Ekim 1977, Taşkent-Özbekistan

 
   
 

5.Söke Sanat, Edebiyat ve Kitap Günleri’nde

Hidayet Sayın ile söyleşi

 

 

Söke Sanat, Edebiyat ve Kitap Günlerinin farklı bir yanı yaşantımızda iz bırakmış yazın erlerini söyleşi yoluyla tanıtmak, edebi kişiliklerini irdelemek, eserlerini özümsemek…

Bu yıl 5.incisi düzenlenen etkinliğin bu anlamdaki konuğu Dr. Hidayet Sayın idi. Sayın, 1929 yılında Aydın’da doğdu. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu. Çocuk hastalıkları uzmanı olarak çeşitli sağlık kurumlarında çalıştı. 1972 yılında Aydın’a yerleşti. Tiyatroya ilgisi öğrencilik yıllarında başlamıştı. 1965-66 tiyatro sezonunda Kent Oyuncuları tarafından sahneye konulan “Pembe Kadın” oyunuyla tanındı. Bazı eserleri şöyle: Topuzlu (1963), Pembe Kadın (1965), Kördüğüm (1965), Küçük Devler (1967), Topuzlu / Uzak Dünyalar (1971), Yabancılar (1975), Köşe Kapmaca (1975), Uzun Bir Hecedir Aşk.

Hocam, Tiyatro yazmaya nasıl, ne zaman başladınız?

“Bunun belli bir başlangıç noktası yok. Yalnız çocukluğumda köylere gelen Karagöz oyunları ile, Aydın Ortaokulunda okurken, kente gelen turne tiyatrolarının Sadi Tek gibi… sergilediği oyunlardan etkilendiğimi söyleyebilirim. Karagöz figürlerini kesip, evin bir köşesinde, küçük gaz lambanın aydınlattığı beyaz çarşafın arkasında, onları aile bireylerine oynattığımı anımsıyorum. Ancak orada neler saçmaladığımı bilmeme olanak yok.

Ardından çocuk dergilerine geldi sıra. O yıllarda yayınlanan (Çocuk Sesi, Afacan, Yavrutürk…) gibi dergileri arar bulur, onları büyük bir keyifle okurdum. Kente inince bulamadıklarımı, eski kitapçılarda arardım. Bunun etkisiyle olmalı, ilkokulda öğretmenim, çıkardığımız tek sayfalık aylık Duvar gazetesinin yayını işini bana vermişti.

Daha sonra Nat Pinkerton, Sherlock Holmes, Nick Karter… gibi polisiye dergileri, ardından da Reşat Nuri Güntekin ve Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi yazarların eserlerine geldi sıra… Ama İzmir Atatürk Lisesi’nde, öğretmenimizin sınıfta okuttuğu “Hamlet” oyunu ile Shakespear’i de tanımış oldum. Hele o sıralarda, İzmir Şehir Tiyatrosu’nda, Avni Dilligil yönetiminde Hamlet oyunu sergilenmesin mi… Günlerce oyunun etkisinde kaldığımı anımsıyorum. Bu da içime oyun yazma hevesini düşürdü. Artık derslerimle tiyatro içiçe girecek ve tiyatronun büyüsü beni içine alacaktı.”

Sonra, Üniversite yıllarında…

“Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne gidince, bu hevesim büsbütün arttı ve oyun denemeleri yazmayı sürdürdüm. Artık tiyatro sevdalısıydım. Bu arada arkadaşlarımla birlikte kurmağa çalıştığım Üniversite tiyatrosu, desteğini istediğimiz dekanımızın bizi haşlamasıyla, başlamadan bitivermişti.

Ancak ilgim bitecek gibi değildi. Devlet Tiyatrosunun oyunlarını izliyor ve yazdıklarımı okutmak için, tiyatronun merdivenlerini aşındırıyordum. Derslerden arta kalan zamanlarımı tiyatroya ayırıyor, tiyatroyla ilgili her şeyi okumağa ve görmeğe çalışıyordum.

Çocuk hekimi olarak Aydın’a geldiğim 1960 yılından sonra, her iki işimi de yan yana sürdürmek için, hızlı bir çalışma temposu tutturmuştum. Hem doğup büyüdüğüm kentin sağlığı konusunda borcumu ödeme fırsatı yakalamış, hem gözlemlediğim halkın sorunlarını tiyatro olarak yazma olanağı bulmuştum.

Sonunda “Topuzlu” oyunum Ankara Devlet Tiyatrosu’nda inanılmaz büyük bir ilgi gördü (1963). Ankara’da o yıl oynanan en iyi yerli oyun seçildi ve tam 254 temsil aralıksız oynandı. Öyle ki, Ankara kışında izleyici, tiyatronun kapısında gecenin saat üçünde bilet kuyruğuna giriyordu. Daha sonra İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda da oynanan oyun, Anadolu’nun pek çok kentinde ve kasabasında, amatör topluluklarca sahnelenmeğe başladı. İçerdiği köy yaşamından izlerle, aynı ilgiyi yıllarca sürdürdü.

Ardından yazdığım “Pembe Kadın” Kent Oyuncuları’nda, çok daha büyük ilgi görerek, 600 kez oynandı. O da Anadolu’nun pek çok yerinde ve okullarda sahnelenmeyi sürdürdü. Oyunun daha sonra filmi ve balesi de yapıldı.

Daha sonra “Kördüğüm” ve “Yabancılar” gibi kent yaşamını konu alan oyunlarım da sahnelendi ve aynı ilgiyi sürdürdü. Ardından Kent Oyuncuları’nın oynadığı “Küçük Devler” ile yeniden köy konusuna döndüm. Aynı oyun daha sonra “Köşe Kapmaca” adıyla pek çok yerde sahnelendi, sahneleniyor… Bunları “Fiyasko”, “Köklerdeki Kurtlar”, “Yıldırım Bayezid”, “Düş Yüklü Bulutlar”, “Uzun Bir Hecedir Aşk”, “Kim Haklı”, “Uzak Dünyalar” adlı oyunlarım çeşitli tiyatrolarda sahnelendi.

Bunları biraz da şunun için anlatıyorum… Tiyatro yazmayı düşünenlerin, bu heveslerini kendi yaşamları içine iyice yerleştirmeleri ve yılmadan, bıkmadan bu çabalarını sürdürmeleri gerekir. Çünkü tiyatro gelgeç heveslerle, kısa yoldan kotarılacak işlerden değildir. Her şeyden önce insanı iyi tanımak ve onu izleyiciye iyi aktarmak gerekir… Eğer tiyatro kişilerinin ayakları yere basmıyorsa, oyunla izleyici arasında sağlam ilişki kurulması olanaksızdır. Merak öğesi yoksa, izleyici çabucak oyundan kopar. Onun ilgisini yeniden kazanmak çok zordur.”

Köy doğumlu olmanız bu çabayı nasıl etkiledi?

“Çok olumlu etkilediğini söyleyebilirim. Köyü iyi tanımasam, ‘Topuzlu’, ‘Pembe Kadın’, ‘Köşe Kapmaca’, ‘Son Fırsat’… gibi oyunlarımı yazamazdım. Onların başarısı, köy insanını iyi tanımamla ilgili. Köy insanıyla aynı koşullarda yaşamadan, aynı sofraya oturmadan, aynı acıları ve sevinçleri paylaşmadan onları sahneye aktarmanın, olanaksız denecek kadar zor olduğunu söylemek istiyorum. Bu bakımdan köyde doğuşumu şans olarak değerlendiriyorum. Yazdığım oyunlar, henüz köylerden kentlere göçün böylesine hızlanmadığı o yıllarda, köy ve kent insanını birbirine yaklaştırdığı için, yazar olarak görevimi yapmanın mutluluğunu yaşıyorum.”

Şimdiye kadar kaç oyun yazdınız?

“67. oyunumu yeni bitirdim. Bunların yanında radyolarda yayınlanan otuzdan fazla radyo oyunumu da sayacak olursam, oyun sayısı olarak 100’ü aştığımı söyleyebilirim. Ayrıca henüz basılmamış 4 kitaplık öykü dosyamı da katarsak, yaşamımda boş kalmış zamanım olmadığı görülür. Bu bakımdan dünyaya boşuna gelmemiş olmanın sevincini ve kıvancını yaşıyorum.

Aslında sanat, özellikle tiyatro, çok ciddiye alınması gereken bir uğraştır. Hekimlik de öyle… Belli bir yaşa gelince, artık ikisini de bir arada yürütemeyeceğimi düşündüm ve Aydın’da bir dernek kurarak, çok şirin bir Ana ve Çocuk Sağlığı Merkezi binası yaptıktan sonra, tiyatroya daha yakın olmak amacıyla, İzmir’e taşındım. Ve yalnız tiyatro dedim. Bu seçimim, daha çok oyun yazma olanağı sağlamış oldu… Geçenlerde yitirdiğimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Ben şiirsiz üşürüm” demişti. Ben de tiyatrosuz yaşayamam, diyorum.”

Şimdiye kadar kaç oyununuz sahnelendi?

“Şimdiye kadar 12 oyunum sahnelendi. 67’ye karşı 12. Görüldüğü gibi, tiyatroda yazmak yetmez. Bunun bir de sahne gerisi uğraşları var. Belki asıl zorluk, oyunun yazımından sonra başlar. Oyunu ilgilenecek tiyatro adamlarına okutmanız, onların olurunu almanız gerekir. Devlet Tiyatrosu edebi kurulunun onayından geçen 14 oyunumun, hala beklemekte olduğunu söylersem, ne demek istediğim anlaşılacaktır.

Oyunlarının sahnelenmediğini gören kişi, eğer gelgeç heveslerle bu işe soyunmuşsa, bıkıp pes etmesi kaçınılmazdır. Çünkü bu iş büyük bir sabır, hatta biraz da çılgınlık ister. Öyle ya, çılgınlık olmasa, o güzel günleri değerlendirmek dururken, niye bir odaya kapanıp, bu işi sürdürmeğe kalkmalı? Görüldüğü gibi, çalışmanın ötesinde, bu konu büyük bir direnç de gerektirir. Ankara ve İstanbul’da yaşayanlar, bu bakımdan daha şanslıdırlar ve tiyatro adamlarıyla iletişim kurma konusunda daha beceriklidirler… Suyun kaynağından uzakta olanların çabaları, bazen yıllarca görülmeyebilir ve onların ürünleri için harcanan emekler boşuna olabilir.”

Tanrıların Oyuncakları oyunuyla ne yapmak istediniz?

“Binlerce yıl önce insanlar, doğayla ilişkilerini kolaylaştırmak için, bazı tanrılar yaratmışlar. Işık tanrısı Apollon, savaş tanrısı Ares, bereket tanrısı Demeter, emek tanrısı Hepaistos, şarap ve eğlence tanrısı Diyonizos gibi… Elbette bunların üstünde bir de baştanrı var. Zeus… Onun eşi Hera ve kızları Athena ve Aphrodit… Bu tanrılar ve tanrıçalar, insanlardan kurbanlar bekler ve onları kukla, hatta oyuncak gibi, parmaklarında oynatırlardı. Oyun bu amaçla yazıldı.

Konusu da Troia savaşıydı. Bilindiği gibi, Kral Peleus’un düğününde, Tanrılar ve tanrıçalar eğlenirken, fitne tanrıçası Eris, düğüne çağırılmayışının öcünü almak  için, armağan  olarak, üstünde ‘en güzel  tanrıçaya’ yazılı, bir altın elma gönderir. Baştanrının eşi Hera ve kızları Athena ile Aphrodit, en güzel tanrıçanın kendileri olduğunu söyleyince, baştanrı Zeus, onları gücendirmemek için, seçme görevini, yıllarca İda dağı (Kazdağı)’nda yaşayan, Troia kralı Priamos’un oğlu, yakışıklı Paris’e vererek, işin içinden sıyrılmak ister. Böylece ateşin üstündeki kestaneleri almak için bir maşa bulduğunu düşünmektedir.

Paris en güzel tanrıça olarak, Aphrodit’i seçince, tanrıçalar arasında kavga başlar. Paris bu seçim karşılığında, komşu ülkenin kralı Menelaos’un güzeller güzeli eşi Helene’i isteyince, Tanrıça Aphrodit’in de yardımıyla, onu kaçırıp, Troia’ya getirir… İşte, bu olay, on yıl sürecek olan Troia savaşını başlatır. Ve ünlü Troia’nın batışıyla sona erer. Tanrılar insanları oyuncak gibi kullanmışlar, binlercesinin ölümüne neden olmuşlardır… Şimdi dünyada süper gücün yaptığı, bir anlamda bu değil midir? Yoksa dünyanın bir ucundan gelip, Afganistan’ı ve Irak’ı allakbullak etme hakkını kendinde görebilir miydi?”

Ankara’da birlikte izlediğimiz “Uzun Bir Hecedir Aşk” adlı oyununuz, iki oyuncuyla oynandığı halde, izleyicinin ilgisini koparmadan, nasıl zevkle izlenebilmişti?

“Oyundaki iki kişinin ayakları yere basmaktadır çünkü. Bizlerden birileridir. Kırk yıl önce yaşanmış ve anlamsızca bozulmuş bir aşkı, yüreklerinin derinliklerinde uyumakta iken, uyandırmayı anlatır oyun. Aşkın insan yaşamındaki yerini ve önemini anlatmak ister. Aradan kırk yıl geçse de, bu arada pek çok olay yaşansa da, aşk ateşi yüreklerin derinliklerinde yavaş yavaş yanmakta ve uyarılmayı beklemektedir. Üstündeki küller savrulunca, o ateşin sönmediği görülecektir. Hemen herkesin yaşamında bu tür öyküler vardır. Bir gün bakarsınız, kapınız çalınıverir ve beklemeyi unuttuğunuz kişi, ansızın karşınıza çıkıverir. İşte, oyun bu amaçla yazılmıştır. Adı da Yunus Emre’nin şu şiirinden alınmıştır… “Dört kitabın okudum, ezber ettim. Aşka gelince gördüm, uzun  bir  hece  imiş!...”

Gençlere önerileriniz olacak mı?

“Sözlerimin başında da söylediğim gibi, bu işi çok ciddiye almak zorunda olduklarını yinelemek zorundayım. Kısa yoldan sonuca ulaşmayı ve başarıyı yakalamayı amaçlayanların, seçeceği iş değildir yazmak. Bazı gençler yazdıklarını değerlendirmem için bana getirdiklerinde, onları ben ciddiye alıyor ve işimi bırakıp, hemen onları okumağa çalışıyorum. Düşüncemi de açıkça söylüyorum. Bu işi gerçekten çok istiyor ve seviyorlarsa, biraz da ışık varsa, yazmayı sürdürmelerini söylüyorum. Güzel havaların ve eğlencelerin çekiciliğine kapılmadan, günlerce odasına kapanıp, üretmenin keyfini yaşayacak olanları destekliyorum. Ayrıca düş kırıklıklarına hazır olmalarını söylüyorum. Her düş kırıklığının, yeni bir çalışmanın dürtüsü olması gerektiğini anlatıyorum… Bu bakımdan bu iş için, eskilerin deyimiyle ‘derviş çilesi’ gerektiğini söylüyorum. Bilindiği gibi, eskiden dervişler, suyunu ve azığını yanına alıp, günlerce, hatta aylarca odasına kapanır ve yaratanla gönül bağı kurmağa çalışırmış.

Ayrıca yazmak bir dolma-boşalma olayı olduğu için, kişi sürekli okumalıdır. Önce yerel yazarları, sonra evrensel yazarları okuyup, ufkunu zenginleştirmek zorundadır.

Yazma olayı, yetenek, iş disiplini, gözlem gücü ve çalışmakla ortaya çıkar. Tek başına yetenek yetmez. Yetse bile, bu bir anlık yanıp sönen ışığa benzer. Süreklilik ve yılmadan çalışmak gerekir. Bunları göze alıp, yazmağa koyulanları alkışlamak istiyorum.”

Etkinliğimizi onurlandırdınız, teşekkür ediyoruz…

Ben teşekkür ederim. Etkinliği düzenleyenleri, emeği geçenleri kutluyor, katılımcılara ve izleyicilere saygılarımı sunuyorum.