|
DURAKLAMALAR
Başlığımız sizi şaşırtmasın. Konumuz edebiyat,
başlığımız “Cumhuriyet Sonrası Türk Şiiri’nde Kırılma
Dönemleri” ama, bu dönemlere yol açan olaylara
değinmeden geçilemez. “Duraksamalar” adıyla da
anılabilecek dönemler nasıl ve niçin yaşandı?..
Amacımız, olayları kısaca özetlemek, 47 yıl öncesini
yaşayanlar ile sonradan öğrenenlerin belleklerini
tazelemektir.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat tarihlerini konu
alan, kısaca 1960 ile 1997 yılları arasındaki siyasal
yaşamımızda gördüğümüz dört “müdahale” den bir başka
deyişle, üç buçuk askeri müdahaleden söz edeceğiz.
Önce kısaca belirtelim,
27 Mayıs 1960’ta Silahlı Kuvvetler içinde bir grup,
Demokrat Parti iktidarını devirdi, ardından yapılan ilk
seçimde DP’nin devamı olan parti, AP birinci oldu.
12 Mart askeri müdahalesi ise Süleyman Demirel’e karşı
ve ülkede kan dökülmesini önlemek için yapıldı. Bir süre
sonra Demirel tekrar iktidar oldu ve bütün ülkede, 1971
öncesiyle kıyaslanamayacak kadar fazla kan döküldü.
12 Eylül 1980 yine “kardeş kavgasını” durdurmak
gerekçesiyle yapıldı. Sonuç, siyasal İslam’ın ve bölücü
terörün güçlü bir şekilde örgütlenmesi ve gelişmesiyle
sonuçlandı.
Bir başka duraklama olayını, 28 Şubat’ı farklı ele
alacağız.
Kuşkusuz 1950 yılından bugüne demokratik yaşamımızı
duraksatan dört askeri müdahale, gerek yapılış
biçimleri, gerek nitelikleri ve içerikleri, gerekse
sonuçları bakımından siyasi tarihçiler tarafından ayrı
ayrı değerlendirildiler. Bu konularda sayısız görüş
belirtildi, seslendirildi. Yani bizim değineceklerimiz
ne ilk ne de son olacaktır.
Öncelikle 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ın
koşulları, yapılışları ve sonuçlarının aynı
olmadıklarının altını çizelim, ayrıntıya girmeye
çalışalım. Siyasal anlamda değerlendirecek olursak
kısaca:
27 Mayıs devrimci, 12 Mart muhafazakâr, 12 Eylül
karşıdevrimci, 28 Şubat özünde demokrasinin önünü açan
hareketlerdir denilebilir.
27 MAYIS
Ülkeyi “vatan cephesi” ve “karşı cephe” olarak ikiye
bölen iktidar partisi DP ve hükümetinin güçlü adamı
Başbakan Adnan Menderes’in akıl almaz yönetimi
Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk askeri müdahalesine yol
açacaktır.
Öyle ki, Meclis’te kurulan “Tahkikat Komisyonu”nun hukuk
devletinde görülmedik yetkilerle donatılması, komisyonun
istediği kişileri sorgulaması, tutuklaması, her türlü
yayını yasaklama hakkının olması, matbaaları, gazeteleri
kapatabilmesi, her türlü araç-gereç ve belgeye el
koyabilmesi, siyasal toplantıları yasaklayabilmesi; bir
başka deyişle demokrasi ve hukuk devleti ilkelerini yok
sayması 27 Mayıs’ı hazırlayan temel nedenler olarak
sıralanabilir.
27 Mayıs hareketinin en önemli ürünü, ülkeye çağdaş bir
anayasa kazandırmasıdır. Devletin temel nitelikleri
arasına “sosyal devlet” ve “insan hakları” kavramlarının
girmesi, yönetimin bütün eylem ve işlemlerinin yargı
denetimine tabi olacağı ilkesiyle, “yasama organının
yargısal denetimini” ve “hukukun üstünlüğü” ilkesini
sağlayan Anayasa Mahkemesi’nin kurulması 1961
Anayasası’nın ülkemize sağladığı demokratik, ilerici ve
çağdaş temel kazanımlardır.
12 MART
1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler işçi hareketini
yükseltmekte, sendikal hareketi güçlendirmekteydi. Bu
durum henüz palazlanma evresindeki ticaret-sanayi ve
finans burjuvazisini ve özellikle kapitalizmi savunan
dış güçleri rahatsız etmeye başladı.
Yukarıdaki cümlede yer alan “toplumsal gelişme” ile
ilgili durum, 12 Mart 1971 askeri hareketinin sosyolojik
temellerini oluşturur.
12 Mart hareketi, 1961 Anayasası'nın getirdiği
demokratik ve ekonomik gelişmeleri ve toplumsal
açılımları içine sindiremeyen üst düzey burjuvazinin bir
tepkisi olarak ortaya çıkmıştır. Toplumsal hareketlilik,
ekonomik zorluklar oranında artmış; işçi ve köylü
kitlelerinin artan istek ve talepleri düzenden
yararlananları sıkıntıya sokmuştu. Zamanın Genelkurmay
Bakanı Tağmaç'a göre “toplumsal gelişme, ekonomik
gelişme ve olanakların” üzerine çıkmıştı. İki süper
gücün kozlarını Ortadoğu’da paylaşmaya başlamaları NATO
ve ABD’nin Ortadoğu’da Sovyetler Birliği’ni durdurma
politikaları ve Türkiye’nin bu politikada etkin biçimde
kullanılması istekleri her an gündemdeydi.
12 Mart, bir başka yönden ilerici asker-sivil bürokrat
ve aydınlarla, gerici asker-sivil bürokrat ve onları
destekleyen ticaret ve finans burjuvazisinin de bir iç
savaşı olarak nitelendirilmelidir. Muhafazakâr
kimlikleriyle anayasanın getirdiği demokratik
özgürlükleri çok bulan, kapitalist ekonomiyi benimseyen
bir görüşle, ilerici, Atatürk’ün aydınlanma
devrimlerinin sürmesini isteyen, planlı ekonomiyi ve
stratejik sektörlerde devletçi ekonomiyi savunan, dış
politikada bağımsızlık isteyen ulusalcı görüşün gizli
bir savaşıydı. 9 Mart ile 12 Mart kadrolarının çatışması
bu noktalarda yoğunlaşıyordu. Sonunda dış etkilerin de
yardımıyla “muhafazakârlar” kazandılar.
12 Mart 1971’de emir-komuta zinciri içerisinde
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’nın
girişimiyle gerçekleşti.
12 Mart hareketi, bütün ilerici güçlerin üzerinden
buldozer gibi geçti. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve
Hüseyin İnan idam edildiler. İstanbul’da Ziverbey Köşkü,
diye bilinen bina, kontrgerillanın işkence merkezi
olarak hizmet gördü. İlhan Selçuk’un “Ziverbey Köşkü”
adlı yapıtı, o dönemin ve işkencelerinin bir
belgeselidir.
12 EYLÜL
12 Mart'tan 9,5 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül ise,
12 Mart uygulamalarını da geride bırakan bir noktada
“karşı devrimi”ci askeri harekettir. 1980 yaz ve
sonbaharı günlerinde Meclis’te Cumhurbaşkanlığı
seçimleri yapılıyor, ama bir türlü sonuçlanmıyordu.
Zaten terör de alıp başını gitmişti. Her gün sağ-sol
çatışması nedeniyle gençler ölüyordu. Bu da askeri bir
müdahale için sosyo-psikolojik bir ortam yaratıyordu.
Türkiye’nin büyük illerinde ve hemen hemen yarısında
sıkıyönetim ilan edilmiş, yönetim ve denetim askerlerin
ellerinde olduğu halde terör her gün can almayı
sürdürüyordu. Sağ sol çatışması sanki bir merkezden
körükleniyordu.
Sonraları anlaşıldı ki, darbe tarihi birkaç kez
ertelenmişti. Devlet başkanı olduktan sonra Kenan Evren,
bu ertelemeyi, “ortamın daha olgun hale gelmesini
bekleme” biçiminde açıklamıştı. Bunun yalın anlamı masum
insanların ve gençlerin daha çok ölmesinin istenmesidir.
CIA şeflerinden birisi olan ve Türkiye politikasını
yakından izleyen Paul Henze, darbeyi ABD’de Beyaz
Saray’a “bizim çocuklar başardı” biçiminde duyurmuştur.
12 Eylül darbesi, aynı zamanda, Türkiye’de acımasız bir
kapitalist düzeni sağlamak yönünde, son derece önemli
kararlar almıştır.
Tüm aydınlar, işçiler, üniversite gençleri bu acılı
baskılar altında yaşamlarını sürdürdüler. Bu noktada
kendisine önemli görevler verilen Turgut Özal da Dünya
Bankası’ndan ithal ettiği “ekonomik liberalizasyon
programını” uygulamaya koymuştu. 12 Eylül darbesi, aynı
zamanda 1961 Anayasası’nın özgürlükçü, insan haklarına
saygılı ilkelerini ortadan kaldıran 1982 Anayasası’nı
getirdi. 12 Eylül, sonunda uygulamalarıyla tamamen
gerici bir nitelik kazanmıştır. “Muhafazakâr” değil,
karşı devrimcidir.
12 Eylül’ün mimarları her kasabaya sanat değeri
tartışmalı Atatürk büstleri koyarak, Atatürk’e çok bağlı
olduklarını sanıyorlardı. İmam hatiplere, Kuran
kurslarına gösterilen hoşgörü, orta yönetimde din
derslerinin anayasaya konulan bir madde ile zorunlu hale
getirilmesi, din eğitimi gören insanlardan terörist
olmaz önyargısının sonuçlarıydı.
Bu dönem soğuk savaşın yoğun olarak yaşandığı yıllardır.
ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden çembere almak için
“Yeşil Kuşak” kuramını ortaya atmıştı. İslamiyet
referansı NATO’nun ve 12 Eylül’ü yapan generallerin
bağlandıkları en önemli olguydu. Bu dönemde Özal’ın da
etkin yerlerde olması, “Türk-İslam” sentezinin
uygulamaya konulmasını kolaylaştırdı. 12 Eylül 1980
rejiminin kurduğu Atatürk Yüksek Kurulu, 20 Haziran 1986
günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in başkanlığında
toplanarak “Türk-İslam sentezini temel alan bir kültürün
bütün millete kabul ettirilmesine yönelik” bir raporu
kabul etti.
12 Eylül yönetiminin ülkeye yaptığı en büyük kötülük,
Eğitim Birliği Yasası’nı delmek için 30 yıldır uğraş
veren karşıdevrimci siyasal oluşumlara yataklık yapması,
olanak yaratmasıdır. Çünkü, 12 Eylülcüler 16 Haziran
1983 tarihinde 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’nda
bir değişiklik yaparak (10.maddeyi değiştirerek), imam
hatip liselerinden mezun olanların üniversitelerin
istenilen fakültesine gitmek olanağını sağladılar.
Böylece bugün hâlâ içinden çıkamadığımız toplumsal
kaos’u yarattılar. Özetle, 12 Eylül yönetimi
“muhafazakâr” değil, “reaksiyoner”, yani “karşı
devrimci” dir.
28 ŞUBAT KARARLARI
12 Eylül 1980’den 17 yıl sonra gerçekleşen 28 Şubat, ne
12 Mart’a ne de 12 Eylül’e benzer. 28 Şubat 1980 öncesi
iktidarda Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan ile DYP
lideri Tansu Çiller’in ortak olarak kurdukları Refahyol
Hükümeti vardı. Erbakan da başbakandı. Her hareketinde
din motiflerini kullanıyordu. 28 Şubat’ta adeta
toplumsal bir hesaplaşma ortamıyla karşı karşıyayız.
Atatürk devrimlerini benimseyenlerle karşı devrimciler
arasındaki bir hesaplaşmadır bu... Anayasal bir kurum
olan MGK devrededir. Yürürlükte olan anayasamızın 1997
yılındaki, MGK’yi düzenleyen 118. maddesine göre MGK,
“devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve
uygulaması ile ilgili kararların alınması ve gerekli
koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini
bakanlar kuruluna bildirmekle” yükümlüydü.
SÜREKLİ AYDINLIK İSTEMLERİ
“Sürekli aydınlık için, bir dakika karanlık hareketi”
tüm ülkede umulmadık bir katılım sağlıyordu. Türk
toplumsal hayatında görülmemiş boyutlarda her partiden,
her kesimden, her yaştan oluşan geniş bir kitle
tepkisine dönüşüyordu. Akşam karanlık olunca saat
19.00’da bütün elektrikler bir dakika kapatılıyor ve tüm
kentler kapkaranlık oluyordu. Böylece “sürekli aydınlık
için, bir dakika karanlık” hareketi tüm ülkede
yaygınlaşıyordu.
Kadınlar, balkonlara çıkıp, ellerindeki tavalara vurarak
iktidarın gerici hareketlerine karşı tavır koyuyorlardı.
İşte bu nedenlerle 1997 hareketinden 9 yıl sonra Bekir
Coşkun, “Tank ile Tava” adlı yazısında Refahyol
hükümeti’nin devrilişinde ilk kez “tank değil tavanın
işe yaradığını” belirtmişti. Bekir Coşkun şöyle
demişti: “28 Şubat süreci toplumun tepkisinden
doğmuştur. Toplum tepkisini gösterdiği için, Erbakan’ın
gidişi bir küçük formaliteye kalmıştır. Toplumun tavası
tanktan daha güçlüdür.”
“... 28 Şubat'ın demokrasiye ara vermeden
geçiştirilmesinin nedeni toplumun tepkisidir.”
(Hürriyet, 21 Nisan 2006)
Kamuoyu duyarlılığını gösteriyordu. Demokrasilerde baskı
grubu kavramı ve işleyişi somut olarak görülüyordu. Tüm
bu sivil örgütler anayasamızdaki Cumhuriyet ilkelerini
savunurlarken, siyasal iktidar devletin temel ilkelerine
karşı çıkıyor, daha doğru bir anlatımla, siyasal iktidar
karşıdevrimci cephede, siyasal iktidara karşı olan
örgütler devletin kuruluş felsefesi yanında yer
alıyorlardı. Özünde, devlete varlık veren Cumhuriyet
ilkelerine, devletin var olma felsefesine karşı olan bir
siyasal iktidarla karşı karşıya bir durum vardı. İşte bu
noktada Başbakanlık Konutu’nda Başbakan Erbakan
tarafından tarikat liderlerine dinsel motifler ve
kurgularla iftar yemeği verilmesi bardağı taşıran son
damla oldu.
SONUÇ
Yukarıda duraksamalara neden olan hareketlerin her
birinin toplumsal ve siyasal koşullarının birbirine
uymadığını söylemiştik.
27 Mayıs, kamuoyunun büyük desteği ve ordudaki her
kademe ve rütbeden subayın bir araya gelmesi sonucunda
gerçekleşmişti. Genelkurmay Başkanı olan Org. Rüştü
Erdelhun’un da tutuklanmış olması hareketin emir-komuta
zinciri dışında geliştiğini göstermektedir.
12 Mart ve 12 Eylül hareketlerinin en önemli niteliği,
27 Mayıs’ın ilerici ve devrimci niteliklerine karşı
çıkan, O’nun getirdiği geniş özgürlüklere ve anayasaya
karşı duran, ilerici 1961 Anayasası’nı geriye götüren
hareketler olmasıdır. 12 Mart ve 12 Eylül’ü
derinlemesine inceleyen kimi siyaset ve sosyal
bilimciler ise özellikle bu iki harekette, dış
etmenlerin ve soğuk savaşın çok ciddi etkileri olduğunu
saptamışlardır.
12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 hareketlerinin olduğu
yıllarda, dünyanın iki büyük bloka ayrıldığını
hatırlamamızda yarar var. Sovyet Rusya’nın liderliğinde
Varşova Paktı ülkeleri ve ABD’nin liderliğinde NATO
ülkeleri... Türkiye de, NATO’nun ileri karakolu
konumundaydı. ABD, ayrıca Sovyet Rusya’yı güneyde
çembere almak için “yeşil kuşak” kuramını
yürütüyordu. Sosyal ve düşünsel gelişmelerin, sola açık
düşünce yükselişlerinin NATO’yu rahatsız ettiğini
biliyoruz... Bu nedenle “Soğuk Savaş” koşulları bu iki
askeri harekette en önemli etken olarak rol oynamıştı.
Demokrasiyi sadece dört yılda bir yapılan seçimler
olarak dar açıdan değerlendirenler “müdahaleleri” de
aynı kefeye koyarlar. Oysa her birinin koşulları
ayrıdır.
Kaldı ki, 27 Mayıs demokrasinin ve hukuk devletinin
gelişmesi için en büyük atılımı sağlamış, özgürlükleri,
sosyal ve laik devleti, hukukun üstünlüğünü yaşama
geçirmiştir.
Öte yandan 12 Mart gerici 12 Eylül ise, karşı devrimci
darbelerdir. Bu anlamda 27 Mayıs’la aynı kefeye
konulamazlar.
28 Şubat 1997 ise, demokrasinin ön koşulu olan “laiklik
ilkesinin” gelişiminde önemli bir adım olmuş ve
Türkiye’yi eğitim reformu yüzünden bir utançtan
kurtararak 8 yıllık zorunlu eğitimin gerçekleşmesinde
önemli adım atılmasını sağlamıştır. Çünkü 28 Şubat
1997’de bütün dünyada 8 yıllık zorunlu eğitimi kabul
etmeyen 8–10 ülkeden birisi de Türkiye idi...
Siyasete dışarıdan “müdahale”, özellikle “ordu”nun
müdahalesi istenmiyorsa, öncelikle 4 yılda bir yapılan,
seçimle iktidara gelen seçilmişlerin, kendilerine düşen
görevleri yerine getirmeleri yadsınamaz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde, Atatürk’ün laik,
demokratik, aydınlanma devrimleri vardır. Siyasal
iktidarlar bu temel ilkelere karşı gelmemelidir.
Kendisini değiştirmiş gibi gösterip, dini siyasete alet
ederek, Atatürk Cumhuriyeti’nin temellerini yıkıp
dökmemelidir.
Çünkü Cumhuriyetin laik ilkelerinin korunması,
demokrasinin korunmasından daha önemlidir. Demokrasi her
zaman kurulabilir ama laik Türkiye Cumhuriyeti bir kez
yıkıldı mı onu tekrar ayağa kaldırmak hem zordur hem de
güçtür.
Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri’ne sunulan
bildiri, 5 Eylül2007.
Olay:
DP’yi iktidardan düşürmek, özellikle İnönü
sempatizanı birçok subaya; siyasal ve ekonomik
sorunların çözümü, ülkeyi ve demokrasiyi
kurtarmanın vazgeçilmez önkoşulu gibi
görünüyordu. Silahlı Kuvvetler’in çeşitli
kademelerinde Milli Birlik Komitesi (MBK) adı
altında örgütlenen bu subaylar, 27 Mayıs 1960
sabahı planlı bir şekilde harekete geçerek, DP
iktidarını devirdiler, yönetime el koydular.
Sabahın ilk saatlerinde yayınlanan ihtilal
bildirisinde, hareketin demokrasiyi kurtarmak ve
kardeş kavgasını önlemek için yapıldığı, hiçbir
şahsa ve zümreye karşı olmadığı, en kısa sürede
seçimlere gidileceği ve yönetimin sivillere
devredileceği açıklanıyor, NATO ve CENTO'ya
bağlı kalınacağı bildiriliyordu. Devrik
Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanları ve iktidar
partisine mensup milletvekilleriyle önde gelen
yöneticiler, Harp Okulu’nda gözaltına alındılar.
Orgeneral Cemal Gürsel; Cumhurbaşkanı, Başbakan
ve Genelkurmay Başkanı oldu. MBK, yasama
görevini üstlendi ve 17 Haziran 1960’ta çoğu
sivillerden oluşan yeni bir hükümet kuruldu.
İhtilal Yönetimi ilk güçlüğü MBK üyeleri
arasındaki görüş ayrılığı nedeniyle yaşadı.
Üyelerden bir bölümü bir an önce seçimlerin
yapılmasını isterken, diğer bölümü köklü
reformlar gerçekleştirildikten sonra seçimlerin
yapılmasını öngörüyordu. İkinci gruptakiler 13
Kasım 1960’da tasfiye edilerek yurt dışında
çeşitli görevlere atandılar. MBK aynı yılın
Aralık ayında, yeni anayasa ve seçim yasası
hazırlamakla yükümlü “Kurucu Meclis”in
oluşturulmasını kararlaştırdı. Çeşitli
kuruluşların temsilcilerinden oluşan Kurucu
Meclis, 5 Ocak 1961’de göreve başladı.
Üniversite çevrelerinden alınan anayasa
taslakları, meclisin özel komisyonlarında
biçimlendirilerek tartışmaya sunuldu. Kurucu
Meclis’in son şeklini verdiği anayasa, 9 Temmuz
1961’de yapılan referandum sonucu kabul edilerek
yürürlüğe girdi. MBK, 15 Ekim 1961’de yapılan
seçimlerle iktidarı sivillere bıraktı. MBK’nın
22 üyesi Anayasa gereğince “Tabii Senatör”
olarak parlamentoya girerken, Cemal Gürsel
Cumhurbaşkanı seçildi. 27 Mayıs 1960 sabahı
devrilen DP iktidarının yöneticileri, MBK
tarafından Yassıada’da kurulan olağanüstü bir
mahkeme olan Yüksek Adalet Divanı’nda
yargılandılar. Mahkeme, “Anayasayı İhlal” ile
suçladığı DP yöneticilerinden 15’ine idam,
diğerlerine de ağır hapis cezaları verdi. İdam
cezalarından 12’si MBK tarafından müebbed hapse
çevrildi. DP iktidarının Başbakanı Adnan
Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve
Maliye Bakanı Hasan Polatkan ise idam edildiler.
Diğer tutukluların tümü 1964’e kadar çeşitli af
girişimleriyle serbest bırakıldı.
12 Mart 1971 Muhtırası: Şiddet
eylemlerinin artması üzerine 12 Mart 1971 günü
Türk Silahlı Kuvvetleri adına Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz
Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu
tarafından imzalanan bir ‘muhtıra’
Cumhurbaşkanına, Senato ve Meclis Başkanlarına
verildi. Muhtıra metni şöyleydi: “1.
Parlamento ve Hükümet süregelen tutum, görüş ve
icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası,
sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş,
Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık
seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş
ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk
ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin
geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
2. Türk Milletinin ve sinesinden çıkan
Silâhlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında
duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek
çarelerin, partiler üstü bir anlayışla
Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik
durumu giderecek ve Anayasa’nın öngördüğü
reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve
inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve
inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar
içinde teşkili zaruri görülmektedir. 3.
Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği
takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri, kanunların
kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni
korumak ve kollamak görevini yerine getirerek,
idareyi doğrudan üzerine almaya kararlıdır.”
Muhtıra saat 13.00’de radyodan okunduktan sonra,
Süleyman Demirel başkanlığındaki AP görevi
bıraktı. Muhtıra metninden anlaşılacağı üzere
generaller kendi deyimleriyle anarşi ve ekonomik
ile sosyal huzursuzluklardan parlamentoyu ve
hükümeti birlikte sorumlu tutuyor; çözümü yine
aynı parlamentonun içinde arıyorlardı. Aslında
hemen görevden ayrılan hükümet izlemekte olduğu
yanlış siyasetin bedelini ödüyordu. Kuşkusuz,
ülkenin en yetkili organı olan hükümet, şiddet
olaylarının yaygınlaşmasında da büyük sorumluluk
taşıyordu.
12 Mart’a yol açan şiddet eylemlerinin
nedenleri: 1960’ların sonlarına doğru
Türkiye’de, toplumun sahip olduğu ‘devrime
hazır’ görüntüsü, şiddete başvuranları yanılttı.
Bu dönemde halkın beklentileri çok artmıştı
fakat bu beklentileri karşılayacak olanaklar
mevcut değildi. Siyasal tedirginliğin yanı sıra
toplumsal-ekonomik doyumsuzluk da artmıştı. Bu
doyumsuzluk yanlış değerlendirildi. Devrim için
başka bir koşul daha hazırlanmış sanıldı.
Aslında bu değerlendirmelerin altında, kurulu
düzene karşı duyulan güvensizlik ve bu düzenden
yabancılaşma yatıyordu. Kurulu düzene
yabancılaşmanın nedeni enflasyon’un toplumsal ve
ekonomik etkilerinin abartılmasıydı. Enflasyon
büyük kitlelerin tepkisiyle karşılaştığı için,
başka bir devrim nedeni zannedildi. 27 Mayıs
eylemi gençliğe siyasal olarak özel bir yer
kazandırmıştı. Bu durum gençliği siyasi olarak
beklenenin üstünde ilgili ve etkin kıldı. Genç
şiddetçiler bu konudan yola çıkarak toplumsal
bir devrimin önderi olabilecekleri düşüncesine
kapıldılarsa da yanıldılar. Gençliğin bu
yanılgıya düşmesinin temel nedeni, aynı
dönemlerde Batı Avrupa’da görülen öğrenci
eylemleri ve Türkiye’deki yükseköğrenim
sisteminin genel anlamda yetersizliği oldu.
Diğer bir neden ise, ideolojik düşüncelerin
henüz toplumda doğru biçimde anlaşılmamasıydı.
Şiddetçilerin ideolojisi sol görüşlerle ve
özellikle de Marksist yaklaşımla
özdeşleştiriliyordu. 27 Mayıs’tan önce her türlü
sol düşünce yasaklanmış olduğu için şimdi bu
fikirler çekiciydi. Sol görüşler henüz kendi
aralarında yeterince farklılaşmadığı için,
Marksist yaklaşım bazı gruplar tarafından solun
tek temsilcisi kabul ediliyordu. Marksizm bu
dönemde büyük bir ilgi çekmişti. Bu arada
Marksizm adı altında, bu yaklaşımdan saptırılmış
birçok düşünce de topluma sunuluyordu. Kendini
Marksist olarak niteleyen kişiler Marksist
yaklaşımı topluma kendini anladıkları biçimde ve
çoğunlukla saptırılmış olarak anlatıyorlardı.
Türkiye koşullarının Marksist yaklaşım açısından
tutarlı bir çözümlemesi de henüz yapılmamıştı.
Türkiyede yaşanan şiddet olaylarının Marksist
yaklaşım adına uygulanmış olmasının temel nedeni
bu bilgisizlikti. Şiddet eylemleri ilk başlarda
yükseköğrenim gençliğinin sorunlarını çözmeye
yönelik öğrenci eylemleri görünümündeydi.
Eylemler kimi aydınlar, CHP ve basının bir kısmı
tarafından hoşgörüyle karşılanıyordu. Hükümetse
tepkiliydi. Şiddete karşı değil, sol görüşe
karşı bir tutum takındı. Böylece sağcı
şiddetçiler, sol eğilimli öğrencilerin
eylemlerini bastırmaya yöneldiler. İki grup
arasındaki çatışmalar şiddete dönüştü.
Çatışmaların başlamasıyla hükümet, sol
görüşlülere karşı yan tutan bir davranış
sergilemeye başladı. Bu durum şiddet karşısında
polisin tarafsızlığına duyulan güveni yok etti.
Sol gruplar kendilerini savunmak için silahlanma
yoluna gittiler. Ama bu silahlanma gittikçe
savunmanın ötesinde, saldırı amacıyla
kullanılmaya başladı. Hükümet şiddet eylemlerine
karşı radikal bir tutum sergilemedi. Çekimser
tutumunun altında yatan temel neden, yürütme
organı üzerinde kimi denetimler getiren 1961
Anayasası’nı suçlamaktı. Oysaki 1961
Anayasası’nın getirdiği önlemlerle, hükümetin
şiddet olaylarına karşı engelleyici bir tutum
sergilemesi arasında bağ kurulamazdı. Yine o
dönemde, öğrencilere akıl hocalığı yapma çabası
içersinde olan, geçmişte kendi başarısız
eylemleri sonucunda düş kırıklığına uğrayan
kişilerin, öğrenci hareketlerinin şiddet
eylemlerine dönüşmesindeki payları oldukça
büyüktür. Bu kişiler öğrencilere öğüt verirken
demokratik olmayan hukuk dışı yöntemleri
savunuyorlardı. Sosyalist yaklaşımın tek
temsilcisi olan Türkiye İşçi Partisi ile
öğrencilerin bütünleşmesini yine bu kişiler
engellemiş, grup içi arkadaşlığa dayalı duygusal
bağlarda, grupları dışarıdan gelen her türlü
eleştiriye kapamışlardı. Bu nedenle grup içi
etkinlikler, yanlışları güçlendirmekten ve
tekrarlamaktan başka bir işe yaramıyordu. Bütün
bu nedenler sonucunda şiddete başvuran
eylemcilerin, kullandıkları yöntemler onları
felakete sürükledi. Genellikle dış ülkelerden
uyarlanan modellerin, Türk toplumunun yapısına,
niteliklerine uygun olmaması, onları halktan
tamamıyla uzaklaştırdı. Sol şiddet eylemlerine
paralel olarak, sağ şiddet eylemleri de arttı.
Tarihimizde genellikle gerici olarak
nitelendirilen kitlelerin eylemleri çarpıcıdır.
1960’ların sonlarında toplu namazlar ve
komünizmle mücadele dernekleri bunun en somut
örnekleridir. Ne var ki, 1968‘lerde yükselen sağ
şiddet eylemlerine bakıldığında, bunların dinci
gruplarla ilişkisi olmadığı görülür. Bu
eylemler, 1940’larda başlayan ırkçı (Turancı)
görüşlerle bütünleşmektedir. Sağ şiddet
eylemlerinin gelişmesinde devlet destekli
ideolojik ve fizik eğitimli desteklerin rolü
yadsınamaz. Bu amaçla yurdun her köşesinde
“Komando kampları” adı verilen kamplar kuruldu.
O güne dek sağ görüşte görülen ve
kitlesel-dinsel nitelik sahibi şiddet eylemi
olarak açıklanabilecek terör, bireysel terör
niteliğine dönüştü. 12 Mart muhtırası ilerleyen
şiddet eğilimlerinin somut sonucuydu. Muhtıranın
verilmesinden kısa bir süre sonra, 17 Mayıs 1971
günü, İsrail Konsolosu Ephraim Elrom, THKO
(Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) tarafından
kaçırıldı ve 23 Mayıs 1971’de öldürüldü. Bu kez
şiddetlerin en kötüsü, devlet şiddeti başladı.
Hukuk düzeninin de tartışmasız başı olan
devletin, şiddet karşısında sığınabilecek yeri
yoktu. Ve bütün sol düşünceler, birbirleriyle
zıtlıklarına bakılmadan, ayrım yapılmadan
bastırıldı, ezildi ve cezalandırıldı. Sol
görüşlerin içinde ayrım yapılmamasının nedenleri
şöyle sıralanabilir: 1. Liberal görüşü
savunanların, tüm sol düşünceleri komünizmle eş
değer görmeleri. 2. Türkiye’de iktidara
yöneltilmiş olan her türlü karşıt görüşün
komünizmle suçlanmış olması. 3. Muhtıradan sonra
kurulan hükümetleri denetim altında tutan askeri
güçlerin her türlü sol düşünceye karşı olmaları.
4. 12 Mart’a iç ve dış sermaye gruplarından
sınıfsal desteğin gelmesi. 12 Mart askeri
müdahalesi’nin ekonomi ve siyaset alanlarında
muhafazakâr yapıda bulunan parlamento çizgisinde
rejimi güçlendirmek için yapıldığı öne
sürülebilir. Muhtıracı komutanların ilk eylemi
ise, ordu içinde sol darbe hazırladığı iddia
edilen on üç subayı tasfiye etmek olmuştur.
(Tümgeneral Celil Gürkan, Tümgeneral Şükrü
Köseoğlu, Hv. Tuğgeneral Ömer Çokgör, Tuğgeneral
M. Ali Akar, Tuğamiral Vedii Bilget, Kurmay
Albay Nedim Arat, Kurmay Albay Bahattin Taner,
P. Albay Kadir Tandoğan, P. Albay Ömer Şamlı,
Kara Pilot Albay Hidayet Ilgar, Muhabere Albay
Mehmet Namlı, Tank Albay Kadir Ok ve Tank Albay
Cavit Bayer) Bu tasfiye sonucu Türkiye sol
eğilimli bir askeri yönetimin eşiğinden
döndürülmüştür. 9 Martçılar olarak bilinen bu
grubun ne kadar sol yönetim getirebilecekleri de
tartışmalıdır. 12 Mart’ta asıl kaybedenler
başbakanlıktan ve hükümetten ayrılmak zorunda
bırakılanlar değil, hükümetin uyguladığı
kapitalist gelişme programına başından beri
karşı olan, farklı kalkınma yolu izleyerek, ülke
kalkınmasını sağlayabilmek için parlamento dışı
çözüm arayışlarında bulunan asker ve sivil
kökenli aydınlardır. Muhtıra, yeni hükümetin
yansız olmasını yani başbakanın tarafsız
olmasını öngörmüştü. Bu nedenle 19 Mart 1971’de
Prof. Dr. Nihat Erim’e yeni kabineyi kurma
görevi verildi. Nihat Erim Cumhuriyet Halk
Partisinden ayrılmıştı. CHP, Erim hükümetini
destekleme kararı alınca Genel Sekreter Bülent
Ecevit görevinden istifa etti ve ardından 12
Mart Muhtırasının, kendisinin ve arkadaşlarının
savunduğu sol görüşlere karşı verildiğini öne
sürdü. Ecevit, Silahlı Kuvvetlerin siyasete
karışmasına kesinlikle karşı çıkarken,
muhtıranın yöneltildiği Süleyman Demirel duruma
sessizce boyun eğdi. I. Erim Hükümeti’nde 5
AP’li, 3 CHP’li, 1 Milli Birlik Grubu üyesi ile
parlamento dışından 14 teknokrat vardı. Sadece
sekiz ay görevde kalabilen koalisyondan,
özellikle teknokrat bakanlardan reform paketini
parlamentodan geçirerek yürürlüğe koymaları
bekleniyordu. Ancak uygulama öyle olmadı. Askeri
mahkemenin THKO adlı yasadışı gerilla grubunun
önderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf
Aslan hakkında verdiği ölüm cezaları için
parlamento, tereddüt etmek bir yana, adeta
destek verdi. Türkiye ekonomisinin sanayi kesimi
yararına düzenleyerek kısmen rahatlamayı
hedefleyen toprak, eğitim, maliye, adalet,
yönetim, enerji ve maden reformlarına da
beklenmedik bir direniş gösterdi. Parlamentonun
direnişi sonucu, 11’ler adıyla anılan
teknokratlar ve bürokratlar görevlerinden
ayrıldılar. Nihat Erim 11’lerin istifasından
sonra II. hükümetini kurdu. Bu görevde de sadece
dört ay dayanan Erim yerine vekil olarak Milli
Savunma Bakanı Ferit Melen’i bırakarak
görevinden istifa etti. 12 Mart yönetimindeki
siyasi tutuklamalar ve yargılamalar yurtiçinde
ve yurtdışında büyük tepkilere yol açtı. Bu
dönemdeki yargılamalar iki grupta toplanabilir:
Birinci grupta yasalara göre kurulan ve
tüzüklerinde belirtilen amaca yönelik
faaliyetler gösteren işçi, gençlik ve öğretmen
örgütleri ile Basın Kanununa göre yayımlanan
kitap, dergi ve gazeteler hakkında açılan
davalar yer alır. İkinci grupta ise devrim için
silahlı mücadele yolunu benimseyen parti ve
örgütler hakkında açılan davalar vardır. Nihat
Erim’den sonra başbakanlık görevine atanan Ferit
Melen yaklaşık 11 ay görevde kaldı. Bu dönemin
en önemli olayı, süresi dolan Cevdet Sunay’ın
yerine cumhurbaşkanı seçilmesiydi. 1973
Cumhurbaşkanlığı seçiminin özel bir önemi
vardır. Bu seçim 12 Martçıların yenilgilerini ve
ordunun kışlaya dönüşünü simgelemektedir. AP
lideri Süleyman Demirel ile CHP’nin yeni lideri
Bülent Ecevit, ortaklaşa, emekli Oramiral Fahri
Korutürk’ü desteklemişler ve sonuçta Fahri
Korutürk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 12 Mart
1971’deki askeri müdahale ile 1973
Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında oluşan
gelişmelerden sonra, ordunun politikadan
arındırılması gerektiği düşünülmüştür. Fakat
1973 krizi bitince bu sorun askıda kalmıştır.
Oramiral Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanı
seçilmesinden sonra, Ferit Melen başbakanlık
görevinden çekilmiştir. Yeni Cumhurbaşkanı
tarafından başbakanlığa getirilen Naim Talu, 13
AP’li, 6 CGP’li, 3 bağımsız ve parlamento
dışından 2 teknokrattan oluşan hükümetini
kurmuştur. CHP Talu hükümetine bakan
vermemiştir. Bu durum AP’nin hükümetteki
etkisini arttırmıştır. Bu gelişmelerden sonra
Türkiye siyaset tarihinde yaklaşık iki yıl
sürecek 12 Mart yönetimi tamamlanmış ve 1973
genel seçimleri ile başlayacak fakat 12 Eylül
1980 askeri müdahalesi ile sona erecek, sekiz
yıllık sivil dönem başlamıştır.
12
EYLÜL 1980 Askeri müdahalesi:
1970'li yılların sonlarında terör olaylarının
artmasıyla, Türkiye'nin bir kan gölüne dönmesini
neden gösteren Silahlı Kuvvetler, emir komuta
zinciri içinde, 12 Eylül 1980 günü yönetime el
koydu. Demokrasiye ara verilen o sonbahar
sabahına nasıl gelindi? 1980 yılının ilk ayı
içinde ölü sayısı 2 bini aştı. İskenderun’'da
bir polis karakoluna, Adana’da da bir askeri
araca düzenlenen silahlı saldırılarda 3 polis ve
2 er öldürüldü. Mart ayında Zile’de çıkan
Alevi-Sünni çatışması 1 kişinin ölümüyle
sonuçlandı. Yine Mart ayında Urfa’da kurşuna
dizilen 8 kişiden 6’sı öldü, İstanbul’da da bir
bankanın önünde nöbet tutan 2 er soyguncuların
kurşunlarıyla can verdi. Nisan ayında
İstanbul’da yazar Ümit Kaftancıoğlu silahlı
saldırı sonucu öldürüldü. Mayıs ayında
düzenlenen saldırılarda ise Tümgeneral Sabri
Demirağ yaralanırken, MHP Genel Başkan
Yardımcısı Gün Sazak yaşamını yitirdi. Haziran
ayında İstanbul’da CHP’nin Beyoğlu, MHP’nin de
Gaziosmanpaşa ilçe başkanları öldürüldü. Temmuz
ayında Çorum’da patlak veren olaylarda 26 kişi
yaşamını yitirdi. İstanbul’da da eski
başbakanlardan Nihat Erim, sendikacı Kemal
Türkler ve CHP milletvekili Abdurrahman
Köksaloğlu silahlı saldırıya uğrayarak
hayatlarını kaybetti. Ağustos ayında Ankara'da
bir sendika başkanı otomobiline açılan yaylım
ateşi sonucu can verdi. 1980 yılının
Temmuz-Ağustos aylarında doruk noktasına çıkan
ve bir yılda 10 binli rakamları bulan şiddet
olayları 12 Eylül darbesinden sonra birden bire
azalarak 1983’te 185’e kadar düştü. 1970’li
yıllar sona ererken Türkiye ağır bir siyasal ve
ekonomik bunalımla karşı karşıyaydı. 1977
seçimlerinden sonra istikrarlı bir hükümet
kurulamadığı gibi, iki büyük parti CHP ve AP
arasındaki diyalog neredeyse tamamıyla ortadan
kalkmıştı. 1979 Kasım’ında Demirel
başkanlığında, dışarıdan MHP ve MSP destekli AP
azınlık hükümetinin kurulması da siyasal
istikrarsızlığı sona erdirmeye yetmedi. Bu arada
günde 25–30 kişinin yaşamına mal olan siyasal ve
toplumsal şiddet olayları da bütün hızıyla
sürüyordu. İstikrarsızlığın yanı sıra giderek
artan şiddet olaylarından tedirgin olan ordunun
üst kademesi, 27 Aralık 1979’da Milli Güvenlik
Kurul Başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Fahri
Korutürk’e bir uyarı mektubu gönderdi.
Korutürk’ün 2 Ocak 1980’de kamuoyuna duyurduğu
uyarı mektubunda, ülkenin içinde bulunduğu
durumun değerlendirilmesi yapıldıktan sonra
şöyle deniliyordu: “Türk Silahlı Kuvvetleri
ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında
siyasi partilerimizden bir an önce, milli
menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın
ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle
biraraya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi
devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere
karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve
diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı
olmalarını ısrarla istemektedir.” Cumhurbaşkanı
Fahri Korutürk’ün kamuoyuna duyurduğu uyarı
mektubu gerek iktidar gerekse muhalefet
partileri tarafından görmezden gelindi. Her iki
taraf da bu mektubun muhatapları olmadıklarını
açıkladılar. Bu durum öteden beri bir müdahale
hazırlığı içinde olan ordunun üst kademesinin bu
yöndeki hazırlıklarını hızlandırdı. Ordunun
mektubu adresini bulamadan ortada kalırken, 6
Nisan 1980’de Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün
görev süresinin dolması mevcut bunalımlara bir
yenisinin eklenmesine yol açtı. Siyasi partiler
bir isim üzerinde uzlaşmaya varamayınca yeni
cumhurbaşkanını seçmek mümkün olmadı. Bu görevi
Cumhuriyet Senatosu Başkanı İhsan Sabri
Çağlayangil aylarca vekâleten yürüttü. 1980
sonbaharına gelindiğinde kriz bütün hızıyla
sürüyordu ve birçok ilde sıkıyönetim ilan
edilmiş olmasına rağmen şiddet olayları her
geçen gün tırmanıyordu. Bu arada bazı kesimler
ordunun duruma bir an önce müdahale etmesi için
sabırsızlık gösteriyorlardı. 12 Eylül 1980 günü
sabah saatlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri,
emir-komuta zinciri içinde yönetime doğrudan el
koydu. Darbeyle birlikte Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz
Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve
Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat
Celasun’dan oluşan 5 kişilik bir Milli Güvenlik
Konseyi kuruldu. MGK Başkanı Kenan Evren
darbenin gerekçelerini aynı gün öğle saatlerinde
yaptığı radyo ve televizyon konuşmasında
kamuoyuna açıkladı. Yine aynı gün yayımlanan 1
numaralı MGK bildirisi şu satırları içeriyordu:
“MGK devlet yönetimine doğrudan el koymuştur.
Her türlü siyasi faaliyet her kademede
durdurulmuş, parlamento ve hükümet feshedilmiş,
bütün parlamenterlerin yasama dokunulmazlıkları
kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan
edilmiş, ikinci bir emre kadar sokağa çıkmak
yasaklanmış, yurtdışına çıkışlar durdurulmuştur.
Yasama ve yürütme yetkileri MGK tarafından
kullanılacak ve kısa zamanda bir bakanlar kurulu
oluşturularak yürütme sorumluluğu bu kurula
bırakılacaktır.” Bu arada siyasi parti
başkanları MGK kararıyla, “can güvenliklerinin
sağlanması amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
koruma ve gözetiminde” belirli yerlerde ikamete
tabii tutuldular. Demirel ve Ecevit, Gelibolu
Hamzakoy’a, Erbakan da İzmir Uzunada’ya
gönderildi. Bazı milletvekilleri ile DİSK’in üst
düzey yöneticileri gözaltına alındı. Aynı gün
yayınlanan 2 numaralı bildiriyle ülke genelinde
saptanan 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general
sıkıyönetim komutanı olarak atandı. Yine aynı
gün 7 numaralı bildiriyle Türk Hava Kurumu,
Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki bütün
derneklerin faaliyetlerinin durdurulduğu
kamuoyuna duyuruldu. Emniyet Müdürlüğü bütün
örgütüyle birlikte Jandarma Genel
Komutanlığı’nın emrine verildi. MGK Başkanı
Evren, 20 Eylül 1980’de aynı yılın ağustos
ayında normal prosedür gereği emekliye
sevkedilen Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend
Ulusu'yu Başbakan olarak görevlendirdi. Ulusu
hazırladığı bakanlar kurulu listesini 21 Eylül
1980’de MGK’nın onayına sundu ve liste aynı gün
onaylandı. Bakanlarını olağanüstü bir hızla
belirleyen Ulusu, hükümetin programını da aynı
hızla tamamladı. Programın belirlediği hedefler,
saptadığı sorunlar, önerdiği çözümler ve
öngördüğü faaliyetler tamamen MGK’nın bildiri ve
kararlarındaki görüşler doğrultusunda
hazırlanmıştı. Ekonomi yönetimi ise bir önceki
dönemde uygulanmaya başlayan 24 Ocak
kararlarının mimarı, o dönemin Başbakanlık
Müsteşarı Turgut Özal’a bırakıldı. Özal
hükümette Başbakan Yardımcısı olarak yer aldı.
MGK kısa bir süre içinde önceki dönemden kalan
sivil yöneticileri de büyük ölçüde tasfiye etti.
25 Eylül 1980’de bütün il genel meclisleriyle,
belediye meclisleri feshedildi. Belediye
başkanlarının görevlerine son verildi. Yerlerine
MGK’ya yakın kamu görevlileri veya ordudan
emekli olmuş kişiler atandı. 67 ilden 27’sinin
valileri değiştirildi ve yine bu görevlere
orduya yakın olanlar getirildi. Gelibolu
Hamzakoy’daki askeri dinlenme tesislerinde
“güvence altına alınmış” bulunan CHP Genel
Başkanı Bülent Ecevit ve AP Genel Başkanı
Süleyman Demirel 10 Ekim’de Ankara'ya getirildi.
Siyasi amaçlı olmamak kaydıyla ziyaretçi kabul
etmelerine izin verildi. Buna karşılık MHP
lideri Alpaslan Türkeş ve bazı MHP yöneticileri
11 Ekim’de, MSP lideri Necmettin Erbakan ve bazı
MSP yöneticileri 15 Ekim’de tutuklandı. Öte
yandan MGK, ekim ayı başında ve daha önceki
tarihlerde mahkemelerce verilmiş olup TBMM’nin
onayını bekleyen sağ ve sol görüşlü mahkûmların
idamlarını onaylamaya başladı. 7 Ekim’den
başlayarak cezalar infaz edildi. 27 Ekim’de MGK,
geçici anayasa işlevini taşıyacak olan 2324
sayılı “Anayasa düzeni hakkındaki kanun”u kabul
etti. Yasaya göre 1961 Anayasası’nın TBMM’ye
verdiği bütün görev ve yetkiler MGK’ya,
cumhurbaşkanına verdiği görev ve yetkiler de MGK
Başkanı’na devrediliyordu. Başka bir anayasa
hazırlanana kadar yürürlükte kalacak olan bu
geçici anayasa, 12 Eylül döneminin başka birçok
yasası gibi yayımlandığı tarihten itibaren
değil, 12 Eylül 1980 itibariyle yürürlüğe girdi.
1970’li yılların ortalarında başlayıp yıllarca
Türkiye’yi kasıp kavuran siyasal şiddet olayları
12 Eylül askeri müdahalesiyle birlikte “bir gün”
içerisinde hissedilebilir bir biçimde azaldı ve
kısa bir süre büyük ölçüde durdu. Özellikle
yasadışı sol örgütler hızla çökertilerek etkisiz
hale getirildi. 1983 seçimlerinin ertesine kadar
süren 12 Eylül dönemi boyunca binlerce kişi
tutuklandı, yine binlerce kişi sıkıyönetim
mahkemelerince çeşitli hapis cezalarına
çarptırıldı. 1970’li yıllarda gazetelerdeki ana
sayfaların değişmez içeriği o gün patlayan
bombalar, faili meçhul cinayetler, kardeşkanı
akıtanlar ile doluydu. Olaylar o kadar normal
karşılanıyordu ki, insanlar buna şaşırmıyor, o
günkü ölü sayısı otuzun altındaysa az da olsa
umutlanıyorlardı. Rejimi tehlikeye sokan muhalif
hareketlere anti-komünist kesimin de tepkisi çok
sert olmuştu. Darbe öncesinde muhalif hareketler
giderek ivme kazanırken ülkedeki tüm
karşı-devrimci kesimler, muhalefeti her türlü
yöntemle etkin bir şekilde bastırıyor,
devrimcilere hadlerini her yönden bildirmeye
çalışıyorlardı. Öyle ki, Devletin polisi dahi,
kendi arasında sağ-sol olarak bölünmüştü.
Gruplaşmalar devlet mekanizmasının işleyişini
büyük ölçüde zorlaştırdı. Durum, ordunun darbesi
ile son buldu. Ülkedeki sol hareketi büyük
ölçüde bastırmayı başaran darbe sonrasında
hiçbir büyük sol muhalif kalkışmaya rastlanmadı.
Aslında 12 Eylül Darbesi, darbeden daha çok
askeri bir müdahaledir. Çünkü, halkın seçtiği
meclis uzun süre bir cumhurbaşkanı seçememiştir.
Öte yandan bugün birçok kişi, Orgeneral Kenan
Evren'in “Asmayalım da, besleyelim mi?”
politikasını eleştirmektedir. Kurunun yanında
yaşında yandığı bir gerçektir. Acı bir gerçek
daha vardır ki, bu darbeyi eleştirenlerin
istatistik olarak yaklaşık %78’i bu darbeyi
yaşadığında reşit değildir. 12 Eylül 1980
tarihinden önce, 26 Aralık 1978’de Kahramanmaraş
olayları nedeniyle 13 ilde (Adana, Ankara,
Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep,
İstanbul, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas,
Şanlıurfa) sıkıyönetim ilan edilmişti. 13 ilden
Sivas’ta 26 Şubat 1980’de Erzincan’da ise, 20
Nisan 1980’de sıkıyönetim daha sonra
kaldırılmıştı. Ancak “yaygın şiddet
olayları” nedeniyle 26 Nisan 1979’da
Adıyaman, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Siirt ve
Tunceli’de, 20 Şubat 1980’de Hatay ve İzmir’de,
20 Nisan 1980’de ise, Ağrı illerinde sıkıyönetim
ilan edilmişti. 12 Eylül 1980’e
gelindiğinde 19 ilde sıkıyönetim uygulanıyordu.
12 Eylül’de: 10 bin kişi gözaltına alındı. 1
milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin
davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için
idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası
verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden
50’si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu,
1’i Asala militanı). İdamları istenen 259
kişinin dosyası Meclis’e gönderildi. 71 bin kişi
TCK’nun 141, 142 ve 163. maddelerinden
yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmakla
suçlanarak yargılandı. 388 bin kişiye pasaport
verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için
işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan
çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak
yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde
öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23
bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854
öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi
ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci
için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası
verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 300
gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci öldürüldü.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük
gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve
dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi
yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde
öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi
kaçarken vuruldu. 95 kişi çatışmada öldü. 73
kişiye doğal ölüm raporu verildi. 43 kişinin
intihar ettiği bildirildi.
|