MİKROFON KARŞISINDA BİR YAŞAM
İlkokul mezunu bir anneyle, aile
sorunları nedeniyle üçüncü sınıftan sonra okulu bırakmak
zorunda kalan bir babanın ilk çocuğuydu Jülide Gülizar.
Doğum yeri Adana. Ama çocukluk yılları hep İzmir ya da
Bursa’da doğmuş olmayı düşleyerek geçti. Nedenini
bilmiyordu; bu özlemini sık sık söylediği bir yalanla
bastırmaya çalıştı: Doğum yerini soranlara yanıt
vermeden önce, çevresini gözleriyle şöyle bir tarayıp
tanıdığı biri bulunmadığını anladığında, dilinin ucuna
bu iki ilden hangisi gelirse onu söyler, gerçekten o
ilde doğmuş gibi sevinirdi.
Evet, doğum yeri Adana. Ama bırakın İzmir’i, Bursa’yı,
nüfus kaydına “Adana” bile yazılmamış! Köylülüğe meraklı
olan babası, Gaziantep’in Nizip ilçesinin bir köyünü
göstermiş doğum yeri olarak: Şihavi adlı köyü… Şimdi
Gaziantep’te böyle bir köy yok.
Nigâr Göksan onu dünyaya getirdiğinde 17 yaşındaydı.
Yani anne değil, bir “çocuk anne”. Evde bir anneanne
vardı, bir de onun annesi “Koca Nine”! Jülide’nin
bakımını doğal olarak onlar üstlenmiş, annesine de bir
taşbebekle oynar gibi onunla oynamak kalmıştı. Bu
oyunlar arasında öne çıkan, önce onu konuşturma çabaları
olmuş, ardından da bu bebeğe şiirler ezberletmek
gelmişti.
Annesinin çabaları boşa gitmemişti: Daha 9 aylıkken 2-3,
hatta 3-4 sözcükten oluşan cümlelerle konuşmaya
başlamıştı Jülide. Üç yaşına geldiğinde ise ezberlediği
şiirleri okumaya başlamıştı:
“Annemin pembe yüzü / Hastalıkla solmasın / O güzel
gözlerine / Acı yaşlar dolmasın”…
Ya da:
Salkım salkım inciyim / Güzellikte birinciyim / Eğer
beni sorarsanız / Asker Kemal’in kızıyım…
Ve bir başkası:
Vatanıma göz dikenin gözlerini oyarım!
Bu şiirleri ezberleyince yaptığı ilk iş, sokağa çıkıp
gelen geçeni çevirerek onları okumak olurmuş.
Annesi, her yönüyle ve her zaman çağdaş bir “Cumhuriyet
kadını”ydı. Elbette Güneydoğu’nun, öğrenim durumunun,
bulunduğu çevrenin ve yaşadığı dönemin elverdiği ölçüde…
Babasına gelince, bir yanıyla son derece çağdaş,
ilericiydi… Örneğin şapka devrimi yapıldığında,
Türkiye-Suriye sınırındaki bir kasaba olan Cerablus’ta
(bugünkü adı Karkamış) karısının başını zorla açtıran
ilk erkek ve bu konuda uzun süre direnen tek erkek
oluşuyla bilinirdi. Bir yanıyla da, inanılmayacak ölçüde
geri düşüncelerle doluydu: Örneğin, Jülide ilkokulu
bitirdiğinde, “okuyan kızlar erkeklere mektup yazar”
gerekçesiyle onu okutmak istememişti. Dahası, okumanın
yolunu aynı düşünceler doğrultusunda iki kez daha
kesmeye kalkışmıştı. Bu üç engel de Jülide’nin ve
annesinin direnişiyle aşıldı. O nedenle Jülide Gülizar
“bugünümün mimarı annemdir” der. Yine o nedenle çocukluk
yılları hep babasına kırgınlık duyarak geçmişti.
Kırgınlık… Ne zamana kadar?
Liseyi bitirdiği zaman, önüne çıkan bazı engeller
nedeniyle Ankara’dan ayrılmak zorunda kalınca, tek
çözümün babasının Ankara’ya atanması olduğu anlaşılan
güne kadar… Babası, bir küçük memur aylığıyla gözünü
kırpmadan Ankara’da yaşamla boğuşmak zorunda kalmayı
göze alıp bu çözüme evet dediğinde, içindeki
kırgınlıktan “k” harfi bile kalmamıştı Jülide’nin.
Babası sonraları bu “Evet”in nedenini şöyle anlatmıştı:
“Kızım, bu noktaya kadar geldin, seni bu noktada
bırakmak olmaz. Ne yapıp edeceğiz, seni sonuna kadar
okutacağız”!
Ve bir şeyler yapıp ettiler. Örneğin annesi, küçük
yerlerde yaptığı mahalle terziliğini geliştirip harıl
harıl dikiş dikerek… Babası, memuriyetten arda kalan
zamanlarında, yani geceleri ve cumartesi-pazar günleri,
dışarıda ufak tefek işler yaparak Jülide’yi ve iki
kardeşini üniversite dâhil, sonuna kadar okuttu.
Jülide, yaşam öyküsünde önemli ya da özel hiçbir şey
olmadığını söyler. Ona göre, son derece yalın, dümdüz
bir öykü…
Onun kuşağı, gelenek-görenek-töre üçgeninde sıkışmış bir
yaşamla büyüdü. Bu sözleri, kız olsun erkek olsun, o
dönemin bütün gençleri için söylemek olanaklı. Ama bu
bastırılmış-kıstırılmış yaşamın en büyük acısını kız
çocukları çekti. Çoğunun annesi-babası “dayak cennetten
çıkmadır” özdeyişine göre yetiştirildiği ve başka bir
eğitim yolu tanımadığı için, onlar da çocuklarını aynı
yöntemle büyüttüler. Bu sıkıştırılmış, bu dayaklı yaşam
nedeniyle Jülide yalnız kendi annesine babasına değil,
bütün anne-babalara kırgındı. Yetişkin bir yaşa
geldiğinde, onların eğitim koşullarını, kültür
düzeylerini, yaşadıkları yer ve dönem açısından
değerlendirebildiği zaman birçok şeyi anladı ve onları
affetti.
İdeali öğretmen olmaktı. Fransızca ya da edebiyat
öğretmeni… Ama ailede liseyi bitiren ilk kız çocuğu
olduğu için, fakülte seçimi çok önemli bir sorun gibi
gözüküyordu. Kendisinin dışında herkese “Bizim kız
liseyi bitirdi, hangi fakülteye gitsin?” diye soruldu.
Herkesten gelen yanıt hemen aynı yoldaydı:
“Çenesi düşüktür, avukat olsun!”
Jülide’nin hafif kabadayı ruhu bu baskıyı kabul etmezdi,
ama geçen yıllar içinde, kız çocukların okumasıyla
ilgili görüşleri 180 derece değişmiş olan, kızının
üniversitede okuyabilmesi için her türlü olumsuz koşulu
göğüslemeyi göze alan babasına nankörlük etmek
istemiyordu. Oysa öğretmenlik için bütün koşulları
hazırlamıştı. Örneğin, öğrencilerini sınavla alan
Fransız Filolojisi’nin sınavına aileden gizli olarak
girmiş ve birinci olmuştu. Nankörlük yapmamak duygusu
ağır basınca, her şeyin üstüne bir çizgi çekip Hukuk
Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. Elbette kolay olmadı bu.
İçi yanıyordu. Duygularını belli etmekten kaçındığı
için, ancak geceleri yatağa girince ağlayabiliyordu.
Bundan sonra yapılması gereken, bir an önce kurtulmak
için bu fakülteyi dört yılda bitirmekti.
Şiir dünyasına, annesinin ezberlettikleriyle henüz üç
yaşındayken girmişti. 13’ünde şiirler yazmaya başladı,
dönemin hemen bütün gençleri gibi. Hukuk Fakültesi’nde
şiirleri çeşitli dergilerde yayımlanıyordu. Zaten
fakültedeki asıl uğraşı buydu. Biraz kendi çabalarıyla,
ama daha da çok şansının yüzüme biraz daha fazla
gülmesiyle, dördüncü yılın sonunda Hukuk Fakültesi
bitti.
Şu gördüğünüz fotoğraf “Avukat Jülide”… Avukatlığı bir
buçuk davalık… Bir boşanma davasını, tarafları boşatarak
tamamlayan, bir ceza davasını da yarıda bırakan Jülide…
Şimdi gördüğünüz de şiirlerini topladığı kitap… “Küçük
Balıklar”.
Bir üçgenin ortasında ağlayabilsem -Bütün Öklit’lere ve
Tales’lere inat
İki doğru çizsem birbirine dik- Kesişmeseler
Bir beyazın ortasında ağlayabilsem. Bütün yeşillere inat
Bir elmayı koparıp atsam dalından –Düşmese
Bir çizgiden ağaç yapsam –Kırmızı
Bir noktadan deniz yaratsam –Siyah
Bir buğday tanesine aldansam yine –Kovulmasam
Bir toplumun ortasında sevişsek –Bütün insanlara ve
kurallara inat.
Sonraları, yaşam boyu uğraşı olacak mesleğe ilk adımını
lise son sınıftayken, Ankara Radyosu’nda dinleyici
önünde yapılan ilk programda şiirler okuyarak attı. Her
defasında önce ünlü şairlerimizden, sonra da kendi
yazdıklarından birkaç şiir okuyordu. Bu durum,
üniversite yıllarında da aralıklarla sürdü.
Sonra gün geldi, devran döndü, açılan bir sınavı
kazanarak Ankara Radyosu’nun spikeri oldu. 1970’de ise
öteki üç hanım arkadaşıyla birlikte televizyonun ilk
hanım spikerleri olarak ekranlardaydı.
30 yıllık TRT yaşamında spiker, programcı, naklen
yayıncı, röportajcı olarak, radyonun ve televizyonun her
kanalında çalıştı. Yaşamının bundan sonrasında hep TRT
yer alıyordu. Bundan sonrasında ya bir mikrofon
önündeydi ya da elinde hep bir mikrofon vardı. TRT’nin
“yanında-önünde” olmadığı zamanlarda da,
gerçekleştiremediği çocukluk ideali öğretmenlik vardı.
Ortaokul, lise, üniversite kürsülerinde, çeşitli
kurslarda verdiği derslerle öğretmen olmanın sevincini,
doyumunu yaşadı.
30 yıl… Gecesi gündüzüne karışmış… Cumartesi-pazar’ı,
tatili-bayramı olmayan… Bir asker gibi her an göreve
hazır. Bir sporcu gibi her an formda olması gereken bir
yaşam… Yine her anı, aklınıza bile gelmeyen
sürprizlerle, heyecanlarla dolu. Acılarla, sevinçlerle,
hüzünlerle, keyiflerle, sıkıntılarla ve benzeri
duygularla her zaman iç içe bir yaşam. Her anı bir başka
güzel. Ama insanın severek yaptığı bir görevde hiç, ama
hiç yorulmadığını, yorulmayacağını bu meslekte öğrendi.
Spikerlik yaşamına, 12 Eylül’den birkaç ay sonra, iki
yıldır çok severek yaptığı ve insanlarımızın baş tacı
ettiği “Bir Konu Bir Konuk” programıyla, tam da
zirvedeyken son verdi. O günden bu yana, yönetici ya da
konuşmacı olarak katıldığı panellerle, bazı programlarda
yaptığı sunumlarla, kurslarda ve derslerde genç
meslektaşlarına aktardığı bilgilerle, mesleğini bir
başka biçimde sürdürdü.
Şu andaki durağı, Başkent Üniversitesi kuruluşu olan
“Kanal B”.
Bu gördükleriniz, son yıllarda yazdığı kitaplar…
Jülide Gülizar şöyle der: “Sık sık düşünürüm, önce
radyoda, sonraları televizyonda geçen yıllarımın bana
kazandırdıklarını… Böyle bir mesleğim olmasaydı ben
ülkemi bir uçtan öteki uca tanıyabilir miydim? Özellikle
Doğu’yu ve Güneydoğu’yu? Örneğin, gecenin sabaha değdiği
anda Nemrut’ta güneşin doğuşunu, Van Gölü’nde batışını…
Mardin’in taş oyması harikalarını… Taa Rus sınırına
kadar Kars’ı, Ani Harabeleri’ni… Erzurum’un Çifte
Minarelerini… Yalçın kayalıkların oluşturduğu çanağın
içindeki Hakkari’nin vahşi güzelliğini… Ve daha
nicelerini… Bütün bu güzellikleri yudum yudum içebilir,
nefes nefes içime çekebilir miydim? Dahası, giderek
artan bir merakla sarıldığım sendikacılık konusundaki
bilgilerimi ABD’de üç ay süren bir eğitimle
geliştirebilir miydim?
Sözün özü, bir sınır kasabasının çocuğundan Jülide
Gülizar’a dönüşebilir miydim? ...”
|