|
5.Söke Sanat, Edebiyat ve Kitap Günleri’nde
Hidayet Sayın ile söyleşi
Söke Sanat, Edebiyat ve Kitap Günlerinin farklı bir yanı
yaşantımızda iz bırakmış yazın erlerini söyleşi yoluyla
tanıtmak, edebi kişiliklerini irdelemek, eserlerini
özümsemek…
Bu yıl 5.incisi düzenlenen etkinliğin bu anlamdaki
konuğu Dr. Hidayet Sayın idi. Sayın, 1929 yılında
Aydın’da doğdu. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
mezunu. Çocuk hastalıkları uzmanı olarak çeşitli sağlık
kurumlarında çalıştı. 1972 yılında Aydın’a yerleşti.
Tiyatroya ilgisi öğrencilik yıllarında başlamıştı.
1965-66 tiyatro sezonunda Kent Oyuncuları tarafından
sahneye konulan “Pembe Kadın” oyunuyla tanındı. Bazı
eserleri şöyle: Topuzlu (1963), Pembe Kadın (1965),
Kördüğüm (1965), Küçük Devler (1967), Topuzlu / Uzak
Dünyalar (1971), Yabancılar (1975), Köşe Kapmaca (1975),
Uzun Bir Hecedir Aşk.
Hocam, Tiyatro yazmaya nasıl, ne zaman başladınız?
“Bunun belli bir başlangıç noktası yok. Yalnız
çocukluğumda köylere gelen Karagöz oyunları ile, Aydın
Ortaokulunda okurken, kente gelen turne tiyatrolarının
Sadi Tek gibi… sergilediği oyunlardan etkilendiğimi
söyleyebilirim. Karagöz figürlerini kesip, evin bir
köşesinde, küçük gaz lambanın aydınlattığı beyaz
çarşafın arkasında, onları aile bireylerine oynattığımı
anımsıyorum. Ancak orada neler saçmaladığımı bilmeme
olanak yok.
Ardından çocuk dergilerine geldi sıra. O yıllarda
yayınlanan (Çocuk Sesi, Afacan, Yavrutürk…) gibi
dergileri arar bulur, onları büyük bir keyifle okurdum.
Kente inince bulamadıklarımı, eski kitapçılarda arardım.
Bunun etkisiyle olmalı, ilkokulda öğretmenim,
çıkardığımız tek sayfalık aylık Duvar gazetesinin yayını
işini bana vermişti.
Daha sonra Nat Pinkerton, Sherlock Holmes, Nick Karter…
gibi polisiye dergileri, ardından da Reşat Nuri Güntekin
ve Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi yazarların eserlerine
geldi sıra… Ama İzmir Atatürk Lisesi’nde, öğretmenimizin
sınıfta okuttuğu “Hamlet” oyunu ile Shakespear’i de
tanımış oldum. Hele o sıralarda, İzmir Şehir
Tiyatrosu’nda, Avni Dilligil yönetiminde Hamlet oyunu
sergilenmesin mi… Günlerce oyunun etkisinde kaldığımı
anımsıyorum. Bu da içime oyun yazma hevesini düşürdü.
Artık derslerimle tiyatro içiçe girecek ve tiyatronun
büyüsü beni içine alacaktı.”
Sonra, Üniversite yıllarında…
“Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne gidince, bu
hevesim büsbütün arttı ve oyun denemeleri yazmayı
sürdürdüm. Artık tiyatro sevdalısıydım. Bu arada
arkadaşlarımla birlikte kurmağa çalıştığım Üniversite
tiyatrosu, desteğini istediğimiz dekanımızın bizi
haşlamasıyla, başlamadan bitivermişti.
Ancak ilgim bitecek gibi değildi. Devlet Tiyatrosunun
oyunlarını izliyor ve yazdıklarımı okutmak için,
tiyatronun merdivenlerini aşındırıyordum. Derslerden
arta kalan zamanlarımı tiyatroya ayırıyor, tiyatroyla
ilgili her şeyi okumağa ve görmeğe çalışıyordum.
Çocuk hekimi olarak Aydın’a geldiğim 1960 yılından
sonra, her iki işimi de yan yana sürdürmek için, hızlı
bir çalışma temposu tutturmuştum. Hem doğup büyüdüğüm
kentin sağlığı konusunda borcumu ödeme fırsatı
yakalamış, hem gözlemlediğim halkın sorunlarını tiyatro
olarak yazma olanağı bulmuştum.
Sonunda “Topuzlu” oyunum Ankara Devlet Tiyatrosu’nda
inanılmaz büyük bir ilgi gördü (1963). Ankara’da o yıl
oynanan en iyi yerli oyun seçildi ve tam 254 temsil
aralıksız oynandı. Öyle ki, Ankara kışında izleyici,
tiyatronun kapısında gecenin saat üçünde bilet kuyruğuna
giriyordu. Daha sonra İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda da
oynanan oyun, Anadolu’nun pek çok kentinde ve
kasabasında, amatör topluluklarca sahnelenmeğe başladı.
İçerdiği köy yaşamından izlerle, aynı ilgiyi yıllarca
sürdürdü.
Ardından yazdığım “Pembe Kadın” Kent Oyuncuları’nda, çok
daha büyük ilgi görerek, 600 kez oynandı. O da
Anadolu’nun pek çok yerinde ve okullarda sahnelenmeyi
sürdürdü. Oyunun daha sonra filmi ve balesi de yapıldı.
Daha sonra “Kördüğüm” ve “Yabancılar” gibi kent yaşamını
konu alan oyunlarım da sahnelendi ve aynı ilgiyi
sürdürdü. Ardından Kent Oyuncuları’nın oynadığı “Küçük
Devler” ile yeniden köy konusuna döndüm. Aynı oyun daha
sonra “Köşe Kapmaca” adıyla pek çok yerde sahnelendi,
sahneleniyor… Bunları “Fiyasko”, “Köklerdeki Kurtlar”,
“Yıldırım Bayezid”, “Düş Yüklü Bulutlar”, “Uzun Bir
Hecedir Aşk”, “Kim Haklı”, “Uzak Dünyalar” adlı
oyunlarım çeşitli tiyatrolarda sahnelendi.
Bunları biraz da şunun için anlatıyorum… Tiyatro yazmayı
düşünenlerin, bu heveslerini kendi yaşamları içine iyice
yerleştirmeleri ve yılmadan, bıkmadan bu çabalarını
sürdürmeleri gerekir. Çünkü tiyatro gelgeç heveslerle,
kısa yoldan kotarılacak işlerden değildir. Her şeyden
önce insanı iyi tanımak ve onu izleyiciye iyi aktarmak
gerekir… Eğer tiyatro kişilerinin ayakları yere
basmıyorsa, oyunla izleyici arasında sağlam ilişki
kurulması olanaksızdır. Merak öğesi yoksa, izleyici
çabucak oyundan kopar. Onun ilgisini yeniden kazanmak
çok zordur.”
Köy doğumlu olmanız bu çabayı nasıl etkiledi?
“Çok olumlu etkilediğini söyleyebilirim. Köyü iyi
tanımasam, ‘Topuzlu’, ‘Pembe Kadın’, ‘Köşe Kapmaca’,
‘Son Fırsat’… gibi oyunlarımı yazamazdım. Onların
başarısı, köy insanını iyi tanımamla ilgili. Köy
insanıyla aynı koşullarda yaşamadan, aynı sofraya
oturmadan, aynı acıları ve sevinçleri paylaşmadan onları
sahneye aktarmanın, olanaksız denecek kadar zor olduğunu
söylemek istiyorum. Bu bakımdan köyde doğuşumu şans
olarak değerlendiriyorum. Yazdığım oyunlar, henüz
köylerden kentlere göçün böylesine hızlanmadığı o
yıllarda, köy ve kent insanını birbirine yaklaştırdığı
için, yazar olarak görevimi yapmanın mutluluğunu
yaşıyorum.”
Şimdiye kadar kaç oyun yazdınız?
“67. oyunumu yeni bitirdim. Bunların yanında radyolarda
yayınlanan otuzdan fazla radyo oyunumu da sayacak
olursam, oyun sayısı olarak 100’ü aştığımı
söyleyebilirim. Ayrıca henüz basılmamış 4 kitaplık öykü
dosyamı da katarsak, yaşamımda boş kalmış zamanım
olmadığı görülür. Bu bakımdan dünyaya boşuna gelmemiş
olmanın sevincini ve kıvancını yaşıyorum.
Aslında sanat, özellikle tiyatro, çok ciddiye alınması
gereken bir uğraştır. Hekimlik de öyle… Belli bir yaşa
gelince, artık ikisini de bir arada yürütemeyeceğimi
düşündüm ve Aydın’da bir dernek kurarak, çok şirin bir
Ana ve Çocuk Sağlığı Merkezi binası yaptıktan sonra,
tiyatroya daha yakın olmak amacıyla, İzmir’e taşındım.
Ve yalnız tiyatro dedim. Bu seçimim, daha çok oyun yazma
olanağı sağlamış oldu… Geçenlerde yitirdiğimiz Fazıl
Hüsnü Dağlarca, “Ben şiirsiz üşürüm” demişti. Ben de
tiyatrosuz yaşayamam, diyorum.”
Şimdiye kadar kaç oyununuz sahnelendi?
“Şimdiye kadar 12 oyunum sahnelendi. 67’ye karşı 12.
Görüldüğü gibi, tiyatroda yazmak yetmez. Bunun bir de
sahne gerisi uğraşları var. Belki asıl zorluk, oyunun
yazımından sonra başlar. Oyunu ilgilenecek tiyatro
adamlarına okutmanız, onların olurunu almanız gerekir.
Devlet Tiyatrosu edebi kurulunun onayından geçen 14
oyunumun, hala beklemekte olduğunu söylersem, ne demek
istediğim anlaşılacaktır.
Oyunlarının sahnelenmediğini gören kişi, eğer gelgeç
heveslerle bu işe soyunmuşsa, bıkıp pes etmesi
kaçınılmazdır. Çünkü bu iş büyük bir sabır, hatta biraz
da çılgınlık ister. Öyle ya, çılgınlık olmasa, o güzel
günleri değerlendirmek dururken, niye bir odaya kapanıp,
bu işi sürdürmeğe kalkmalı? Görüldüğü gibi, çalışmanın
ötesinde, bu konu büyük bir direnç de gerektirir. Ankara
ve İstanbul’da yaşayanlar, bu bakımdan daha şanslıdırlar
ve tiyatro adamlarıyla iletişim kurma konusunda daha
beceriklidirler… Suyun kaynağından uzakta olanların
çabaları, bazen yıllarca görülmeyebilir ve onların
ürünleri için harcanan emekler boşuna olabilir.”
Tanrıların Oyuncakları oyunuyla ne yapmak istediniz?
“Binlerce yıl önce insanlar, doğayla ilişkilerini
kolaylaştırmak için, bazı tanrılar yaratmışlar. Işık
tanrısı Apollon, savaş tanrısı Ares, bereket tanrısı
Demeter, emek tanrısı Hepaistos, şarap ve eğlence
tanrısı Diyonizos gibi… Elbette bunların üstünde bir de
baştanrı var. Zeus… Onun eşi Hera ve kızları Athena ve
Aphrodit… Bu tanrılar ve tanrıçalar, insanlardan
kurbanlar bekler ve onları kukla, hatta oyuncak gibi,
parmaklarında oynatırlardı. Oyun bu amaçla yazıldı.
Konusu da Troia savaşıydı. Bilindiği gibi, Kral
Peleus’un düğününde, Tanrılar ve tanrıçalar eğlenirken,
fitne tanrıçası Eris, düğüne çağırılmayışının öcünü
almak için, armağan olarak, üstünde ‘en güzel
tanrıçaya’ yazılı, bir altın elma gönderir. Baştanrının
eşi Hera ve kızları Athena ile Aphrodit, en güzel
tanrıçanın kendileri olduğunu söyleyince, baştanrı Zeus,
onları gücendirmemek için, seçme görevini, yıllarca İda
dağı (Kazdağı)’nda yaşayan, Troia kralı Priamos’un oğlu,
yakışıklı Paris’e vererek, işin içinden sıyrılmak ister.
Böylece ateşin üstündeki kestaneleri almak için bir maşa
bulduğunu düşünmektedir.
Paris en güzel tanrıça olarak, Aphrodit’i seçince,
tanrıçalar arasında kavga başlar. Paris bu seçim
karşılığında, komşu ülkenin kralı Menelaos’un güzeller
güzeli eşi Helene’i isteyince, Tanrıça Aphrodit’in de
yardımıyla, onu kaçırıp, Troia’ya getirir… İşte, bu
olay, on yıl sürecek olan Troia savaşını başlatır. Ve
ünlü Troia’nın batışıyla sona erer. Tanrılar insanları
oyuncak gibi kullanmışlar, binlercesinin ölümüne neden
olmuşlardır… Şimdi dünyada süper gücün yaptığı, bir
anlamda bu değil midir? Yoksa dünyanın bir ucundan
gelip, Afganistan’ı ve Irak’ı allakbullak etme hakkını
kendinde görebilir miydi?”
Ankara’da birlikte izlediğimiz “Uzun Bir Hecedir Aşk”
adlı oyununuz, iki oyuncuyla oynandığı halde,
izleyicinin ilgisini koparmadan, nasıl zevkle
izlenebilmişti?
“Oyundaki iki kişinin ayakları yere basmaktadır çünkü.
Bizlerden birileridir. Kırk yıl önce yaşanmış ve
anlamsızca bozulmuş bir aşkı, yüreklerinin
derinliklerinde uyumakta iken, uyandırmayı anlatır oyun.
Aşkın insan yaşamındaki yerini ve önemini anlatmak
ister. Aradan kırk yıl geçse de, bu arada pek çok olay
yaşansa da, aşk ateşi yüreklerin derinliklerinde yavaş
yavaş yanmakta ve uyarılmayı beklemektedir. Üstündeki
küller savrulunca, o ateşin sönmediği görülecektir.
Hemen herkesin yaşamında bu tür öyküler vardır. Bir gün
bakarsınız, kapınız çalınıverir ve beklemeyi unuttuğunuz
kişi, ansızın karşınıza çıkıverir. İşte, oyun bu amaçla
yazılmıştır. Adı da Yunus Emre’nin şu şiirinden
alınmıştır… “Dört kitabın okudum, ezber ettim. Aşka
gelince gördüm, uzun bir hece imiş!...”
Gençlere önerileriniz olacak mı?
“Sözlerimin başında da söylediğim gibi, bu işi çok
ciddiye almak zorunda olduklarını yinelemek zorundayım.
Kısa yoldan sonuca ulaşmayı ve başarıyı yakalamayı
amaçlayanların, seçeceği iş değildir yazmak. Bazı
gençler yazdıklarını değerlendirmem için bana
getirdiklerinde, onları ben ciddiye alıyor ve işimi
bırakıp, hemen onları okumağa çalışıyorum. Düşüncemi de
açıkça söylüyorum. Bu işi gerçekten çok istiyor ve
seviyorlarsa, biraz da ışık varsa, yazmayı
sürdürmelerini söylüyorum. Güzel havaların ve
eğlencelerin çekiciliğine kapılmadan, günlerce odasına
kapanıp, üretmenin keyfini yaşayacak olanları
destekliyorum. Ayrıca düş kırıklıklarına hazır
olmalarını söylüyorum. Her düş kırıklığının, yeni bir
çalışmanın dürtüsü olması gerektiğini anlatıyorum… Bu
bakımdan bu iş için, eskilerin deyimiyle ‘derviş çilesi’
gerektiğini söylüyorum. Bilindiği gibi, eskiden
dervişler, suyunu ve azığını yanına alıp, günlerce,
hatta aylarca odasına kapanır ve yaratanla gönül bağı
kurmağa çalışırmış.
Ayrıca yazmak bir dolma-boşalma olayı olduğu için, kişi
sürekli okumalıdır. Önce yerel yazarları, sonra evrensel
yazarları okuyup, ufkunu zenginleştirmek zorundadır.
Yazma olayı, yetenek, iş disiplini, gözlem gücü ve
çalışmakla ortaya çıkar. Tek başına yetenek yetmez.
Yetse bile, bu bir anlık yanıp sönen ışığa benzer.
Süreklilik ve yılmadan çalışmak gerekir. Bunları göze
alıp, yazmağa koyulanları alkışlamak istiyorum.”
Etkinliğimizi onurlandırdınız, teşekkür ediyoruz…
Ben teşekkür ederim. Etkinliği düzenleyenleri, emeği
geçenleri kutluyor, katılımcılara ve izleyicilere
saygılarımı sunuyorum. |