Aralık 2005, Kanal B Stüdyosu, Jülide Gülizar ve Prof. Mehmet Haberal'la

 
   
 

MİKROFON KARŞISINDA BİR YAŞAM[1]

                İlkokul mezunu bir anneyle, aile sorunları nedeniyle üçüncü sınıftan sonra okulu bırakmak zorunda kalan bir babanın ilk çocuğuydu Jülide Gülizar.

Doğum yeri Adana. Ama çocukluk yılları hep İzmir ya da Bursa’da doğmuş olmayı düşleyerek geçti. Nedenini bilmiyordu; bu özlemini sık sık söylediği bir yalanla bastırmaya çalıştı: Doğum yerini soranlara yanıt vermeden önce, çevresini gözleriyle şöyle bir tarayıp tanıdığı biri bulunmadığını anladığında, dilinin ucuna bu iki ilden hangisi gelirse onu söyler, gerçekten o ilde doğmuş gibi sevinirdi.

Evet, doğum yeri Adana. Ama bırakın İzmir’i, Bursa’yı, nüfus kaydına “Adana” bile yazılmamış! Köylülüğe meraklı olan babası, Gaziantep’in Nizip ilçesinin bir köyünü göstermiş doğum yeri olarak: Şihavi adlı köyü… Şimdi Gaziantep’te böyle bir köy yok.

Nigâr Göksan onu dünyaya getirdiğinde 17 yaşındaydı. Yani anne değil, bir “çocuk anne”. Evde bir anneanne vardı, bir de onun annesi “Koca Nine”! Jülide’nin bakımını doğal olarak onlar üstlenmiş, annesine de bir taşbebekle oynar gibi onunla oynamak kalmıştı. Bu oyunlar arasında öne çıkan, önce onu konuşturma çabaları olmuş, ardından da bu bebeğe şiirler ezberletmek gelmişti.

Annesinin çabaları boşa gitmemişti: Daha 9 aylıkken 2-3, hatta 3-4 sözcükten oluşan cümlelerle konuşmaya başlamıştı Jülide. Üç yaşına geldiğinde ise ezberlediği şiirleri okumaya başlamıştı:

“Annemin pembe yüzü / Hastalıkla solmasın /  O güzel gözlerine / Acı yaşlar dolmasın”…

Ya da:

Salkım salkım inciyim / Güzellikte birinciyim / Eğer beni sorarsanız / Asker Kemal’in kızıyım…

Ve bir başkası:

Vatanıma göz dikenin gözlerini oyarım!

Bu şiirleri ezberleyince yaptığı ilk iş, sokağa çıkıp gelen geçeni çevirerek onları okumak olurmuş.

Annesi, her yönüyle ve her zaman çağdaş bir “Cumhuriyet kadını”ydı. Elbette Güneydoğu’nun, öğrenim durumunun, bulunduğu çevrenin ve yaşadığı dönemin elverdiği ölçüde…

Babasına gelince, bir yanıyla son derece çağdaş, ilericiydi… Örneğin şapka devrimi yapıldığında, Türkiye-Suriye sınırındaki bir kasaba olan Cerablus’ta (bugünkü adı Karkamış) karısının başını zorla açtıran ilk erkek ve bu konuda uzun süre direnen tek erkek oluşuyla bilinirdi. Bir yanıyla da, inanılmayacak ölçüde geri düşüncelerle doluydu: Örneğin, Jülide ilkokulu bitirdiğinde, “okuyan kızlar erkeklere mektup yazar” gerekçesiyle onu okutmak istememişti. Dahası, okumanın yolunu aynı düşünceler doğrultusunda iki kez daha kesmeye kalkışmıştı. Bu üç engel de Jülide’nin ve annesinin direnişiyle aşıldı. O nedenle Jülide Gülizar “bugünümün mimarı annemdir” der. Yine o nedenle çocukluk yılları hep babasına kırgınlık duyarak geçmişti.

Kırgınlık… Ne zamana kadar?

Liseyi bitirdiği zaman, önüne çıkan bazı engeller nedeniyle Ankara’dan ayrılmak zorunda kalınca, tek çözümün babasının Ankara’ya atanması olduğu anlaşılan güne kadar… Babası, bir küçük memur aylığıyla gözünü kırpmadan Ankara’da yaşamla boğuşmak zorunda kalmayı göze alıp bu çözüme evet dediğinde, içindeki kırgınlıktan “k” harfi bile kalmamıştı Jülide’nin. Babası sonraları bu “Evet”in nedenini şöyle anlatmıştı:

“Kızım, bu noktaya kadar geldin, seni bu noktada bırakmak olmaz. Ne yapıp edeceğiz, seni sonuna kadar okutacağız”!

Ve bir şeyler yapıp ettiler. Örneğin annesi, küçük yerlerde yaptığı mahalle terziliğini geliştirip harıl harıl dikiş dikerek… Babası, memuriyetten arda kalan zamanlarında, yani geceleri ve cumartesi-pazar günleri, dışarıda ufak tefek işler yaparak Jülide’yi ve iki kardeşini üniversite dâhil, sonuna kadar okuttu.

Jülide, yaşam öyküsünde önemli ya da özel hiçbir şey olmadığını söyler. Ona göre, son derece yalın, dümdüz bir öykü…

Onun kuşağı, gelenek-görenek-töre üçgeninde sıkışmış bir yaşamla büyüdü. Bu sözleri, kız olsun erkek olsun, o dönemin bütün gençleri için söylemek olanaklı. Ama bu bastırılmış-kıstırılmış yaşamın en büyük acısını kız çocukları çekti. Çoğunun annesi-babası “dayak cennetten çıkmadır” özdeyişine göre yetiştirildiği ve başka bir eğitim yolu tanımadığı için, onlar da çocuklarını aynı yöntemle büyüttüler. Bu sıkıştırılmış, bu dayaklı yaşam nedeniyle Jülide yalnız kendi annesine babasına değil, bütün anne-babalara kırgındı. Yetişkin bir yaşa geldiğinde, onların eğitim koşullarını, kültür düzeylerini, yaşadıkları yer ve dönem açısından değerlendirebildiği zaman birçok şeyi anladı ve onları affetti.

İdeali öğretmen olmaktı. Fransızca ya da edebiyat öğretmeni… Ama ailede liseyi bitiren ilk kız çocuğu olduğu için, fakülte seçimi çok önemli bir sorun gibi gözüküyordu. Kendisinin dışında herkese “Bizim kız liseyi bitirdi, hangi fakülteye gitsin?” diye soruldu. Herkesten gelen yanıt hemen aynı yoldaydı:

“Çenesi düşüktür, avukat olsun!”

Jülide’nin hafif kabadayı ruhu bu baskıyı kabul etmezdi, ama geçen yıllar içinde, kız çocukların okumasıyla ilgili görüşleri 180 derece değişmiş olan, kızının üniversitede okuyabilmesi için her türlü olumsuz koşulu göğüslemeyi göze alan babasına nankörlük etmek istemiyordu. Oysa öğretmenlik için bütün koşulları hazırlamıştı. Örneğin, öğrencilerini sınavla alan Fransız Filolojisi’nin sınavına aileden gizli olarak girmiş ve birinci olmuştu. Nankörlük yapmamak duygusu ağır basınca, her şeyin üstüne bir çizgi çekip Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. Elbette kolay olmadı bu. İçi yanıyordu. Duygularını belli etmekten kaçındığı için, ancak geceleri yatağa girince ağlayabiliyordu. Bundan sonra yapılması gereken, bir an önce kurtulmak için bu fakülteyi dört yılda bitirmekti.

Şiir dünyasına, annesinin ezberlettikleriyle henüz üç yaşındayken girmişti. 13’ünde şiirler yazmaya başladı, dönemin hemen bütün gençleri gibi. Hukuk Fakültesi’nde şiirleri çeşitli dergilerde yayımlanıyordu. Zaten fakültedeki asıl uğraşı buydu. Biraz kendi çabalarıyla, ama daha da çok şansının yüzüme biraz daha fazla gülmesiyle, dördüncü yılın sonunda Hukuk Fakültesi bitti.

Şu gördüğünüz fotoğraf “Avukat Jülide”… Avukatlığı bir buçuk davalık… Bir boşanma davasını, tarafları boşatarak tamamlayan, bir ceza davasını da yarıda bırakan Jülide…

Şimdi gördüğünüz de şiirlerini topladığı kitap… “Küçük Balıklar”.

 

Bir üçgenin ortasında ağlayabilsem -Bütün Öklit’lere ve Tales’lere inat

İki doğru çizsem birbirine dik- Kesişmeseler

Bir beyazın ortasında ağlayabilsem. Bütün yeşillere inat

Bir elmayı koparıp atsam dalından –Düşmese

Bir çizgiden ağaç yapsam –Kırmızı

Bir noktadan deniz yaratsam –Siyah

Bir buğday tanesine aldansam yine –Kovulmasam

Bir toplumun ortasında sevişsek –Bütün insanlara ve kurallara inat.

 

Sonraları, yaşam boyu uğraşı olacak mesleğe ilk adımını lise son sınıftayken, Ankara Radyosu’nda dinleyici önünde yapılan ilk programda şiirler okuyarak attı. Her defasında önce ünlü şairlerimizden, sonra da kendi yazdıklarından birkaç şiir okuyordu. Bu durum, üniversite yıllarında da aralıklarla sürdü.

Sonra gün geldi, devran döndü, açılan bir sınavı kazanarak Ankara Radyosu’nun spikeri oldu. 1970’de ise öteki üç hanım arkadaşıyla birlikte televizyonun ilk hanım spikerleri olarak ekranlardaydı.

30 yıllık TRT yaşamında spiker, programcı, naklen yayıncı, röportajcı olarak, radyonun ve televizyonun her kanalında çalıştı. Yaşamının bundan sonrasında hep TRT yer alıyordu. Bundan sonrasında ya bir mikrofon önündeydi ya da elinde hep bir mikrofon vardı. TRT’nin “yanında-önünde” olmadığı zamanlarda da, gerçekleştiremediği çocukluk ideali öğretmenlik vardı. Ortaokul, lise, üniversite kürsülerinde, çeşitli kurslarda verdiği derslerle öğretmen olmanın sevincini, doyumunu yaşadı.

30 yıl… Gecesi gündüzüne karışmış… Cumartesi-pazar’ı, tatili-bayramı olmayan… Bir asker gibi her an göreve hazır. Bir sporcu gibi her an formda olması gereken bir yaşam… Yine her anı, aklınıza bile gelmeyen sürprizlerle, heyecanlarla dolu. Acılarla, sevinçlerle, hüzünlerle, keyiflerle, sıkıntılarla ve benzeri duygularla her zaman iç içe bir yaşam. Her anı bir başka güzel. Ama insanın severek yaptığı bir görevde hiç, ama hiç yorulmadığını, yorulmayacağını bu meslekte öğrendi.

Spikerlik yaşamına, 12 Eylül’den birkaç ay sonra, iki yıldır çok severek yaptığı ve insanlarımızın baş tacı ettiği “Bir Konu Bir Konuk” programıyla, tam da zirvedeyken son verdi. O günden bu yana, yönetici ya da konuşmacı olarak katıldığı panellerle, bazı programlarda yaptığı sunumlarla, kurslarda ve derslerde genç meslektaşlarına aktardığı bilgilerle, mesleğini bir başka biçimde sürdürdü.

Şu andaki durağı, Başkent Üniversitesi kuruluşu olan “Kanal B”.

Bu gördükleriniz, son yıllarda yazdığı kitaplar…

Jülide Gülizar şöyle der: “Sık sık düşünürüm, önce radyoda, sonraları televizyonda geçen yıllarımın bana kazandırdıklarını… Böyle bir mesleğim olmasaydı ben ülkemi bir uçtan öteki uca tanıyabilir miydim? Özellikle Doğu’yu ve Güneydoğu’yu? Örneğin, gecenin sabaha değdiği anda Nemrut’ta güneşin doğuşunu, Van Gölü’nde batışını… Mardin’in taş oyması harikalarını… Taa Rus sınırına kadar Kars’ı, Ani Harabeleri’ni… Erzurum’un Çifte Minarelerini… Yalçın kayalıkların oluşturduğu çanağın içindeki Hakkari’nin vahşi güzelliğini… Ve daha nicelerini… Bütün bu güzellikleri yudum yudum içebilir, nefes nefes içime çekebilir miydim? Dahası, giderek artan bir merakla sarıldığım sendikacılık konusundaki bilgilerimi ABD’de üç ay süren bir eğitimle geliştirebilir miydim?

Sözün özü, bir sınır kasabasının çocuğundan Jülide Gülizar’a dönüşebilir miydim? ...”

[1] Jülide Gülizar’ın Yaşam Öyküsü, Kanal B, 15 Mart 2011.