Ağustos 1996, Diamond Head-Hawaii

 
   
 

DURAKLAMALAR[1]

 

Başlığımız sizi şaşırtmasın. Konumuz edebiyat, başlığımız “Cumhuriyet Sonrası Türk Şiiri’nde Kırılma Dönemleri” ama, bu dönemlere yol açan olaylara değinmeden geçilemez. “Duraksamalar” adıyla da anılabilecek dönemler nasıl ve niçin yaşandı?.. Amacımız, olayları kısaca özetlemek, 47 yıl öncesini yaşayanlar ile sonradan öğrenenlerin belleklerini tazelemektir.

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat tarihlerini konu alan, kısaca 1960 ile 1997 yılları arasındaki siyasal yaşamımızda gördüğümüz dört “müdahale” den bir başka deyişle, üç buçuk askeri müdahaleden söz edeceğiz.

Önce kısaca belirtelim,

27 Mayıs 1960’ta Silahlı Kuvvetler içinde bir grup, Demokrat Parti iktidarını devirdi, ardından yapılan ilk seçimde DP’nin devamı olan parti, AP birinci oldu.

12 Mart askeri müdahalesi ise Süleyman Demirel’e karşı ve ülkede kan dökülmesini önlemek için yapıldı. Bir süre sonra Demirel tekrar iktidar oldu ve bütün ülkede, 1971 öncesiyle kıyaslanamayacak kadar fazla kan döküldü.

12 Eylül 1980 yine “kardeş kavgasını” durdurmak gerekçesiyle yapıldı. Sonuç, siyasal İslam’ın ve bölücü terörün güçlü bir şekilde örgütlenmesi ve gelişmesiyle sonuçlandı.

Bir başka duraklama olayını, 28 Şubat’ı farklı ele alacağız.

Kuşkusuz 1950 yılından bugüne demokratik yaşamımızı duraksatan dört askeri müdahale, gerek yapılış biçimleri, gerek nitelikleri ve içerikleri, gerekse sonuçları bakımından siyasi tarihçiler tarafından ayrı ayrı değerlendirildiler. Bu konularda sayısız görüş belirtildi, seslendirildi. Yani bizim değineceklerimiz ne ilk ne de son olacaktır.

Öncelikle 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ın koşulları, yapılışları ve sonuçlarının aynı olmadıklarının altını çizelim, ayrıntıya girmeye çalışalım. Siyasal anlamda değerlendirecek olursak kısaca:

27 Mayıs devrimci, 12 Mart muhafazakâr, 12 Eylül karşıdevrimci, 28 Şubat özünde demokrasinin önünü açan hareketlerdir denilebilir.

 

27 MAYIS[2]

Ülkeyi “vatan cephesi” ve “karşı cephe” olarak ikiye bölen iktidar partisi DP ve hükümetinin güçlü adamı Başbakan Adnan Menderes’in akıl almaz yönetimi Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk askeri müdahalesine yol açacaktır.

Öyle ki, Meclis’te kurulan “Tahkikat Komisyonu”nun hukuk devletinde görülmedik yetkilerle donatılması, komisyonun istediği kişileri sorgulaması, tutuklaması, her türlü yayını yasaklama hakkının olması, matbaaları, gazeteleri kapatabilmesi, her türlü araç-gereç ve belgeye el koyabilmesi, siyasal toplantıları yasaklayabilmesi; bir başka deyişle demokrasi ve hukuk devleti ilkelerini yok sayması 27 Mayıs’ı hazırlayan temel nedenler olarak sıralanabilir. 

27 Mayıs hareketinin en önemli ürünü, ülkeye çağdaş bir anayasa kazandırmasıdır. Devletin temel nitelikleri arasına “sosyal devlet” ve “insan hakları” kavramlarının girmesi, yönetimin bütün eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olacağı ilkesiyle, “yasama organının yargısal denetimini” ve “hukukun üstünlüğü” ilkesini sağlayan Anayasa Mahkemesi’nin kurulması 1961 Anayasası’nın ülkemize sağladığı demokratik, ilerici ve çağdaş temel kazanımlardır.

 

12 MART[3]

1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler işçi hareketini yükseltmekte, sendikal hareketi güçlendirmekteydi. Bu durum henüz palazlanma evresindeki ticaret-sanayi ve finans burjuvazisini ve özellikle kapitalizmi savunan dış güçleri rahatsız etmeye başladı.

Yukarıdaki cümlede yer alan “toplumsal gelişme” ile ilgili durum, 12 Mart 1971 askeri hareketinin sosyolojik temellerini oluşturur.[4]

12 Mart hareketi, 1961 Anayasası'nın getirdiği demokratik ve ekonomik gelişmeleri ve toplumsal açılımları içine sindiremeyen üst düzey burjuvazinin bir tepkisi olarak ortaya çıkmıştır. Toplumsal hareketlilik, ekonomik zorluklar oranında artmış; işçi ve köylü kitlelerinin artan istek ve talepleri düzenden yararlananları sıkıntıya sokmuştu. Zamanın Genelkurmay Bakanı Tağmaç'a göre “toplumsal gelişme, ekonomik gelişme ve olanakların” üzerine çıkmıştı. İki süper gücün kozlarını Ortadoğu’da paylaşmaya başlamaları NATO ve ABD’nin Ortadoğu’da Sovyetler Birliği’ni durdurma politikaları ve Türkiye’nin bu politikada etkin biçimde kullanılması istekleri her an gündemdeydi.

12 Mart, bir başka yönden ilerici asker-sivil bürokrat ve aydınlarla, gerici asker-sivil bürokrat ve onları destekleyen ticaret ve finans burjuvazisinin de bir iç savaşı olarak nitelendirilmelidir. Muhafazakâr kimlikleriyle anayasanın getirdiği demokratik özgürlükleri çok bulan, kapitalist ekonomiyi benimseyen bir görüşle, ilerici, Atatürk’ün aydınlanma devrimlerinin sürmesini isteyen, planlı ekonomiyi ve stratejik sektörlerde devletçi ekonomiyi savunan, dış politikada bağımsızlık isteyen ulusalcı görüşün gizli bir savaşıydı. 9 Mart ile 12 Mart kadrolarının çatışması bu noktalarda yoğunlaşıyordu. Sonunda dış etkilerin de yardımıyla “muhafazakârlar” kazandılar.

12 Mart 1971’de emir-komuta zinciri içerisinde Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’nın girişimiyle gerçekleşti.

12 Mart hareketi, bütün ilerici güçlerin üzerinden buldozer gibi geçti. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan idam edildiler. İstanbul’da Ziverbey Köşkü, diye bilinen bina, kontrgerillanın işkence merkezi olarak hizmet gördü. İlhan Selçuk’un “Ziverbey Köşkü” adlı yapıtı, o dönemin ve işkencelerinin bir belgeselidir.

 

12 EYLÜL[5]

12 Mart'tan 9,5 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül ise, 12 Mart uygulamalarını da geride bırakan bir noktada “karşı devrimi”ci askeri harekettir. 1980 yaz ve sonbaharı günlerinde Meclis’te Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılıyor, ama bir türlü sonuçlanmıyordu. Zaten terör de alıp başını gitmişti. Her gün sağ-sol çatışması nedeniyle gençler ölüyordu. Bu da askeri bir müdahale için sosyo-psikolojik bir ortam yaratıyordu. Türkiye’nin büyük illerinde ve hemen hemen yarısında sıkıyönetim ilan edilmiş, yönetim ve denetim askerlerin ellerinde olduğu halde terör her gün can almayı sürdürüyordu. Sağ sol çatışması sanki bir merkezden körükleniyordu.

Sonraları anlaşıldı ki, darbe tarihi birkaç kez ertelenmişti. Devlet başkanı olduktan sonra Kenan Evren, bu ertelemeyi, “ortamın daha olgun hale gelmesini bekleme” biçiminde açıklamıştı. Bunun yalın anlamı masum insanların ve gençlerin daha çok ölmesinin istenmesidir. CIA şeflerinden birisi olan ve Türkiye politikasını yakından izleyen Paul Henze, darbeyi ABD’de Beyaz Saray’a “bizim çocuklar başardı” biçiminde duyurmuştur.

12 Eylül darbesi, aynı zamanda, Türkiye’de acımasız bir kapitalist düzeni sağlamak yönünde, son derece önemli kararlar almıştır.

Tüm aydınlar, işçiler, üniversite gençleri bu acılı baskılar altında yaşamlarını sürdürdüler. Bu noktada kendisine önemli görevler verilen Turgut Özal da Dünya Bankası’ndan ithal ettiği “ekonomik liberalizasyon programını” uygulamaya koymuştu. 12 Eylül darbesi, aynı zamanda 1961 Anayasası’nın özgürlükçü, insan haklarına saygılı ilkelerini ortadan kaldıran 1982 Anayasası’nı getirdi. 12 Eylül, sonunda uygulamalarıyla tamamen gerici bir nitelik kazanmıştır. “Muhafazakâr” değil, karşı devrimcidir.

12 Eylül’ün mimarları her kasabaya sanat değeri tartışmalı Atatürk büstleri koyarak, Atatürk’e çok bağlı olduklarını sanıyorlardı. İmam hatiplere, Kuran kurslarına gösterilen hoşgörü, orta yönetimde din derslerinin anayasaya konulan bir madde ile zorunlu hale getirilmesi, din eğitimi gören insanlardan terörist olmaz önyargısının sonuçlarıydı.

Bu dönem soğuk savaşın yoğun olarak yaşandığı yıllardır. ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden çembere almak için “Yeşil Kuşak” kuramını ortaya atmıştı. İslamiyet referansı NATO’nun ve 12 Eylül’ü yapan generallerin bağlandıkları en önemli olguydu. Bu dönemde Özal’ın da etkin yerlerde olması, “Türk-İslam” sentezinin uygulamaya konulmasını kolaylaştırdı. 12 Eylül 1980 rejiminin kurduğu Atatürk Yüksek Kurulu, 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in başkanlığında toplanarak “Türk-İslam sentezini temel alan bir kültürün bütün millete kabul ettirilmesine yönelik” bir raporu kabul etti.

12 Eylül yönetiminin ülkeye yaptığı en büyük kötülük, Eğitim Birliği Yasası’nı delmek için 30 yıldır uğraş veren karşıdevrimci siyasal oluşumlara yataklık yapması, olanak yaratmasıdır. Çünkü, 12 Eylülcüler 16 Haziran 1983 tarihinde 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’nda bir değişiklik yaparak (10.maddeyi değiştirerek), imam hatip liselerinden mezun olanların üniversitelerin istenilen fakültesine gitmek olanağını sağladılar. Böylece bugün hâlâ içinden çıkamadığımız toplumsal kaos’u yarattılar. Özetle, 12 Eylül yönetimi “muhafazakâr” değil, “reaksiyoner”, yani “karşı devrimci” dir.

 

28 ŞUBAT KARARLARI

12 Eylül 1980’den 17 yıl sonra gerçekleşen 28 Şubat, ne 12 Mart’a ne de 12 Eylül’e benzer. 28 Şubat 1980 öncesi iktidarda Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan ile DYP lideri Tansu Çiller’in ortak olarak kurdukları Refahyol Hükümeti vardı. Erbakan da başbakandı. Her hareketinde din motiflerini kullanıyordu. 28 Şubat’ta adeta toplumsal bir hesaplaşma ortamıyla karşı karşıyayız. Atatürk devrimlerini benimseyenlerle karşı devrimciler arasındaki bir hesaplaşmadır bu... Anayasal bir kurum olan MGK devrededir. Yürürlükte olan anayasamızın 1997 yılındaki, MGK’yi düzenleyen 118. maddesine göre MGK, “devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulaması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini bakanlar kuruluna bildirmekle” yükümlüydü.

 

SÜREKLİ AYDINLIK İSTEMLERİ

“Sürekli aydınlık için, bir dakika karanlık hareketi” tüm ülkede umulmadık bir katılım sağlıyordu. Türk toplumsal hayatında görülmemiş boyutlarda her partiden, her kesimden, her yaştan oluşan geniş bir kitle tepkisine dönüşüyordu. Akşam karanlık olunca saat 19.00’da bütün elektrikler bir dakika kapatılıyor ve tüm kentler kapkaranlık oluyordu. Böylece “sürekli aydınlık için, bir dakika karanlık” hareketi tüm ülkede yaygınlaşıyordu.

Kadınlar, balkonlara çıkıp, ellerindeki tavalara vurarak iktidarın gerici hareketlerine karşı tavır koyuyorlardı. İşte bu nedenlerle 1997 hareketinden 9 yıl sonra Bekir Coşkun, “Tank ile Tava” adlı yazısında Refahyol hükümeti’nin devrilişinde ilk kez “tank değil tavanın işe yaradığını” belirtmişti. Bekir Coşkun şöyle demişti: “28 Şubat süreci toplumun tepkisinden doğmuştur. Toplum tepkisini gösterdiği için, Erbakan’ın gidişi bir küçük formaliteye kalmıştır. Toplumun tavası tanktan daha güçlüdür.”

“... 28 Şubat'ın demokrasiye ara vermeden geçiştirilmesinin nedeni toplumun tepkisidir.” (Hürriyet, 21 Nisan 2006)

Kamuoyu duyarlılığını gösteriyordu. Demokrasilerde baskı grubu kavramı ve işleyişi somut olarak görülüyordu. Tüm bu sivil örgütler anayasamızdaki Cumhuriyet ilkelerini savunurlarken, siyasal iktidar devletin temel ilkelerine karşı çıkıyor, daha doğru bir anlatımla, siyasal iktidar karşıdevrimci cephede, siyasal iktidara karşı olan örgütler devletin kuruluş felsefesi yanında yer alıyorlardı. Özünde, devlete varlık veren Cumhuriyet ilkelerine, devletin var olma felsefesine karşı olan bir siyasal iktidarla karşı karşıya bir durum vardı. İşte bu noktada Başbakanlık Konutu’nda Başbakan Erbakan tarafından tarikat liderlerine dinsel motifler ve kurgularla iftar yemeği verilmesi bardağı taşıran son damla oldu.

 

SONUÇ

Yukarıda duraksamalara neden olan hareketlerin her birinin toplumsal ve siyasal koşullarının birbirine uymadığını söylemiştik.

27 Mayıs, kamuoyunun büyük desteği ve ordudaki her kademe ve rütbeden subayın bir araya gelmesi sonucunda gerçekleşmişti. Genelkurmay Başkanı olan Org. Rüştü Erdelhun’un da tutuklanmış olması hareketin emir-komuta zinciri dışında geliştiğini göstermektedir.

12 Mart ve 12 Eylül hareketlerinin en önemli niteliği, 27 Mayıs’ın ilerici ve devrimci niteliklerine karşı çıkan, O’nun getirdiği geniş özgürlüklere ve anayasaya karşı duran, ilerici 1961 Anayasası’nı geriye götüren hareketler olmasıdır. 12 Mart ve 12 Eylül’ü derinlemesine inceleyen kimi siyaset ve sosyal bilimciler ise özellikle bu iki harekette, dış etmenlerin ve soğuk savaşın çok ciddi etkileri olduğunu saptamışlardır.

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 hareketlerinin olduğu yıllarda, dünyanın iki büyük bloka ayrıldığını hatırlamamızda yarar var. Sovyet Rusya’nın liderliğinde Varşova Paktı ülkeleri ve ABD’nin liderliğinde NATO ülkeleri... Türkiye de, NATO’nun ileri karakolu konumundaydı. ABD, ayrıca Sovyet Rusya’yı güneyde çembere almak için “yeşil kuşak” kuramını yürütüyordu. Sosyal ve düşünsel gelişmelerin, sola açık düşünce yükselişlerinin NATO’yu rahatsız ettiğini biliyoruz... Bu nedenle “Soğuk Savaş” koşulları bu iki askeri harekette en önemli etken olarak rol oynamıştı.

Demokrasiyi sadece dört yılda bir yapılan seçimler olarak dar açıdan değerlendirenler “müdahaleleri” de aynı kefeye koyarlar. Oysa her birinin koşulları ayrıdır.

Kaldı ki, 27 Mayıs demokrasinin ve hukuk devletinin gelişmesi için en büyük atılımı sağlamış, özgürlükleri, sosyal ve laik devleti, hukukun üstünlüğünü yaşama geçirmiştir.

Öte yandan 12 Mart gerici 12 Eylül ise, karşı devrimci darbelerdir. Bu anlamda 27 Mayıs’la aynı kefeye konulamazlar.

28 Şubat 1997 ise, demokrasinin ön koşulu olan “laiklik ilkesinin” gelişiminde önemli bir adım olmuş ve Türkiye’yi eğitim reformu yüzünden bir utançtan kurtararak 8 yıllık zorunlu eğitimin gerçekleşmesinde önemli adım atılmasını sağlamıştır. Çünkü 28 Şubat 1997’de bütün dünyada 8 yıllık zorunlu eğitimi kabul etmeyen 8–10 ülkeden birisi de Türkiye idi...

Siyasete dışarıdan “müdahale”, özellikle “ordu”nun müdahalesi istenmiyorsa, öncelikle 4 yılda bir yapılan, seçimle iktidara gelen seçilmişlerin, kendilerine düşen görevleri yerine getirmeleri yadsınamaz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde, Atatürk’ün laik, demokratik, aydınlanma devrimleri vardır. Siyasal iktidarlar bu temel ilkelere karşı gelmemelidir. Kendisini değiştirmiş gibi gösterip, dini siyasete alet ederek, Atatürk Cumhuriyeti’nin temellerini yıkıp dökmemelidir.

Çünkü Cumhuriyetin laik ilkelerinin korunması, demokrasinin korunmasından daha önemlidir. Demokrasi her zaman kurulabilir ama laik Türkiye Cumhuriyeti bir kez yıkıldı mı onu tekrar ayağa kaldırmak hem zordur hem de güçtür.


 

[1] Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri’ne sunulan bildiri, 5 Eylül2007.

[2] Olay: DP’yi iktidardan düşürmek, özellikle İnönü sempatizanı birçok subaya; siyasal ve ekonomik sorunların çözümü, ülkeyi ve demokrasiyi kurtarmanın vazgeçilmez önkoşulu gibi görünüyordu. Silahlı Kuvvetler’in çeşitli kademelerinde Milli Birlik Komitesi (MBK) adı altında örgütlenen bu subaylar, 27 Mayıs 1960 sabahı planlı bir şekilde harekete geçerek, DP iktidarını devirdiler, yönetime el koydular. Sabahın ilk saatlerinde yayınlanan ihtilal bildirisinde, hareketin demokrasiyi kurtarmak ve kardeş kavgasını önlemek için yapıldığı, hiçbir şahsa ve zümreye karşı olmadığı, en kısa sürede seçimlere gidileceği ve yönetimin sivillere devredileceği açıklanıyor, NATO ve CENTO'ya bağlı kalınacağı bildiriliyordu. Devrik Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanları ve iktidar partisine mensup milletvekilleriyle önde gelen yöneticiler, Harp Okulu’nda gözaltına alındılar. Orgeneral Cemal Gürsel; Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı oldu. MBK, yasama görevini üstlendi ve 17 Haziran 1960’ta çoğu sivillerden oluşan yeni bir hükümet kuruldu. İhtilal Yönetimi ilk güçlüğü MBK üyeleri arasındaki görüş ayrılığı nedeniyle yaşadı. Üyelerden bir bölümü bir an önce seçimlerin yapılmasını isterken, diğer bölümü köklü reformlar gerçekleştirildikten sonra seçimlerin yapılmasını öngörüyordu. İkinci gruptakiler 13 Kasım 1960’da tasfiye edilerek yurt dışında çeşitli görevlere atandılar. MBK aynı yılın Aralık ayında, yeni anayasa ve seçim yasası hazırlamakla yükümlü “Kurucu Meclis”in oluşturulmasını kararlaştırdı. Çeşitli kuruluşların temsilcilerinden oluşan Kurucu Meclis, 5 Ocak 1961’de göreve başladı. Üniversite çevrelerinden alınan anayasa taslakları, meclisin özel komisyonlarında biçimlendirilerek tartışmaya sunuldu. Kurucu Meclis’in son şeklini verdiği anayasa, 9 Temmuz 1961’de yapılan referandum sonucu kabul edilerek yürürlüğe girdi. MBK, 15 Ekim 1961’de yapılan seçimlerle iktidarı sivillere bıraktı. MBK’nın 22 üyesi Anayasa gereğince “Tabii Senatör” olarak parlamentoya girerken, Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı seçildi. 27 Mayıs 1960 sabahı devrilen DP iktidarının yöneticileri, MBK tarafından Yassıada’da kurulan olağanüstü bir mahkeme olan Yüksek Adalet Divanı’nda yargılandılar. Mahkeme, “Anayasayı İhlal” ile suçladığı DP yöneticilerinden 15’ine idam, diğerlerine de ağır hapis cezaları verdi. İdam cezalarından 12’si MBK tarafından müebbed hapse çevrildi. DP iktidarının Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan ise idam edildiler. Diğer tutukluların tümü 1964’e kadar çeşitli af girişimleriyle serbest bırakıldı.

[3] 12 Mart 1971 Muhtırası: Şiddet eylemlerinin artması üzerine 12 Mart 1971 günü Türk Silahlı Kuvvetleri adına Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu tarafından imzalanan bir ‘muhtıra’ Cumhurbaşkanına, Senato ve Meclis Başkanlarına verildi. Muhtıra metni şöyleydi: “1. Parlamento ve Hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. 2. Türk Milletinin ve sinesinden çıkan Silâhlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. 3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri, kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan üzerine almaya kararlıdır.” Muhtıra saat 13.00’de radyodan okunduktan sonra, Süleyman Demirel başkanlığındaki AP görevi bıraktı. Muhtıra metninden anlaşılacağı üzere generaller kendi deyimleriyle anarşi ve ekonomik ile sosyal huzursuzluklardan parlamentoyu ve hükümeti birlikte sorumlu tutuyor; çözümü yine aynı parlamentonun içinde arıyorlardı. Aslında hemen görevden ayrılan hükümet izlemekte olduğu yanlış siyasetin bedelini ödüyordu. Kuşkusuz, ülkenin en yetkili organı olan hükümet, şiddet olaylarının yaygınlaşmasında da büyük sorumluluk taşıyordu.

[4] 12 Mart’a yol açan şiddet eylemlerinin nedenleri: 1960’ların sonlarına doğru Türkiye’de, toplumun sahip olduğu ‘devrime hazır’ görüntüsü, şiddete başvuranları yanılttı. Bu dönemde halkın beklentileri çok artmıştı fakat bu beklentileri karşılayacak olanaklar mevcut değildi. Siyasal tedirginliğin yanı sıra toplumsal-ekonomik doyumsuzluk da artmıştı. Bu doyumsuzluk yanlış değerlendirildi. Devrim için başka bir koşul daha hazırlanmış sanıldı. Aslında bu değerlendirmelerin altında, kurulu düzene karşı duyulan güvensizlik ve bu düzenden yabancılaşma yatıyordu. Kurulu düzene yabancılaşmanın nedeni enflasyon’un toplumsal ve ekonomik etkilerinin abartılmasıydı. Enflasyon büyük kitlelerin tepkisiyle karşılaştığı için, başka bir devrim nedeni zannedildi. 27 Mayıs eylemi gençliğe siyasal olarak özel bir yer kazandırmıştı. Bu durum gençliği siyasi olarak beklenenin üstünde ilgili ve etkin kıldı. Genç şiddetçiler bu konudan yola çıkarak toplumsal bir devrimin önderi olabilecekleri düşüncesine kapıldılarsa da yanıldılar. Gençliğin bu yanılgıya düşmesinin temel nedeni, aynı dönemlerde Batı Avrupa’da görülen öğrenci eylemleri ve Türkiye’deki yükseköğrenim sisteminin genel anlamda yetersizliği oldu. Diğer bir neden ise, ideolojik düşüncelerin henüz toplumda doğru biçimde anlaşılmamasıydı. Şiddetçilerin ideolojisi sol görüşlerle ve özellikle de Marksist yaklaşımla özdeşleştiriliyordu. 27 Mayıs’tan önce her türlü sol düşünce yasaklanmış olduğu için şimdi  bu fikirler çekiciydi. Sol görüşler henüz kendi aralarında  yeterince farklılaşmadığı için, Marksist yaklaşım bazı gruplar tarafından solun tek temsilcisi kabul ediliyordu. Marksizm bu dönemde büyük bir ilgi çekmişti. Bu arada Marksizm adı altında, bu yaklaşımdan saptırılmış birçok düşünce de topluma sunuluyordu. Kendini Marksist olarak niteleyen kişiler Marksist yaklaşımı topluma kendini anladıkları biçimde ve çoğunlukla saptırılmış olarak anlatıyorlardı.  Türkiye koşullarının Marksist yaklaşım açısından tutarlı bir çözümlemesi de henüz yapılmamıştı. Türkiyede yaşanan şiddet olaylarının Marksist yaklaşım adına uygulanmış olmasının temel nedeni bu bilgisizlikti. Şiddet eylemleri ilk başlarda yükseköğrenim gençliğinin sorunlarını çözmeye yönelik öğrenci eylemleri görünümündeydi. Eylemler kimi aydınlar, CHP ve basının bir kısmı tarafından hoşgörüyle karşılanıyordu. Hükümetse tepkiliydi. Şiddete karşı değil, sol görüşe karşı bir tutum takındı. Böylece sağcı şiddetçiler, sol eğilimli öğrencilerin eylemlerini bastırmaya yöneldiler. İki grup arasındaki çatışmalar şiddete dönüştü. Çatışmaların başlamasıyla hükümet, sol görüşlülere karşı yan tutan bir davranış sergilemeye başladı. Bu durum şiddet karşısında polisin tarafsızlığına duyulan güveni yok etti. Sol gruplar kendilerini savunmak için silahlanma yoluna gittiler. Ama bu silahlanma gittikçe savunmanın ötesinde, saldırı amacıyla kullanılmaya başladı. Hükümet şiddet eylemlerine karşı radikal bir tutum sergilemedi. Çekimser tutumunun altında yatan temel neden, yürütme organı üzerinde kimi denetimler getiren 1961 Anayasası’nı suçlamaktı. Oysaki 1961 Anayasası’nın getirdiği önlemlerle, hükümetin şiddet olaylarına karşı engelleyici bir tutum sergilemesi arasında bağ kurulamazdı. Yine o dönemde, öğrencilere akıl hocalığı yapma çabası içersinde olan, geçmişte kendi başarısız eylemleri sonucunda düş kırıklığına uğrayan kişilerin, öğrenci hareketlerinin şiddet eylemlerine dönüşmesindeki payları oldukça büyüktür. Bu kişiler öğrencilere öğüt verirken demokratik olmayan hukuk dışı yöntemleri savunuyorlardı. Sosyalist yaklaşımın tek temsilcisi olan Türkiye İşçi Partisi ile öğrencilerin bütünleşmesini yine bu kişiler engellemiş, grup içi arkadaşlığa dayalı duygusal bağlarda, grupları dışarıdan gelen her türlü eleştiriye kapamışlardı. Bu nedenle grup içi etkinlikler, yanlışları güçlendirmekten ve tekrarlamaktan başka bir işe yaramıyordu. Bütün bu nedenler sonucunda şiddete başvuran eylemcilerin, kullandıkları yöntemler onları felakete sürükledi. Genellikle dış ülkelerden uyarlanan modellerin, Türk toplumunun yapısına, niteliklerine uygun olmaması, onları halktan tamamıyla uzaklaştırdı. Sol şiddet eylemlerine paralel olarak, sağ şiddet eylemleri de arttı. Tarihimizde genellikle gerici olarak nitelendirilen kitlelerin eylemleri çarpıcıdır. 1960’ların sonlarında toplu namazlar ve komünizmle mücadele dernekleri bunun en somut örnekleridir. Ne var ki, 1968‘lerde yükselen sağ şiddet eylemlerine bakıldığında, bunların dinci gruplarla ilişkisi olmadığı görülür. Bu eylemler, 1940’larda başlayan  ırkçı (Turancı) görüşlerle bütünleşmektedir. Sağ şiddet eylemlerinin gelişmesinde devlet destekli ideolojik ve fizik eğitimli desteklerin rolü yadsınamaz. Bu amaçla yurdun her köşesinde “Komando kampları” adı verilen kamplar kuruldu. O güne dek sağ görüşte görülen ve kitlesel-dinsel nitelik sahibi şiddet eylemi olarak açıklanabilecek terör, bireysel terör niteliğine dönüştü. 12 Mart muhtırası ilerleyen şiddet eğilimlerinin somut sonucuydu. Muhtıranın verilmesinden kısa bir süre sonra, 17 Mayıs 1971 günü, İsrail Konsolosu Ephraim Elrom, THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) tarafından kaçırıldı ve 23 Mayıs 1971’de öldürüldü. Bu kez şiddetlerin en kötüsü, devlet şiddeti başladı. Hukuk düzeninin de tartışmasız başı olan devletin, şiddet karşısında sığınabilecek yeri yoktu. Ve bütün sol düşünceler, birbirleriyle zıtlıklarına bakılmadan, ayrım yapılmadan bastırıldı, ezildi ve cezalandırıldı. Sol görüşlerin içinde ayrım yapılmamasının nedenleri şöyle sıralanabilir: 1. Liberal görüşü savunanların, tüm sol düşünceleri komünizmle eş değer görmeleri. 2. Türkiye’de iktidara yöneltilmiş olan her türlü karşıt görüşün komünizmle suçlanmış olması. 3. Muhtıradan sonra kurulan hükümetleri denetim altında tutan askeri güçlerin her türlü sol düşünceye karşı olmaları. 4. 12 Mart’a iç ve dış sermaye gruplarından sınıfsal desteğin gelmesi. 12 Mart askeri müdahalesi’nin ekonomi ve siyaset alanlarında muhafazakâr yapıda bulunan parlamento çizgisinde rejimi güçlendirmek için yapıldığı öne sürülebilir. Muhtıracı komutanların ilk eylemi ise, ordu içinde sol darbe hazırladığı iddia edilen  on üç subayı tasfiye etmek olmuştur. (Tümgeneral Celil Gürkan, Tümgeneral Şükrü Köseoğlu, Hv. Tuğgeneral Ömer Çokgör, Tuğgeneral M. Ali Akar, Tuğamiral Vedii Bilget, Kurmay Albay Nedim Arat, Kurmay Albay Bahattin Taner, P. Albay Kadir Tandoğan, P. Albay Ömer Şamlı, Kara Pilot Albay Hidayet Ilgar, Muhabere Albay Mehmet Namlı, Tank Albay Kadir Ok ve Tank Albay Cavit Bayer) Bu tasfiye sonucu Türkiye sol eğilimli bir askeri yönetimin eşiğinden döndürülmüştür. 9 Martçılar olarak bilinen bu grubun ne kadar sol yönetim getirebilecekleri de tartışmalıdır. 12 Mart’ta asıl kaybedenler başbakanlıktan ve hükümetten ayrılmak zorunda bırakılanlar değil, hükümetin uyguladığı kapitalist gelişme programına başından beri karşı olan, farklı kalkınma yolu izleyerek, ülke kalkınmasını sağlayabilmek için parlamento dışı çözüm arayışlarında bulunan asker ve sivil kökenli aydınlardır. Muhtıra, yeni hükümetin yansız olmasını  yani başbakanın tarafsız olmasını öngörmüştü. Bu nedenle 19 Mart 1971’de Prof. Dr. Nihat Erim’e yeni kabineyi kurma görevi verildi. Nihat Erim Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılmıştı. CHP, Erim hükümetini destekleme kararı alınca Genel Sekreter Bülent Ecevit görevinden istifa etti ve ardından 12 Mart Muhtırasının, kendisinin ve arkadaşlarının savunduğu sol görüşlere karşı verildiğini öne sürdü. Ecevit, Silahlı Kuvvetlerin siyasete karışmasına kesinlikle karşı çıkarken, muhtıranın yöneltildiği Süleyman Demirel duruma sessizce boyun eğdi. I. Erim Hükümeti’nde 5 AP’li, 3 CHP’li, 1 Milli Birlik Grubu üyesi ile parlamento dışından 14 teknokrat vardı. Sadece sekiz ay görevde kalabilen koalisyondan, özellikle teknokrat bakanlardan reform paketini parlamentodan geçirerek yürürlüğe koymaları bekleniyordu. Ancak uygulama öyle olmadı. Askeri mahkemenin THKO adlı yasadışı gerilla grubunun önderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan hakkında verdiği ölüm cezaları için parlamento, tereddüt etmek bir yana, adeta destek verdi. Türkiye ekonomisinin sanayi kesimi yararına düzenleyerek kısmen rahatlamayı hedefleyen toprak, eğitim, maliye, adalet, yönetim, enerji ve maden reformlarına da beklenmedik bir direniş gösterdi. Parlamentonun direnişi sonucu, 11’ler adıyla anılan teknokratlar ve bürokratlar görevlerinden ayrıldılar. Nihat Erim 11’lerin istifasından sonra II. hükümetini kurdu. Bu görevde de sadece dört ay dayanan Erim yerine vekil olarak Milli Savunma Bakanı Ferit Melen’i bırakarak görevinden istifa etti. 12 Mart yönetimindeki siyasi tutuklamalar ve yargılamalar yurtiçinde ve yurtdışında büyük tepkilere yol açtı. Bu dönemdeki yargılamalar iki grupta toplanabilir: Birinci grupta yasalara göre kurulan ve tüzüklerinde belirtilen amaca yönelik faaliyetler gösteren işçi, gençlik ve öğretmen örgütleri ile Basın Kanununa göre yayımlanan kitap, dergi ve gazeteler hakkında açılan davalar yer alır. İkinci grupta ise devrim için silahlı mücadele yolunu benimseyen parti ve örgütler hakkında açılan davalar vardır. Nihat Erim’den sonra başbakanlık görevine atanan Ferit Melen yaklaşık 11 ay görevde kaldı. Bu dönemin en önemli olayı, süresi dolan Cevdet Sunay’ın yerine cumhurbaşkanı seçilmesiydi. 1973 Cumhurbaşkanlığı seçiminin özel bir önemi vardır. Bu seçim 12 Martçıların yenilgilerini ve ordunun kışlaya dönüşünü simgelemektedir. AP lideri Süleyman Demirel ile CHP’nin yeni lideri Bülent Ecevit, ortaklaşa, emekli Oramiral Fahri Korutürk’ü desteklemişler ve sonuçta Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 12 Mart 1971’deki askeri müdahale ile 1973 Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında oluşan gelişmelerden sonra, ordunun politikadan arındırılması gerektiği düşünülmüştür. Fakat 1973 krizi bitince bu sorun askıda kalmıştır. Oramiral Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra, Ferit Melen başbakanlık görevinden çekilmiştir. Yeni Cumhurbaşkanı tarafından başbakanlığa getirilen Naim Talu, 13 AP’li, 6 CGP’li, 3 bağımsız ve parlamento dışından 2 teknokrattan oluşan hükümetini kurmuştur. CHP Talu hükümetine bakan vermemiştir. Bu durum AP’nin hükümetteki etkisini arttırmıştır. Bu gelişmelerden sonra Türkiye siyaset tarihinde yaklaşık iki yıl sürecek 12 Mart yönetimi tamamlanmış ve 1973 genel seçimleri ile başlayacak fakat 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi ile sona erecek, sekiz yıllık sivil dönem başlamıştır.

 

[5]12 EYLÜL 1980 Askeri müdahalesi: 1970'li yılların sonlarında terör olaylarının artmasıyla, Türkiye'nin bir kan gölüne dönmesini neden gösteren Silahlı Kuvvetler, emir komuta zinciri içinde, 12 Eylül 1980 günü yönetime el koydu. Demokrasiye ara verilen o sonbahar sabahına nasıl gelindi? 1980 yılının ilk ayı içinde ölü sayısı 2 bini aştı. İskenderun’'da bir polis karakoluna, Adana’da da bir askeri araca düzenlenen silahlı saldırılarda 3 polis ve 2 er öldürüldü. Mart ayında Zile’de çıkan Alevi-Sünni çatışması 1 kişinin ölümüyle sonuçlandı. Yine Mart ayında Urfa’da kurşuna dizilen 8 kişiden 6’sı öldü, İstanbul’da da bir bankanın önünde nöbet tutan 2 er soyguncuların kurşunlarıyla can verdi. Nisan ayında İstanbul’da yazar Ümit Kaftancıoğlu silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Mayıs ayında düzenlenen saldırılarda ise Tümgeneral Sabri Demirağ yaralanırken, MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak yaşamını yitirdi. Haziran ayında İstanbul’da CHP’nin Beyoğlu, MHP’nin de Gaziosmanpaşa ilçe başkanları öldürüldü. Temmuz ayında Çorum’da patlak veren olaylarda 26 kişi yaşamını yitirdi. İstanbul’da da eski başbakanlardan Nihat Erim, sendikacı Kemal Türkler ve CHP milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu silahlı saldırıya uğrayarak hayatlarını kaybetti. Ağustos ayında Ankara'da bir sendika başkanı otomobiline açılan yaylım ateşi sonucu can verdi. 1980 yılının Temmuz-Ağustos aylarında doruk noktasına çıkan ve bir yılda 10 binli rakamları bulan şiddet olayları 12 Eylül darbesinden sonra birden bire azalarak 1983’te 185’e kadar düştü. 1970’li yıllar sona ererken Türkiye ağır bir siyasal ve ekonomik bunalımla karşı karşıyaydı. 1977 seçimlerinden sonra istikrarlı bir hükümet kurulamadığı gibi, iki büyük parti CHP ve AP arasındaki diyalog neredeyse tamamıyla ortadan kalkmıştı. 1979 Kasım’ında Demirel başkanlığında, dışarıdan MHP ve MSP destekli AP azınlık hükümetinin kurulması da siyasal istikrarsızlığı sona erdirmeye yetmedi. Bu arada günde 25–30 kişinin yaşamına mal olan siyasal ve toplumsal şiddet olayları da bütün hızıyla sürüyordu. İstikrarsızlığın yanı sıra giderek artan şiddet olaylarından tedirgin olan ordunun üst kademesi, 27 Aralık 1979’da Milli Güvenlik Kurul Başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bir uyarı mektubu gönderdi. Korutürk’ün 2 Ocak 1980’de kamuoyuna duyurduğu uyarı mektubunda, ülkenin içinde bulunduğu durumun değerlendirilmesi yapıldıktan sonra şöyle deniliyordu: “Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizden bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle biraraya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.” Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün kamuoyuna duyurduğu uyarı mektubu gerek iktidar gerekse muhalefet partileri tarafından görmezden gelindi. Her iki taraf da bu mektubun muhatapları olmadıklarını açıkladılar. Bu durum öteden beri bir müdahale hazırlığı içinde olan ordunun üst kademesinin bu yöndeki hazırlıklarını hızlandırdı. Ordunun mektubu adresini bulamadan ortada kalırken, 6 Nisan 1980’de Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresinin dolması mevcut bunalımlara bir yenisinin eklenmesine yol açtı. Siyasi partiler bir isim üzerinde uzlaşmaya varamayınca yeni cumhurbaşkanını seçmek mümkün olmadı. Bu görevi Cumhuriyet Senatosu Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil aylarca vekâleten yürüttü. 1980 sonbaharına gelindiğinde kriz bütün hızıyla sürüyordu ve birçok ilde sıkıyönetim ilan edilmiş olmasına rağmen şiddet olayları her geçen gün tırmanıyordu. Bu arada bazı kesimler ordunun duruma bir an önce müdahale etmesi için sabırsızlık gösteriyorlardı. 12 Eylül 1980 günü sabah saatlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri, emir-komuta zinciri içinde yönetime doğrudan el koydu. Darbeyle birlikte Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşan 5 kişilik bir Milli Güvenlik Konseyi kuruldu. MGK Başkanı Kenan Evren darbenin gerekçelerini aynı gün öğle saatlerinde yaptığı radyo ve televizyon konuşmasında kamuoyuna açıkladı. Yine aynı gün yayımlanan 1 numaralı MGK bildirisi şu satırları içeriyordu: “MGK devlet yönetimine doğrudan el koymuştur. Her türlü siyasi faaliyet her kademede durdurulmuş, parlamento ve hükümet feshedilmiş, bütün parlamenterlerin yasama dokunulmazlıkları kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş, ikinci bir emre kadar sokağa çıkmak yasaklanmış, yurtdışına çıkışlar durdurulmuştur. Yasama ve yürütme yetkileri MGK tarafından kullanılacak ve kısa zamanda bir bakanlar kurulu oluşturularak yürütme sorumluluğu bu kurula bırakılacaktır.” Bu arada siyasi parti başkanları MGK kararıyla, “can güvenliklerinin sağlanması amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin koruma ve gözetiminde” belirli yerlerde ikamete tabii tutuldular. Demirel ve Ecevit, Gelibolu Hamzakoy’a, Erbakan da İzmir Uzunada’ya gönderildi. Bazı milletvekilleri ile DİSK’in üst düzey yöneticileri gözaltına alındı. Aynı gün yayınlanan 2 numaralı bildiriyle ülke genelinde saptanan 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general sıkıyönetim komutanı olarak atandı. Yine aynı gün 7 numaralı bildiriyle Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki bütün derneklerin faaliyetlerinin durdurulduğu kamuoyuna duyuruldu. Emniyet Müdürlüğü bütün örgütüyle birlikte Jandarma Genel Komutanlığı’nın emrine verildi. MGK Başkanı Evren, 20 Eylül 1980’de aynı yılın ağustos ayında normal prosedür gereği emekliye sevkedilen Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu'yu Başbakan olarak görevlendirdi. Ulusu hazırladığı bakanlar kurulu listesini 21 Eylül 1980’de MGK’nın onayına sundu ve liste aynı gün onaylandı. Bakanlarını olağanüstü bir hızla belirleyen Ulusu, hükümetin programını da aynı hızla tamamladı. Programın belirlediği hedefler, saptadığı sorunlar, önerdiği çözümler ve öngördüğü faaliyetler tamamen MGK’nın bildiri ve kararlarındaki görüşler doğrultusunda hazırlanmıştı. Ekonomi yönetimi ise bir önceki dönemde uygulanmaya başlayan 24 Ocak kararlarının mimarı, o dönemin Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’a bırakıldı. Özal hükümette Başbakan Yardımcısı olarak yer aldı. MGK kısa bir süre içinde önceki dönemden kalan sivil yöneticileri de büyük ölçüde tasfiye etti. 25 Eylül 1980’de bütün il genel meclisleriyle, belediye meclisleri feshedildi. Belediye başkanlarının görevlerine son verildi. Yerlerine MGK’ya yakın kamu görevlileri veya ordudan emekli olmuş kişiler atandı. 67 ilden 27’sinin valileri değiştirildi ve yine bu görevlere orduya yakın olanlar getirildi. Gelibolu Hamzakoy’daki askeri dinlenme tesislerinde “güvence altına alınmış” bulunan CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ve AP Genel Başkanı Süleyman Demirel 10 Ekim’de Ankara'ya getirildi. Siyasi amaçlı olmamak kaydıyla ziyaretçi kabul etmelerine izin verildi. Buna karşılık MHP lideri Alpaslan Türkeş ve bazı MHP yöneticileri 11 Ekim’de, MSP lideri Necmettin Erbakan ve bazı MSP yöneticileri 15 Ekim’de tutuklandı. Öte yandan MGK, ekim ayı başında ve daha önceki tarihlerde mahkemelerce verilmiş olup TBMM’nin onayını bekleyen sağ ve sol görüşlü mahkûmların idamlarını onaylamaya başladı. 7 Ekim’den başlayarak cezalar infaz edildi. 27 Ekim’de MGK, geçici anayasa işlevini taşıyacak olan 2324 sayılı “Anayasa düzeni hakkındaki kanun”u kabul etti. Yasaya göre 1961 Anayasası’nın TBMM’ye verdiği bütün görev ve yetkiler MGK’ya, cumhurbaşkanına verdiği görev ve yetkiler de MGK Başkanı’na devrediliyordu. Başka bir anayasa hazırlanana kadar yürürlükte kalacak olan bu geçici anayasa, 12 Eylül döneminin başka birçok yasası gibi yayımlandığı tarihten itibaren değil, 12 Eylül 1980 itibariyle yürürlüğe girdi. 1970’li yılların ortalarında başlayıp yıllarca Türkiye’yi kasıp kavuran siyasal şiddet olayları 12 Eylül askeri müdahalesiyle birlikte “bir gün” içerisinde hissedilebilir bir biçimde azaldı ve kısa bir süre büyük ölçüde durdu. Özellikle yasadışı sol örgütler hızla çökertilerek etkisiz hale getirildi. 1983 seçimlerinin ertesine kadar süren 12 Eylül dönemi boyunca binlerce kişi tutuklandı, yine binlerce kişi sıkıyönetim mahkemelerince çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. 1970’li yıllarda gazetelerdeki ana sayfaların değişmez içeriği o gün patlayan bombalar, faili meçhul cinayetler, kardeşkanı akıtanlar ile doluydu. Olaylar o kadar normal karşılanıyordu ki, insanlar buna şaşırmıyor, o günkü ölü sayısı otuzun altındaysa az da olsa umutlanıyorlardı. Rejimi tehlikeye sokan muhalif hareketlere anti-komünist kesimin de tepkisi çok sert olmuştu. Darbe öncesinde muhalif hareketler giderek ivme kazanırken ülkedeki tüm karşı-devrimci kesimler, muhalefeti her türlü yöntemle etkin bir şekilde bastırıyor, devrimcilere hadlerini her yönden bildirmeye çalışıyorlardı. Öyle ki, Devletin polisi dahi, kendi arasında sağ-sol olarak bölünmüştü. Gruplaşmalar devlet mekanizmasının işleyişini büyük ölçüde zorlaştırdı. Durum, ordunun darbesi ile son buldu. Ülkedeki sol hareketi büyük ölçüde bastırmayı başaran darbe sonrasında hiçbir büyük sol muhalif kalkışmaya rastlanmadı. Aslında 12 Eylül Darbesi, darbeden daha çok askeri bir müdahaledir. Çünkü, halkın seçtiği meclis uzun süre bir cumhurbaşkanı seçememiştir. Öte yandan bugün birçok kişi, Orgeneral Kenan Evren'in “Asmayalım da, besleyelim mi?” politikasını eleştirmektedir. Kurunun yanında yaşında yandığı bir gerçektir. Acı bir gerçek daha vardır ki, bu darbeyi eleştirenlerin istatistik olarak yaklaşık %78’i bu darbeyi yaşadığında reşit değildir. 12 Eylül 1980 tarihinden önce, 26 Aralık 1978’de Kahramanmaraş olayları nedeniyle 13 ilde (Adana, Ankara, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Şanlıurfa) sıkıyönetim ilan edilmişti. 13 ilden Sivas’ta 26 Şubat 1980’de Erzincan’da ise, 20 Nisan 1980’de sıkıyönetim daha sonra kaldırılmıştı. Ancak “yaygın şiddet olayları” nedeniyle 26 Nisan 1979’da Adıyaman, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Siirt ve Tunceli’de, 20 Şubat 1980’de Hatay ve İzmir’de, 20 Nisan 1980’de ise, Ağrı illerinde sıkıyönetim ilan edilmişti. 12 Eylül 1980’e gelindiğinde 19 ilde sıkıyönetim uygulanıyordu. 12 Eylül’de: 10 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı). İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi. 71 bin kişi TCK’nun 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmakla suçlanarak yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi kaçarken vuruldu. 95 kişi çatışmada öldü. 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi. 43 kişinin intihar ettiği bildirildi.