek çok arkadaşımız vardı. Jülide
Gülizar, Zafer Cilasun, Erkan Oyal, Esen Ünür, Ülkü
Kuranel, Sevinç Yemişçi, Göker Müftüoğlu, Birim Baysu,
Bülent Varol, Ünlen Demiralp gibi…
O gün haber yayını sonrası Sultan Otel’e uğrayan Zafer,
bar’da oturan meçhul kişinin yanına yaklaşıp “Ne haber
Dinçer!” dediğinde; onu tanımış, değerli bir yayıncı
olduğunu öğrenmiştik. Radyo yayıncılığının her
kademesinden geçmiş, şimdi de denetim işini
sürdürüyordu. Televizyon’da ise yapım ve yayıncılar,
denetim denen olaya zaten en başından tepkiliydiler. Bu
nedenle Dinçer’i ilk anda dışlamışlardı. Biz haberciler
ise olayı dışardan izliyorduk.
Gel zaman, git zaman ilginç bir şey oldu: Dinçer
Sezgin’e denetim için giden program metinlerinin,
virgülüne bile dokunulmadan geri dönmeye başladığını
duyduk. Ankara Televizyonu’nun her şey dâhil, kendisine
bile karşı olan metin yazarı Bilgin Adalı, programının
tek kelimesine bile dokunulmadığını ballandıra
ballandıra anlatmıştı ‘Sultan’ın barında…
Dinçer’in görüşü şöyle anlatılıyordu: “Program
hazırlayan ter dökmüş yazmış. Bir kelimesi bile değişmez
o metinlerin.”
Emeğe duyulan saygı, o saygıyı gösterene de saygı
duyulmasına neden oldu. Dinçer Ankara Televizyonunun
burnundan kıl aldırmayan, yaramaz çocuklarının ilk
sınavından geçer not almıştı.
Sonra, “Ben televizyonu bilmem, televizyon programından
anlamam. Öğrenmeme yardım edin arkadaşlar…” dediği
aktarılmıştı.
Buzlar çözülmüştü…
O dönem, Türk edebiyatının en genç öykü yazarlarının
TRT’de buluştuklarını da anımsatmalıyız. Adalet Ağaoğlu
ve Sevgi Soysal, Turgut Özakman’ın başkanlığını
yürüttüğü Merkez Program Dairesi’nde çalışıyorlardı. Sık
sık Özakman’la tartıştıklarını duyardık. Ankara
Televizyonu’na program hazırlayan genç metin yazarları
da Dinçer’le tartışırlardı. Doğru laflar ettiğini
söylerlerdi. Tartışmaları içki masasında da
sürdürdükleri söylenirdi.
Kısa sürede televizyon programcılığı konusunda
geliştirdi kendisini Dinçer. Onca yıllık radyo
deneyimiyle genç televizyonculara yol gösterdi.
Ankara Televizyonu emekleme çağını aştığında Dinçer’i
daha iyi tanıdık. Sık, sık ‘Sultan’ın barında birlikte
olduk. Yan yana, sırt sırta, karşı karşıya kadeh
kaldırdık geleceğe…
Fikir kimden çıktı, nasıl çıktı bilemem, anımsamıyorum.
Bir gün televizyonda özel günleri, özel olayları çocuk
gözüyle işleyen dramatik bir programın yayını başladı.
Haftada bir 45 dakika süreyle yayınlanan program “Tatlı
Dille Güler Yüzle” adını taşıyordu. Yapımcılığını Canan
Meray’ın üstlendiği programın metin yazarları Dinçer
Sezgin ve Bilgin Adalı idi. Program önce ayda bir, ya da
en çok 15 günde bir yayınlanmak üzere önerilmiş, sonra
haftada bir yayınlanmasına karar verilmişti. Geniş
ölçüde araştırmaya dayalı dramatik bir metni, kaliteyi
bozmadan yazmak elbette kolay iş değildi. Program
başarılı oldu, beğeniyle izlendi. Ama Dinçer gibi ciddi
birisiyle Bilgin gibi savruk bir insanın nasıl birlikte
metin yazdıkları hep merak konusu oldu. İlerleyen
programlarda Dinçer’in ve Bilgin’in ayrı metinler
yazdıkları söylendi. Birinin yazdığını diğeri mi
denetledi orası bilinmiyor! Hakça söylemek gerekirse,
“Oyun Treni”nin pek sevilen Ali’si Levent Kırca ile
sevimli, güleç yüzlü rol arkadaşı Eniz Fosforoğlu’nun
başarısını yakalamıştı “Tatlı Dille Güler Yüzle”.
Bu anıları aktarırken şunu da unutmamak gerekir; Söz
konusu yıllarda, bilgisayar yok, fotokopi yok. Önce
yazacaksın. Düzeltmeler yapılacak, yeniden yazılacak
metin. Sonra da mumlu kâğıda yazılıp teksir makinesinde
çoğaltılacak.
Televizyon metin yazarı, genelde üç dört yazımda aynı
sıkıntıyı yaşadıktan sonra, formatı ve karakterleri
oturtabilir. Dinçer’in programında bu deneyim
kısalmıştı. Bir gün ‘Sultan’ın barı’nda “Ben artık
doğrudan mumlu kâğıda yazıyorum arkadaşlar…” demişti.
“Yayın başladı, ben metin yetiştirmekte zorlanır oldum.”
diye de, eklemişti.
Dinçer, bir yıl boyunca Ankara Televizyonunda yayınlanan
“Tatlı Dille, Güler Yüzle” programını yazdı. Sonra
Bilgin Adalı’yla yolları ayrıldı. Bilgin İstanbul’a,
Dinçer İzmir’e yerleşti. ‘Sultan Otel’in barı’nda uzun
süre Dinçer’in yokluğu hissedildi. Görüşemediğimiz
yıllarda eserlerini okuduk. Radyo oyunlarını dinledik.
Aradan 33 yıl geçti.
2004 yılında Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri’ni
hazırlıyoruz. Sıra öykücülere gelince muhterem eşim
Dinçer Hoca’yı çağıralım dedi. Mehmet Aydın,
“Öğrencimdir Dinçer, dirayetlidir.” deyince, “Yaa.. kim
bu Dinçer!” demişim. Ayrıntıya giriyorlardı ki, “Tamam…
Bizim Dinçer!” dedim.
Buluştuğumuzda, o eski ince eleyip, sık dokuyan
kişiliğinin yanına, seçici sıfatını eklediğini
gözlemiştim. Geçmişte gürültülü yaşamı yeğleyen Dinçer
gitmiş, sessizlik arayan Dinçer gelmişti. Konakladığı
Marbella Oteli beğenmemiş, “Sabaha kadar bağırıyorlar bu
otelde. Uyuyamadım arkadaş!” demişti.
Dinçer, iki yıl üst üste Kuşadası etkinliğinin
sunuculuğunu üstlendi. Kıvrak zekâsı, güzel Türkçesi,
akıcı diliyle bizlere unutulamaz anlar yaşattı.
Konuşmalar ve konuşmacılar arasında kurduğu iletişimle,
fıkralarıyla ve dağarcığındaki çok çok özel bilgileriyle
belleğimize silinemez anılar kattı.
Tanıdığım Dinçer içkiyi sigarayı ve öykü yazmayı
severdi. Dünyasıydı bunlar. Şimdi birisini geride
bıraktı. İçki içmiyor artık. Sigarayı bırak(a)mıyor.
Öykü’lü yaşam ise tartışılmaz tutkusu… Bir de dostları
vardır vazgeçemediği. Farklı yerdedir onlar. “Son Aday”
adlı öyküsünde dost sevgisini şöyle anlatır Dinçer:
“(…) Hoca iki adet kalemi merak etmişti. Kız sayın hocam
dedi, ‘Bende kalmasını istemediğim, ya da gelecekte
görüşeceğimi ümit etmediğim, konuk gözüyle baktığım
kişilerin adres ve telefonlarını kurşun kalemle
yazıyorum. Zamanı gelince kolayca siliyorum onları. Ya
da kendiliklerinden silinip gidiyorlar. Kalıcı
olacaklarına inandıklarımı da tükenmez kalemle
yazarım.(…)
Sevgili Dinçer benim defterimde de tükenmezle yazılanlar
arasında yer alır.
Bugün çocukluk, delikanlılık, gençlik, orta yaşlılık
anılarım Dinçer’li günlerle tazelendi. Konuşmamı bir
şiirle tamamlamak istiyorum. Dinçer’e çok yakıştırdığım…
Yazarını sonunda söyleyeceğim.
AYDIN MISIN?
Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen karakuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun?
Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol
Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında günlük
güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol
Evet… Bu güzel ve anlamlı şiir Rıfat ILGAZ’ın…
|