Selim Esen-Ömer Esen, Vancouver-Ekim 1989

 
   
 

ELE AVUCA SIĞMAZ BİRİDİR SELİM ESEN

Celal İlhan[1]

 

 

Değerli Dostlar,

Önümüzdeki kitapla; bir halk deyimine yaslanarak söylemek gerekirse, “Durmuş durmuş, turnayı gözünden vurmuştur.” Yeni kitabı çıkan yazarlara sorulan alışılmış bir soru vardır hani, “Sayın bilmem kim, neden böyle bir kitap yazmak gereksinimi duydunuz derler.” Ben Esen’e tam tersini sormak istiyorum, bu kitabı kaleme almak için bu güne değin neden beklediniz? Kendine göre nedenleri vardır kuşkusuz. Burada, bunlardan da söz ederse sevineceğim. Açık Çekmece’nin mutlu bir başlangıç olduğunu söylerken, Esen’in, erişkinlik dönemiyle, iş yaşamıyla ilgili daha kapsamlı, aydınlatıcı çalışmalarla karşımızı çıkacağından da kuşku duymadığımı belirtmek isterim.

Doğup büyüme Ankaralı dostumuz, ona hakkını vermeyi bir borç bir insani gereklilik olarak görüyor belliki. Yaşadığı yeri-çevreyi yazma sorumluluğunu ciddiye alan bir arkadaşınız olarak; on yıl önce köyümün kitabını yazmış, bundan büyük hoşnutluk duymuş, yazın çevresine ilk adımımı da o yolla atmıştım. On yıl sonra da bunu küçümsememek gerektiğini düşünüyorum. Köy, toplum yaşamının çekirdeği ise ki bence öyledir; onu yazmak, irdelemek, içindeki büğüyü ve cevheri ortaya çıkarmak, özümüzü tanıyabilmenin, kenti anlayabilmenin de ön koşuludur denilebilir.

Esen, bir derviş, bir gezgin gibi dolaşır Ankara’da. Dili alaysı, akıcı ve sevecendir. Bir şeyleri anımsatması, “unutmayın bunları!” diye ısrar etmesi rahatsız etmez okuru. Sevdiğinin unutulmasını kim iste ki. Ankara’yı, şairiyle, yazarıyla, siyasetçisiyle, sokak satıcısıyla ve içinde kendini oluşturduğu okullarıyla seviyor Esen. Ailesine de çok tutkun, annesini babasını ve kardeşlerini hep yanında görüyoruz. Kitabının her sayfasında bu büyük kucaklaşmayı, sevgiyi görür, hissedersiniz.

Sevgi sinmiştir kitabın her sayfasına.

Böylesine sevilmesi, okunması, ses getirmesi ondandır.

Açık Çekmece’nin ön sayfalarından parça parça aldığım bölümlerin, sözünü ettiğim incelikleri, duyarlılıkları nasıl yansıttığını birlikte görelim.

Esen’in, Ankara tanımlaması yabana atılır olmadığı gibi oldukça gerçekçi bir tanımlama. Şöyle diyor Selim Esen,

“Tarih zenginliği, uygarlığı ve kentsel görünümüyle hayranlık uyandıran bir mekândır Ankara. Her semti ayrı bir ki­şilik taşır.

Birçok ünlü şair yazar bu kentte doğmuş-büyümüş sorunlarını, düşüncele­rini, duygularını bu kent de yaşamıştır.

Ünlü aydınlar, bilim adamları, devlet adamları yetişmiştir.

Ankara, hem Büyük Millet Meclisi’ne hem Cumhuriyet’in kuruluşuna gönül vermiş, kucak açmıştır.

Ahmed Arif, Attila İlhan bu kentin çocuklarıdır.

A. Arif, oturduğu mahalleden, “Gecekondularda hava bulanık puslu, Altındağ gökleri kümülüslü…” diye söylenirken, Attila İlhan’ın,

“Ulan Ankara, ben, senin oğlun değil miyim

Kasketimin altında tepeden tır­nağa bozkır,

Gönlümde ıslık ıslık bir türkü çağrılır” diye ünlediğini anımsatır bize.

Esen, “Kale, Hacı Bayram Veli, Vehbi Koç’un bakkal dükkânı buradadır” diyerek sürdürür içtenliğini.

Gözde Şairleri; Cahit Külebi, Cemal Süreya ve Orhan Veli’dir.

‘Cebeci köprülerinin korkulukları,

 Kara boyalı,

 Daha böyle köprüler­den geçersin çok

 Cahit Külebi…’ diye anar ilkini.

Cemal Süreya.

“Ey Ankara

 Ey iyi kalpli üvey ana” dizeleriyle aklında kalmıştır Esen’in.

“Altındağ’da, Mehmet Akif Parkı’nın karşısında, 1600’lerden kalma, bugün de hizmet veren Karacabey Hamamı vardır.

Orhan Veli bir şiirinde bu hamamı ve garip müşterisini şöyle anlatır:

“(…) Lağımcının hamam rüyasıdır

Rüyaların en güzeli

Uzanır yatar göbek taşına

Tellaklar gelir dizilir yanı başına

Biri su döker

Biri sabunlar;

Elinde kese sıra bekler biri

Yeni müşteriler girerken içeri

Lağımcı, pamuklar gibi çıkar dışarı.”

Pek çok şey yazılmış, söylenmiştir Ankara için, ama hâlâ söylenecek söz, çekilecek fotoğraf, yapılacak resimleri vardır bu kentin” diye tamamlar giriş bölümümü.

Kimi zaman da olaylara dışarıdan, uzaktan bir bakışla karşılaşırsınız kitapta.

Dünyanın gidişiyle, kan-revan haliyle ilgilidir bu bakış.

Esen, ilginç bir rastlantıyla başlar değerlendirmesine.

“Yılın, yüz yirmi sekizinci günü, 08 Mayıs 1943’te, bir cumartesi günü doğmuşum” der ve sürdürür:

“Doğduğum mayıs ayı, savaşın Avrupa ve Asya’da en şiddetli ya­şanan dönemi. İnsanlar aklını yemiş gibi. Uygarlık, insanın yaratıcılığı, buluşlar, gelişmeler her şey savaş içinmiş sanki. Fabrikalar hiç durmadan savaş makineleri üretiyor. Dünyaya gözümü açtığım 8 Mayıs 1943 günü Almanlar, beş ölüm makinesi denizaltıyı suya indirmişler. 1940-44 yılları arasında, savaş nedeniyle Nobel edebiyat ödülü de ve­rilememiş.

O günleri çocuk olarak, savaştan habersiz, büyüklerin kaygıla­rından uzak bir düş dünyasında korkusuz yaşamak çok güzel.

1945 yılının 8 Mayıs günü: Hitler Almanya’sının çöküşüne, Fransa’nın kurtuluşuna; Cezayir’e, Fransa eliyle uygulanan soykırıma tanıklık eden çelişkilerle dolu bir gündür. Avrupa’nın derin bir soluk aldığı o gün, Fransa’nın egemenliği altında kalan Cezayir için yas günü olacaktır.

Çocukluğumuzu yaşadığımız o yıllarda, Türkiye’nin başkentinde korku ve açlığın yanı sıra bunlar da konuşuluyordu.”

Babası, ünlü hukukçu Bülent Nuri Esen’in Londra’dan yazdığı mektup var kitabın sonunda, ilginç ayrıntılar taşıyan bir mektup bu. Selim Esene yazılmış. Şöyle bitiyor mektup:

“Anneni üzme, Tanrıya emanet ol oğlum”

Demek oluyor ki Selim, hiçte halim selim bir çocuk değilmiş, yaramaz biriymiş. Şimdiki halinden de belli ya. Açık Çekmece’den bunu da doğrulatmış oluyoruz.

Selim Esen, kitabının sonunda;

“Hep iyi şeyler yazmak, iyi şeyler söylemek isterdim” diye hayıflanır. Hiç gerek yoktur hayıflanmasına. Çok iyi biliriz ki inişi-yokuşu, acısı-tatlısı, gelgitleri vardır yaşamın. Yazarın görevi de bunları bilincinin süzgecinden geçirip, yüreğinin sıcaklığını katarak, olabildiğince yansız bir biçimde geleceğe ve okura aktarmaktan başka şey değildir.

Açık Çekmece’nin yazarı, bunu hakkıyla yapmış ve başarmıştır.


 


[1] Celal İlhan’ın 19 Şubat 2011 günü Kanguru Kültür-Sanat Merkezi’nde yaptığı konuşma. Diğer konuşmacılar Mehmet Aydın ve Can Gazalcı…