AÇIK ÇEKMECE
(Anı-Biyografi)
EvrenselYayınları
Selim Esen’in 245sayfadan
oluşan alışılmışın ötesinde bir anı kitabı. Esen’in
hikâyeciliği üzerine Ahmet Say şöyle yazmıştır:
“Bir Türkçe
öğretmeni olsaydım, “anı” türündeki bir kitaba örnek
olarak Selim Esen’in yenilerde yayımlanan “Açık Çekmece”
adlı kitabını tanıtırdım çocuklara. “Neden?”
diyeceksiniz. Şundan: Herkesin yaşayabileceği sıradan
şeyler yok bu kitapta. Ama herkesin kendine, “Bak bunu
unutma, kazı belleğine!” diyebileceği olaylar ve
insanlar var. Demek ki ilginç olanı yazmak amacıyla
yapılan seçki, son derece yerinde: “Açık Çekmece”de
Ankara’nın yakın tarihi, 1940’lı yıllardan başlayarak
1960’ın ilk yıllarına kadar çarpıcı olaylar dizisi ve
insanlarıyla bir TV program yapımcısı gözüyle düpedüz
anlatılıyor. Bu kitabı yazmak için, sanki geçmiş günlere
giderek bir kamerayı dikkatle dolaştırmış Selim Esen.
Yoruma falan girmemiş. “Gerçek” olarak dişe dokunur ne
varsa, çırılçıplak haliyle vermiş. Önemli olan da zaten
o “dişe dokunur” gerçekleri öne çıkarmak değil mi?
“Seçki” olarak nitelediğim bu işte. Asıl marifet bu,
kitaba can katan olaylar dizisi bu!
Selim Esen, 1943 doğumlu.
Kitle iletişimi üzerine lisansüstü eğitim görmüş;
1966’da TRT Kurumu’na girmiş ve sırasıyla muhabir, müdür
yardımcısı ve müdürlük görevlerini yürütmüş. Hazırladığı
haberler ve haber-programların başarısı nedeniyle
takdirnameler almış. 1974’te gazeteci olarak “Kıbrıs
Barış Harekâtı”na katılmış. Resmî kurumlarda gazetecilik
yapmanın tadı tuzu iyice kaçınca da emekliye ayrılmış.
Ben Selim Esen’le
arkadaşlığı, çarşamba günlerinde Ankara’nın oldukça eski
ve ünlü meyhanesi “Tavukçu”da yaptığımız yemekli
toplantılar sayesinde ilerlettim. “Yazar takımı” diye
bilinen beş on arkadaşla sürdürdüğümüz bu toplantıların
kimi yönden tabii ki yararı olacaktı: Yararlardan
başlıca biri, Selim Esen’le arada sırada öğle vakti
buluşup “Tavukçu”da geçen çarşamba günlerine, başka bir
yerde perşembeyi falan da katmak oldu. Genellikle Eymir
Gölü kıyısındaki kayıkhane lokantasına gidiyorduk. Orada
gölün kıpırtısız, dingin halini seyretmekle dünya
ahvalinin verdiği gerginliği atıyorduk üstümüzden.
Dahası, her yıl bir kitap yayımlama alışkanlığındaki bir
müzik yazarı olarak Selim’in de görmüş geçirmiş bir
aydın yönüyle artık yazması gerektiğini söylüyor, onu
yazma konusunda yüreklendiriyordum.
Yazma konusunda Orhan
Kemal’in bana verdiği öğütleri her fırsatta herkese
açıklarım: Bakarsınız yararlanan olur diye buraya da
yazıyorum. Orhan Kemal bana demişti ki:
“Konuyu, bana anlattığın
gibi düpedüz yaz. Edebiyat yapmaya sakın kalkışma. Büyük
yazarları okurken süslemeli, dolambaçlı laflar görüyor
musun hiç? Koskoca yazarlar, Gogol, Heminway, edebiyat
yapmaya kalkışıyor mu? Yüreğini aç ve apaçık yaz
kardeşim…”
Selim Esen dostumuz, Orhan
Kemal’in başarılı bir öğrencisiymiş gibi, düpedüz
yazdığı için meramını yalın bir dille apaçık anlatıyor.
Üstelik, yazdığı olaylara ve insanlara kendisini hiç
katmıyor. Öznel bir bakıştan kaçınarak “nesnel” olan
neyse onu veriyor. Sonuçta ortaya şerbet gibi bir
anlatım çıkıyor.
Peki bu yalın anlatımın,
doğallıkla anlatılan içeriğin kaynağı nedir?
Selim Esen, gençlik
çağında yaklaşık on beş yıl başkent kulisinin içinde
yaşamış bir aydın. Üstüne üstlük, ilerici bir hukuk
profesörü olan, Nâzım Hikmet’in avukatlarından Bülent
Nuri Esen’in oğlu. Birçok önemli olayı, babasının
hareketli yaşamının yörüngesinden izlemiş. Bu farkın
getirdiği fazlalıkları kullanmasını iyi biliyor. Zaten
kitabının önde gelen özelliği, olayların ayırt edici
özelliklerini gösterebilmiş olması. Yoksa biz,
Almanların ünlü Nazi elçisi von Papen suikastının, ya da
Casus Çiçero olayının içyüzünü nereden bilebilirdik?
Agatha Christie gibi dünyaca tanınmış bir kriminal roman
yazarının “Ankara cinayeti” için, “İşte gerçek, tam bir
polis romanı!” dediğini nasıl öğrenebilirdik? 1950’li
yıllarda şair ve yazarlarımızın buluştuğu “Kürdün
Meyhanesi”nde, konuşmalara kulak kabartan sivil polisin
adının Ali Haydar olduğunu kimden öğrenebilirdik?
Okurlarım yukarıda
verdiğim birkaç örnekle yetinmez. 1940’lı yılların
sonlarından 1960’lı yılların ortalarına uzanan dönemde
Ankara’da yaşanan çarpıcı olaylar nedir? Okunduğunda,
“Vay be! Gerçekten öyleydi… Bak bu olayı unutmuşum, bak
şunu da bilmiyordum, iyi ki şimdi rastladım ona”
dedirten nedir?
Söz konusu süreç içinde
tam 44 olayı hatırlatıyor Selim Esen. “Açık çekmece”
adlı kitabı da zaten 44 bölümden oluşuyor. Tarih içinde
önemini koruyan bazı olaylardan birkaç tanesini şöyle
sayabilirim: “Kenan Öner – Hasan Âli Yücel davası”.
“Lise öğrencisi Hüseyin Üzmez”. “Kore’ye gönderilen ana
kuzuları, vatan evlatları”. “49’lar: Kürtçü hareket”.
“Olur mu böyle olur mu?” “Basında bir yıldırım: Yön
hareketi”. “Ankara, şiirin başkenti”. “Barış
gönüllüleri”. “Ankaralı Edebiyatçılar”. “Radyodaki ses”.
“Ankara’nın sinemaları”. “Kabadayı yatağı”.
Görüldüğü gibi Selim Esen,
konudan konuya atlamaktan hiç çekinmiyor kitabında.
Renkli bir olaylar yumağını, dallı güllü bir kumaş gibi
önünüze seriyor. Yeri gelince de kumaşı katlayıp
kaldırıyor, bir bakıyorsunuz, kitabın son sayfasına
gelivermişsiniz.
Bütün bu anılar arasında,
aşağı tabakaların anlatıldığı bir bölümden söz açmak
isterim: “Kabadayı yatağı” başlıklı bölüm, kenar mahalle
insanlarını anlatırken bir zamanların eğlence yeri
Esenpark Gazinosu’nun yanı sıra, Ankara’nın ünlü
kabadayılarını da tanıtır:
“Esenpark,
gençleri düşünerek cumartesi günleri dansöz ağırlıklı
program düzenlerdi. Özcan Tekgül, gözde dansözüydü
buranın. Gençlerin beğenisini kazanmıştı. Güzeldi ve
cömertti. Gençlerin alkışlarına ve ıslıklı tezahüratına
kapılır, kendinden geçercesine kıvırırdı. Tempo
tutardık: Aç!... Aç!...Aç!... Salon çınlardı.
Kırmazdı bizi, üzerindekileri birer birer fırlatırdı.
Salondaki istek, Çıkar!.. Çıkar!.. Çıkar!’a
dönüştüğünde, son hamlesini yapar, sutyeninin arkadaki
kopçasını çıtlatır ve işte o anda, perde hızla
kapanırdı…
(…) Esenpark, daha çok
Ankara bıçkınlarının mekânıydı. Bentderesi, İsmetpaşa
ise üçüncü sınıf içkili lokantaların bulunduğu
semtlerdi. Geleneği sürdüren eski meyhaneleri
sorarsanız, Hamamönü’ndeydi. Bunlardan en ünlüsü, “Deli
Mehmet’in Meyhanesi”ydi.
(…) Hacettepe’nin,
kabadayısı, kamalı delikanlıları, bir de futbol takımı
ünlüydü. Kabadayılardan Altındiş Kemal, bir zamanlar
Ankara’nın haracını yerdi. Sonraları onun yerini “Piç
Hüseyin” aldı. Bu ünlü kabadayı, Deniz Gezmiş ve
arkadaşlarına hayrandı. Dündar Kılıç’ın gençlik
yıllarındaki Ankara’sında, ansiklopedilere bile geçmiş
üç ünlü kabadayı vardı: Karagöz Kemal, Kabadayı Mehmet
ve Sarı Veli. Birlikte gezdikleri için “Üç Silahşörler”
de denen bu kabadayılardan Karagöz Kemal, futbol oynar,
boks yapardı. Sarı Veli boksördü. Kabadayı Mehmet ise
matbaa mürettibiydi. Altındağ’ın ünlülerinden Kürt
Cemali de yine aynı çevrede efsane gibi anlatılan
kabadayılardandı. Soyadı da ‘Kabadayı’ olan Mehmet,
mahalleli tarafından son derece iyiliksever, mert bir
insan diye bilinmesine karşın, aynı zamanda çok sert,
acımasız bir kişi olarak tanınırdı. Yakın koruması
Dündar Kılıç’tı. Kumarhane işletirdi Kabadayı Mehmet.
Ama bu alanda yalnız değildi. Altındağlı Kürt Cemali de
vardı. O da namlıydı, ‘Cemali Coşan’dı asıl adı. Bir gün
öldürüldüğünü duyduk. Nasıl olduğu hâlâ bilinmeyen
korkunç bir cinayete kurban gitmişti Kürt Cemali…
Cinayet sonrası Ankara,
kaynayan bir kazana dönmüştü. Kürt Cemali’nin cenazesini
sokaklara dökülen büyük bir kalabalık kaldırdı. Ardından
ağıtlar yakıldı, şiirler yazıldı.
Hacettepe artık Sarı
Veli’ye kalmıştı. Onu da Kabadayı Mehmet öldürdü. Bu
arada, yakın koruması Dündar Kılıç, çoktan İstanbul’a
yerleşmişti. Kabadayı tek başına kalmıştı. Yıllar önce
işlediği bir cinayet karşılıksız kalamazdı. İşin yasası
gereği, beklenen son gecikmedi: Bir gün Kürt Cemali’nin
yakınlarınca sessiz sedasız öldürüldü.
Hacettepe, artık hiçbir
zaman eskisi gibi olmayacaktı: İzleyen yıllarda Dr.
İhsan Doğramacı, o ünlü tepeye Türkiye’nin en büyük
hastanelerinden birini yaptı. Böylece Ankara’nın bıçkın
yatağı, tarihin sayfalarına gömüldü, bu kez İhsan
Doğramacı sayfası açıldı.”
Su gibi akan bir anı
kitabı: Bir zamanların Ankara’sı “Açık Çekmece”…
Selim Esen dostumuz, Orhan
Kemal’in başarılı bir öğrencisiymiş gibi, düpedüz
yazdığı için meramını yalın bir dille apaçık anlatıyor.
Üstelik, yazdığı olaylara ve insanlara kendisini hiç
katmıyor. Öznel bir bakıştan kaçınarak “nesnel” olan
neyse onu veriyor. Sonuçta ortaya şerbet gibi bir
anlatım çıkıyor.” / Ahmet Say (Şubat 2010) |