15.05.2010, Balıklıbahçe-Ankara, Şemsettin Dermez'le

 
   
 

CADI AVI

 

 

ABD Senatosu, 50 yıl önce anti-komünist Senatör Joseph McCarthy tarafından gerçekleştirilen ve “cadı avı” olarak bilinen soruşturmaların belgelerini geçtiğimiz Mayıs ayında kamuoyuna açıkladı. Soğuk Savaş’ın en gerilimli yıllarında görülen ve ABD’de bu dönemin “McCarthyzim dönemi” olarak anılmasına neden olan davaların soruşturma aşamasında kullanılan “teknikler” de böylelikle gün yüzüne çıkmış oldu.

Soğuk Savaş döneminde, ABD’de başta sanatçılar olmak üzere, “komünizmle bağlantısı olanları” araştırma görevini üstlenen Wisconsin Senatörü McCarthy’nin sorgulamalar sırasında tanıkları “sessiz kalmaları durumunda hapse gireceklerini” söyleyerek tehdit ettiği anlaşıldı. Tanıkların sorgulandığı görüşmelerin 5 bin sayfalık metinlerinin 50 yıl sonra kamuoyuna açıklanmasıyla ortaya çıkan gerçekler, o dönemde estirilen komünizm karşıtı rüzgârların nasıl bir tehdit ve korku zeminine oturduğunu da açığa çıkarttı.

McCarthy’nin başkanlığında “hükümet kurumlarına sızmaya çalışan” komünistleri ortaya çıkarmaya çalışan soruşturma komitesinin, içlerinde Bertolt Brecht, Hans Eisler, Dashiell Hammett, yazar Lillian Hellman, şarkıcı Lena Horne, Paul Robeson, Arthur Miller, Leonard Bernstein, Charlie Chaplin ve Group Tiyatrosu’ndan Arthur Miller, Elia Kazan ve Stella Adler gibi ünlülerin de bulunduğu çok sayıda kişiyi sorguladığı biliniyor. Sorgulamalarda yöneltilen tehditler kimi isimleri, “itirafçılığa” zorlamış ve çoğu zaman söylenecek bir şey olmadığı halde, korku nedeniyle “hayal ürünü” itiraflar yapılmıştı. “Cadı Avı” olarak adlandırılan bu soruşturmalar kapsamında senatör McCarthy’nin şüphesi, sanık ya da tanık konumundaki kişilerin bazılarının işini bazılarının da ününü kaybetmesine neden olmuştu. Sorgulanan kimi kişiler ise yaşamlarını intiharla noktalamışlardı. McCarthy’nin sorguladığı kişiler arasında, devlet memurları, sendikacılar hatta ordu mensupları da bulunuyordu.

Gün ışığına çıkan belgeler içinde besteci Aaron Copland, şair Langston Hughes ve New York Times’tan gazeteci James Reston’un tanıklıklarının yer aldığı belirtiliyor.

   

5 bin sayfalık metinlerin, 50 yıl sonra hala büyük merak uyandıran bir döneme ait bir dizi bilinmeyeni gözler önüne sermesi bekleniyor.

 

Bir dönem Amerikan toplumunun karşısına amansız bir “komünist” avcısı olarak çıkan ve ülkenin en korkulan adamı haline gelen Senatör Joseph McCarthy’i Amerikalı gazeteci John Major’un kaleminden aktaralım...

 

2. Dünya Savaşı sonunda, Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en zengin, en güçlü devleti olmuştu. Amerika’nın üstünlüğünü sadece Sovyetler Birliği tehdit edebilirdi. Bu üstünlük savaşı, 1945’den sonraki yıllarda Amerika’nın sadece dış siyasetini değil, iç siyasetini de etkiledi.

 

Amerika’yı tedirgin edebilecek üç neden vardı: Sovyetler Birliği, ihtilalin gerekliliğini savunan komünist bir devlet, Amerika ise, eskiden beri solcu akımlara düşmanlık beslemiş tutucu bir ülkeydi. İkincisi, komünizm, Amerikan tarihine ve Amerikan “hayat tarzı” na aykırı düşen köksüz bir öğreti olarak görülüyordu. Üçüncüsü de, Rusya, karşı konulması, savaşılması gereken bir devlet olarak kabul ediliyordu. Marksizmin propagandasını yapan, kapitalizmi ortadan kaldırmaya yönelen bu devletin gücü görmezden gelinemezdi.

 

Daha önceki kuşağın yaşadıklarına, deneyimlerine göz atmadan savaş sonrası durumunu anlamak, değerlendirmek olanaksızdır. Amerikan Komünist Partisi, kurulduğu 1919 yılından bu yana büyük bir tehlike olarak kabul edilmiştir. Wilson, 1919-1920 yıllarında, “kızıl tehlike” nin bir hükümet darbesi hazırladığı içinde olduğu varsayımıyla Komünistlere savaş açmıştı. 1924’ten sonra J.Edgar Hoover’ın yönettiği FBI (Federal Araştırma Bürosu), bütün solcuları ve yaşamlarını mercek altına aldı. 1930’larda da, Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Komitesi, totaliterlikle damgaladığı Komünistleri, Faşistleri ve Nasyonal Sosyalistleri denetim işlemini başlattı. Bu “denetleme” 1938’den sonra bir tür “kovalama” halini aldı. Bunun üzerine 1939’da, “sicilli” kimselerin devlet memurluklarına alınmalarını engelleyen bir yasa çıkarıldı.

Amerikalıların çoğu, aynı kuşkuları taşıyordu. Sovyetler Birliği, 1927 yılından beri Amerika Birleşik Devletleri’nde yoğun bir casusluk faaliyetine girişmiş; bunu 2. Dünya Savaşı yıllarında, Washington’la Moskova’nın müttefik olduğu yıllarda bile ara vermeden sürdürmüştü. Sovyetler, Amerikan Komünist Partisi üyelerinin yardımlarından da yararlanıyordu.

Öte yandan, Rusya’ya sempati duyulmasını gerektiren iki önemli neden göze çarpıyordu: İlki, Amerika, 1930’larda tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşarken, Rusya beş yıllık kalkınma planlarını başarıyla yürütüyor; gerek ekonomik gelişme gerekse sosyal haklar açısından onu geride bırakıyordu. İkincisi, 1933’de Almanya’da Hitler’in başa geçmesinden sonra beliren Nazizm tehlikesine karşı dünyayı uyaran ve demokratlarla komünistlerin birleşik bir cephede toplanmaları çağrısını yapan Stalin’di. Her ne kadar 1939 Ağustosunda yapılan Nazi-Sovyet Paktı bu cepheyi bozduysa da 1941’de Almanya’nın önce Rusya ardından Amerika’yla savaşa girmesi aynı cephenin yeniden kurulmasına neden oldu. Savaş son erdiğinde, derin görüş ayrılıklarına karşın, iki devletin bazı noktalarda birleşebilecekleri umuluyordu.

 

1945’den sonra her iki devletin de lider olma hırsı birliktelik umutlarını dağıttı. Amerikalı siyasetçiler komünizmi yakın izlemeye aldılar. Genişletilmiş yetkileriyle Senato, devlet başkanına üstünlük sağlama çabasındaydı. Bir taraftan Komünizm düşmanlığını kullanarak kısa yoldan ün yapmak isteyen siyasetçiler öte yandan, on iki yıllık bir aradan sonra iktidara talip olan Cumhuriyetçiler ağırlıklarını hissettiriyorlardı.

 

Komünizm taraftarı olanlarla anti-komünistler arasındaki çekişme, 2. Dünya Savaşından sonra hızlandı ve anti-komünistlerin üstünlüğüyle sonuçlandı. Komünizme karşı ülke genelinde ilk büyük tepki, 1946’da seslendirildi. Aynı yıl Kanada’da bir Sovyet casusluk örgütü ortaya çıkarılmıştı, seçimler de yaklaşıyordu. Cumhuriyetçiler, Roosvelt döneminde, 1930’larda, devlet yönetimine sızmış “komünistler ve komünist dostlarını temizlemek” amacını taşıdıklarını duyurdular. Başkan Truman da aynı görüşü paylaşarak, Sovyet-Amerikan yakınlaşmasında büyük emeği olan Henry Wallace’ı görevden aldı.

 

Bu arada, iki ülke arasındaki soğuk savaş güçlenerek devam ediyordu. Rusya’yla ilişkiler bozuldukça, anti-komünizm akımı güçleniyordu. 1948’de “Smith Yasası” na dayanılarak Amerikan Komünist Partisi önderleri mahkemeye verildi. Aynı yılın Ağustos ayında da Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Komitesi, savaş sonrasının en ünlü olayına damgasını vurdu. Roosvelt hükümetinin güvenilir adamlarından Alger Hiss’i 1930’larda Komünist Partisi üyesi olmak ve bazı gizli belgeleri Washington’daki Sovyet ajanlarına vermek suçuyla yargılandı. Alger Hiss, bütün suçlamaları reddetmesine rağmen komitenin gazabından kurtulamadı. Hiss’i suçlayanlardan ve daha sonra Amerikan Başkanı olacak olan Richard Nixon ise halk arasında ulusal kahraman ilan edildi.

1949 yılı başlarında Amerika’nın dünyadaki durumu, iki büyük darbeyle sarsıldı. Çin iç savaşında Amerika’nın desteklediği milliyetçiler yenilgiye uğramış ve savaş Pekin’de Komünist rejimin kurulmasına yol açmıştı. Amerika’nın tekelinde bulunan nükleer silah yapımı da, Sovyetler Birliği’nin atom bombası patlatmasıyla eski önemini kaybetmişti. Hiss’in yargılanmasından hemen sonra, ilk Amerikan atom bombasının yapılmasında büyük emeği geçenlerden Klaus Fushs, Rusya’ya gizli bilgi sızdırdığını itiraf etti. İşte bundan sonra McCarthy sahne alacaktı...

McCharty, Senato’ya 1947’de girmiş ve o güne kadar silik kişiliği ile tanınmıştı. Şimdi ise O’nun için, komünizm düşmanlığının bütün nimetlerinden yararlanmanın tam sırasıydı. 1950 Şubatında “Çin’i komünistlerin ellerine terk edenler”e karşı büyük bir saldırı başlattı. Suçlananlar, Amerika’ya birkaç kuşak önce yerleşmiş; eski, köklü ailelerin çocukları, “ağızlarında gümüş kaşıklarla doğanlar” dı. Devlet içindeki önemli görevlerinden yararlanarak ülke çıkarlarına ihanet etmişlerdi. McCharty, nereden bulduğu pek belli olmayan bazı rakamlar öne sürüyordu. Ona göre devletin üst katlarında 81 “hain” vardı, üstelik bunların 57’si “tescilli komünist”ti. Ateşli senatör, devlet memurlarının oluşturduğu 205 kişilik bir listeden söz ediyordu. Söylediklerine bakılırsa, 205 kişinin tamamı Komünist Partisi üyesiydi.

Suçlamalar kesin delillere dayanmıyordu, ama ne önemi vardı bunun. Ülkeyi bir isteri dalgası kaplamış, McCharty de bundan büyük ölçüde yararlanarak ünlü bir kişi haline gelmişti. Senatör, halkın kötümserliğe olan eğilimini kullanarak etkisini beş yıl sürdürdü. Çin’in “kaybına” Çin milliyetçilerinin beceriksizliğinin sebep olduğunu söylemeye birkaç cesaret edebilen birkaç kişiden birisiydi. 1950 Haziranında çıkan Kore Savaşı da McCharty’ye yaradı: Senatör, ulusal duyguları alabildiğine sömürerek “Çin milliyetçileri sabote edilmeseydi, Kore’de 54 bin’i aşkın Amerikan askeri ölmezdi” görüşünü ortaya attı. Ortalık karıştı.

Çıkan gürültüleri, özgürlüklerin kısıtlanması izledi. 11 devlet dairesi başkanına, diledikleri memurların işine son verilmesi yetkisi tanındı. 1951 Nisanında bu yetkiler yerli yersiz, büyük bir sorumsuzlukla kullanıldı. Yalnızca “hain oldukları bilinenler” değil, “hain olmasından kuşkulanılanlar” da sorgusuz sualsiz işlerinden atılıyordu. Aynı yılın Haziran ayında McCharty, bu defa General Marshall’a yüklendi, onu “insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir hain” olarak suçladı. 

McCharty suçlamalarını büyük bir rahatlıkla, hiç çekinmeden yapıyordu. Radikal çıkışları partisine oy kazandırıyordu. Parti yöneticileri de bu yoldan iktidara gelmeyi hayal ederek, McCharty’ye ses çıkarmıyorlardı. Onu, faşist bir halk hareketinin önderi olarak görenler de vardı. Gücünü Amerika’nın aşırı tutucu çevrelerinden alan McCharty’yi Eisenhower gibi “ılımlı tutucular” da destekledi ve 1952 seçimlerini Cumhuriyetçilerin kazanmasında McCharty’cilik önemli bir rol oynadı.

1953 yılının ocak ayında McCharty, Senato’nun kurduğu araştırma komisyonunun başkanlığı görevini üstlendi. Bu arada, yabancı ülkelerdeki Amerikan Haberler Merkezi kitaplıkları hedef alınmıştı. McCharty’nin güvenilir iki adamı  Roy Cohn ile David Schine (ikisi de 26 yaşındaydı) ikilisi, tüm merkezlerde “zararlı” gördükleri kitapları yaktırdı, bazı kimselere de işten el çektirdi. Yıl sona ererken, McCharty ülkenin en korkulan insanı olmuştu.

Amerika’yı bir “kızıl tehlike korkusu” sarmıştı...Devlet memuriyetine alınacak kimselerin “ulusal güvenliğin çıkarlarını” koruyup koruyamayacakları uzun uzun araştırılıyordu. 1953 Temmuzunda Kore Savaşı sona erdiğinde, Sovyetler Birliği nükleer silah yapımında Amerika’yı yakalamıştı. Bu arada, gündemin ilk sırasına “Oppenheimer Olayı” yerleşti. 

Dr.J.Oppenheimer, 2. Dünya Savaşı sırasında atom bombasının yapılması işini yönetmiş, nükleer silahlar politikası konusunda hükümet baş danışmanlığına getirilmişti. 1953 Aralığında görevine son verildiğinde komünistlerle ve komünizme yakınlık duyanlarla ilişki içerisinde olduğu öne sürülüyordu. Ayrıca, 1950 Ocağında hidrojen bombası yapılması konusunda alınmış karara boyun eğmemiş, çalışmalara katılmayacağını bildirmişti. Duruşması aylarca sürdü. Ortada elle tutulur deliller olmamasına rağmen mahkeme, 1954 Haziranında, “güvenilir bir adam” olmadığına karar verdi.

Oppenheimer davası sürerken, McCharty eski gücünü kaybetmeye başladı. 1953 Ekiminde, başkanı bulunduğu komisyon, bu defa Amerikan ordusunu hedef aldı. McCharty, Roy Cohn ile birlikte General Zwicker’e ağır saldırılarda bulundu, hakaret etti. Ne var ki sonbaharda askere alınan adamı David Schine’e “iltimas” yapılmasını istemeleri birden havayı değiştirdi.  

Olay McCharty’nin gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştı. Cohn’un orduya hakareti mahkemeye yansıdı. Ardından Senato’daki muhalefet ayağa kalktı ve McCharty 22 oya karşı 67 oyla görevinden alındı. McCharty sinirlendi. Beş gün sonra, 7 Aralık günü, Devlet Başkanına saldırdı, olayların perde arkasında onun bulunduğunu söyledi. Bu açıklama siyasi hayatının sonu olacaktı. Üç yıl sonra Mayıs 1957’de öldü. 

McCharty tehlikeli bir insandı, ama 1930’ların ünlü demagogu Huey Long kadar etkili olamamış, Amerikan siyasetinde bir “üçüncü kuvvet” oluşturamamıştı. Yapıcılık yanı olmayan, yıkıcı, programsız bir siyasetçiydi. Amerikan siyasetine büyük zarar verdi. 

McCharty, anti-komünist kampanyasının toplumda nasıl olumsuz bir etkileşim yaratabileceğini göstermişti. Bu dönemin son olayı, üç senatörün (Morse, Humphrey, Kennedy) getirdikleri kanun teklifinin 1954 Ağustosunda kabul edilerek Komünist Partisi’nin kanun dışı sayılması oldu.

Birçok kişi, bu konuda epeyce ileri gidildiğinin farkındaydı. Yumuşama sürecine girildi. 1951’de Anayasa’ya uygunluğu Yüksek Mahkemece onaylanan Smith Kanunu, 1955’den sonra yürürlükten kaldırıldı: Devlet memurları, “kızıl” oldukları gerekçesiyle durup dururken işten çıkarılmayacaklardı artık. Soğuk Savaşın eski gücünü kaybetmesi de Amerikan iç siyasetini geniş ölçüde etkilemişti.

Buna rağmen, 1945’in “değer ve güvenlik ölçüleri”nin ortadan kalktığını söylemek doğru olmaz. Gerçi McCharty sahneden ayrılmıştır ama, 1960’ların son yıllarında bile onu aratmayanlar çıkacaktır. 1964 ve 1968 yıllarında Goldwater ve Wallace’a verilen oylar Amerika’da aşırı sağ temsilcilerinin küçümsenemeyecek sayıda olduğunu göstermiştir. Eisenhower’ı bile “komünist ihanetinin sadık temsilcisi” olarak damgalayan John Birch gibi dağlara çıkıp komünistlerle savaşma planları yapan “minuteman”lar bugün de etkilerini sürdürmektedirler. 

1960’ların sonunda Vietnam, zenci sorunu, öğrenci ayaklanmaları vb. sorunlarla karşı karşıya kalan, günümüzde Afganistan, Irak batağına saplanan Amerika Birleşik Devletlerinin,“kızıl tehlike” fobisinden hala kurtulamamış olduğu görülmektedir.