28.09.2005 3.Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri, Ahmet OKTAY, Selim ESEN

 
   
 

SELİM ESEN’İN “AÇIK ÇEKMECE”SİNDEN ÇIKAN ANILAR
Oğuz Tümbaş[1]

 

Belleğinde birikmiş anılar vardır. Yaşanan her olayın üstünden zaman geçince an’lar belleğe yazılır; küllenen, sisler içinde kalan, kimi kez unutulan, yeri zamanı gelince anımsanan anılar… Açarız bellek kutusunu arada bir; tozunu alırız yeniden.

Selim Esen’i bilir misiniz? Benim için özel birisidir, TRT’ye adım attığım 74 yılının sonlarında kurs öğretmenim, daha sonra habercilik görevimde iş arkadaşı, ağabey, usta gazeteci, yönetici… “Atatürk ilkeleriyle” büyümüş, “Cumhuriyetin kazanımlarına yürekten bağlı” bir yurttaş… “Ben gazeteci kökenliyim. Olaylara öncelikle haberci kimliğimle bakıyorum. Toplum neye duyarlı, hangi konuda aydınlatılmayı bekliyor sezebiliyorum.

Yazılarımda haber dili kullanırım. Kısa ve öz, anlaşılır. “Ne? Nedir? Niçin? Nasıl? Nerede? Ve Kim?” sorularına yanıt arayan bir kurgu izlerim.”[2]

Selim Esen daha önce Kendileri adlı söyleşiler seçkisinden sonra bu kez Açık Çekmece’den çıkardığı sözlerle, anılarla, gazeteci kimliğinin gözlem gücü, derlediği bilgilerle bir “anı-biyografi” kitabı oluşturmuş. Ankara’da çocukluğunu, ailesini, aile çevresini, komşularını anlatırken, özellikle son sözünü Ankara’da yaşayanlara getirip “aynı olayları belki birbirimizden habersiz, birlikte yaşadık; aynı mekânlarda bulunduk, aynı havayı soluduk.” Diyerek kendi sesiyle, soluğuyla, anlatımıyla çekmeceyi açmış. Bir bakıma o günleri yaşayanlarla duygudaş davranmış. Açık Çekmece’de[3].

Ahmet Say “Kitap üstüne birkaç söz”ünde yıllardır tanıdığı, duyarlıklarına ortak ettiği dostu Selim Esen için “Alışılmışın ötesinde bir anı kitabıdır elinizdeki” diyor. Bu saptamaya katılmamak olanaksız. “Renkli bir olaylar akışını, dallı güllü bir kumaş gibi önünüze seriyor; yeri gelince de kumaşı katlayıp kaldırıyor, bir bakıyorsunuz, kitabın son sayfasına gelivermişsiniz…” Benim için de aynen böyle oldu. Bir baktım 245 sayfanın sonuna gelmişim…

1943 yılında Ankara’da doğan, yaşamı Ankara’yla özdeşleşen bir başkentlidir Selim Esen. Babası ünlü hukukçu, öğretim üyesi Profesör Bülent Nuri Esen’in oğlu. İzmirli. Annesi Selanik’in Karaferye köyünden Türkan Hanım. Esen, çekmeceyi açınca, Ankara’nın 1940’lı, 50’li yüzünü gösteriyor bize. Ulus semti, Atatürk Anıtı, İstanbul Pasta Salonu, Akman, Özen Pastanesi, şekerci Hacı Bekir ve Osman Nuri, Karpiç, İkinci Meclis binası, Belvü Palas bir filmi izler gibi geçip gidiyor gözümüzün önünden. Araya giren Orhan Veli, Ümit Yaşar, Edip Cansever dizeleriyle merhaba diyor gönüllerimize.

Radyo ile ilgili anlattıklarını okurken, kasabada, kentte yeri seçkin ve saygın radyolu günlerimizi anımsama fırsatı veriyor Selim Esen. Çünkü evimizin başköşesinde yer alan, dantelli örtülerle özene bezene korunan “radyonun bir ruhu, gizli bir güzelliği vardır” o zamanlar. “Tiyatroyu, şiiri, radyoda sevdik. Bayramları, acıları, sevinçleri, futbolu ve ihtilalları, hep radyo ile yaşadık. O, bizim masal kutumuz, arkadaşımız, can dostumuzdu…” (s.55)

Sayfaları birer birer geçerken, bugün de kendinden söz ettirmeyi başaran, adı kirli bir yüzle karşılaşıyorsunuz, Hüseyin Üzmez… 18 yaşındayken Vatan Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yalman’a düzenlediği suikast haberini, hapisliğini, etkilendiği kişileri, gerici, aymaz düşüncelerini, sözlerini anımsatıyor Esen. İlençle anıyorsunuz onu.

Ama Nazım Hikmet’in yurt dışına kaçışıyla ilgili bilgileri tazelerken, ne çok özlüyorsunuz resmini, şiirlerini, yaşamını, kişiliğini, eylemlerini, onurlu duruşunu, sözünü, söylemini…

1950’li karabasan yılların olaylarını, resmi tarih bilgilerimizin yanılgısını, yanlışını Selim Esen’in anlatımıyla yaşarken de hüzünleniyorsunuz. Örneğin Kore Savaşı yıllarını okurken, şaşırıp kalıyorsunuz bir kez daha: “Güçlüdür Amerika. Alay eder, küçümser ama gerçek budur… NATO’ya alma karşılığında bizi Kore’ye göndermiştir. Anavatan’dan binlerce kilometre uzakta, bir başka milletin topraklarını korumak adına binlerce şehit vermişizdir. (…) Türkiye kaybettikçe Amerika bizi övmüştür. Kore’de 721 vatan evladını toprağa gömdüğümüzde de öyle olmuştu.” (s.79)

Yılları ve sayfaları değiştirirken Selim Esen’in de yakın çevresini, arkadaşlarını tanımaya başlıyoruz 1950’li yılların ortalarında. O yılların Ankara’sının gözde semti Bahçelievler semtinde ünlüler oturur. Kasım Gülek, İsmail Rüştü Aksal, Hıfzırahman Raşit Öymen, oğulları Altan ve Örsan Öymen, Orgeneral Salih Omurtak, Orgeneral Fahrettin Altay… Esen’in mahalle arkadaşları ise Emin Çölaşan, Uğur Mumcu, Doğu Perinçek, Zülfü Livaneli’dir.

DP’li yıllar baskıcı ağırlığını arttırırken yaşanan olayların çirkinlikleri, tatsızlıkları da artar. 6-7 Eylül 1955’in İstanbul Beyoğlu’nda yaşanan talan günleri, yağma ve yıkım anları yaşanır. Ama 19 Mayıs 1957’de Varşova’da oynan ve Halit Kıvanç’ın radyodan anlattığı Türkiye-Polonya maçını da unutmaz Selim Esen. Futbolu güçlü Polonya karşısında o gün 1-0 kazanır maçı. Sıkıntılı, kederli, acımasız günler içinde bir ışık, aydınlık, umut, coşku zamanıdır araya giren.

1957 seçimlerini ben de anımsıyorum. Kasabada ancak radyomuzdan dinleyebildiğim, iktidarın izin verdiği oranda haberlerle bilgileniyorduk olandan bitenden. Babam sıkı bir CHP’liydi. İyi bir ajans haberleri dinleyicisiydi. Evde konuşulanlardan, yorumlardan algılamaya çalışırdım o DP yıllarını, Vatan Cephesi safsatalarını… “Cephe olayı dallandı budaklandı, zavallıca bir komiklik haline geldi. Çok geçmeden ‘Radyo Haber Bültenlerini Dinlemek İstemeyenler’ adlı bir dernek kuruldu. Dernek, radyo yönetimine dava açtı. (…) 1460 gazeteci yargılandı, onların 577’si mahkûm oldu.” (s.138)

1950’li yılların sonuna doğru 1 Mart 1958’de öğrencilerle dolu batan Üsküdar vapuru olayını, rock’n rol fırtınasını, zamanın moda şarkılarını, ünlü şarkıcı Sevim Tuna’nın yaşadığı Bent deresi anısını, Sülün Osman olayını da Esen’in anlatımıyla anımsadıktan sonra, 27 Mayıs 1960 devrimine giden süreci de yaşamaya başlıyoruz.

Esen’in de tanık olduğu, yaşadığı 555K olayını onun ağzından dinliyoruz: “Kızılay Meydanı’na doğru yürürken, ‘Geliyor! Geliyor!’ sesleri yükseldi. Koştuk, Başbakan Adnan Menderes ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı taşıyan araç, bize haber veren gençler tarafından çevrilmiş, çeşitli sloganlarla protesto ediliyordu. Menderes, arabasından çıktı. Saçları dağılmış, kravatı yana kaymıştı. Göğsünü öğrencilere çevirdi: ‘Öyleyse, öldürün beni!’ diye bağırdı. Öğrenciler, ‘Seni öldürmek istemiyoruz. Sadece, istifa et’ yanıtını verdiler.” (s.160)

  Yakın tarihimizin bu hüzünlü olaylarını 17 yaşındaki genç Selim Esen’in ağzından, onun tanıklığı, gözlemi ve anlatımıyla bir kez daha yaşıyoruz. Göreceli özgürlük dönemleri, Ankara’nın Piknik, Kızılay, Goralı günleri, ünlü Yön Dergisi hareketi de bu süreçte belleğimizi dalgalandırıyor.

Ankaralı Edebiyatçılar unutulur mu hiç? Ataç, Sabahattin Ali, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Cahit Külebi, İlhan Berk, Can Yücel, Dıranas, Gülten Akın, Tahsin Saraç, Ceyhun Atuf Kansu ve daha sonrasında çok sayıda yazar, şair, sanatçı Ankara’da tanındılar, ürünleri verdiler. Selim Esen onları da unutmamış, iz bıraktıkları pastanelere, meyhanelere değinmiş. Sonra da bir eksikliğin burukluğu içinde şu sözleri etmiş: “… Koca şehir Ankara, sen kalk, bu kadar değeri bir arada tut da, bunlardan hiç birisinin büstünü olsun bir köşeye koyma…” Doğru söze ne denir, şapka çıkarılır; ama umursamayan, bu dilekleri yaşama geçirmeyen yerel yöneticileri, ilgilileri de merak eder dururuz hüzünle.

İşte 1940’lı yıllarla başlayan, 50’li yıllarda yoğunlukla yaşanan olaylar 1960’lı yılların başına değin böyle biçimleniyor Selim Esen’in kaleminde. Kitabın sonunda Selim Esen’in babası Bülent Nuri Esen’in yazdığı mektup ve son birkaç sözle bitiriyor kitabını. Bize de heyecanla okumak düşüyor Açık Çekmece’yi.

[1] Çini Kitap,

[2] Anafilya Sanat Site Dergisi Mart 2008, sayı 81, Erol Ars’ın Selim Esen’le yaptığı söyleşi.

[3] Açık Çekmece, Selim Esen, Evrensel Basım Yayın, Anı-Biyografi, İstanbul 2010.