Selim Esen-Ahmet Oktay,
EBU Toplantısı  İstanbul, 1975

 

Büyük Görmek İçin Üstüne Tıklayınız.
 

























































































 

   
 

AÇIK ÇEKMECE

(Anı-Biyografi)

EvrenselYayınları

 

Selim Esen’in 245sayfadan oluşan alışılmışın ötesinde bir anı kitabı. Esen’in hikâyeciliği üzerine Ahmet Say şöyle yazmıştır:

 

“Bir Türkçe öğretmeni olsaydım, “anı” türündeki bir kitaba örnek olarak Selim Esen’in yenilerde yayımlanan “Açık Çekmece” adlı kitabını tanıtırdım çocuklara. “Neden?” diyeceksiniz. Şundan: Herkesin yaşayabileceği sıradan şeyler yok bu kitapta. Ama herkesin kendine, “Bak bunu unutma, kazı belleğine!” diyebileceği olaylar ve insanlar var. Demek ki ilginç olanı yazmak amacıyla yapılan seçki, son derece yerinde: “Açık Çekmece”de Ankara’nın yakın tarihi, 1940’lı yıllardan başlayarak 1960’ın ilk yıllarına kadar çarpıcı olaylar dizisi ve insanlarıyla bir TV program yapımcısı gözüyle düpedüz anlatılıyor. Bu kitabı yazmak için, sanki geçmiş günlere giderek bir kamerayı dikkatle dolaştırmış Selim Esen. Yoruma falan girmemiş. “Gerçek” olarak dişe dokunur ne varsa, çırılçıplak haliyle vermiş. Önemli olan da zaten o “dişe dokunur” gerçekleri öne çıkarmak değil mi? “Seçki” olarak nitelediğim bu işte. Asıl marifet bu, kitaba can katan olaylar dizisi bu!

 

Selim Esen, 1943 doğumlu. Kitle iletişimi üzerine lisansüstü eğitim görmüş; 1966’da TRT Kurumu’na girmiş ve sırasıyla muhabir, müdür yardımcısı ve müdürlük görevlerini yürütmüş. Hazırladığı haberler ve haber-programların başarısı nedeniyle takdirnameler almış. 1974’te gazeteci olarak “Kıbrıs Barış Harekâtı”na katılmış. Resmî kurumlarda gazetecilik yapmanın tadı tuzu iyice kaçınca da emekliye ayrılmış.

 

Ben Selim Esen’le arkadaşlığı, çarşamba günlerinde Ankara’nın oldukça eski ve ünlü meyhanesi “Tavukçu”da yaptığımız yemekli toplantılar sayesinde ilerlettim. “Yazar takımı” diye bilinen beş on arkadaşla sürdürdüğümüz bu toplantıların kimi yönden tabii ki yararı olacaktı: Yararlardan başlıca biri, Selim Esen’le arada sırada öğle vakti buluşup “Tavukçu”da geçen çarşamba günlerine, başka bir yerde perşembeyi falan da katmak oldu. Genellikle Eymir Gölü kıyısındaki kayıkhane lokantasına gidiyorduk. Orada gölün kıpırtısız, dingin halini seyretmekle dünya ahvalinin verdiği gerginliği atıyorduk üstümüzden. Dahası, her yıl bir kitap yayımlama alışkanlığındaki bir müzik yazarı olarak Selim’in de görmüş geçirmiş bir aydın yönüyle artık yazması gerektiğini söylüyor, onu yazma konusunda yüreklendiriyordum.        

 

Yazma konusunda Orhan Kemal’in bana verdiği öğütleri her fırsatta herkese açıklarım: Bakarsınız yararlanan olur diye buraya da yazıyorum. Orhan Kemal bana demişti ki:

 

“Konuyu, bana anlattığın gibi düpedüz yaz. Edebiyat yapmaya sakın kalkışma. Büyük yazarları okurken süslemeli, dolambaçlı laflar görüyor musun hiç? Koskoca yazarlar, Gogol, Heminway, edebiyat yapmaya kalkışıyor mu? Yüreğini aç ve apaçık yaz kardeşim…”

 

Selim Esen dostumuz, Orhan Kemal’in başarılı bir öğrencisiymiş gibi, düpedüz yazdığı için meramını yalın bir dille apaçık anlatıyor. Üstelik, yazdığı olaylara ve insanlara kendisini hiç katmıyor. Öznel bir bakıştan kaçınarak “nesnel” olan neyse onu veriyor. Sonuçta ortaya şerbet gibi bir anlatım çıkıyor.

 

Peki bu yalın anlatımın, doğallıkla anlatılan içeriğin kaynağı nedir?      

 

Selim Esen, gençlik çağında yaklaşık on beş yıl başkent kulisinin içinde yaşamış bir aydın. Üstüne üstlük, ilerici bir hukuk profesörü olan, Nâzım Hikmet’in avukatlarından Bülent Nuri Esen’in oğlu. Birçok önemli olayı, babasının hareketli yaşamının yörüngesinden izlemiş. Bu farkın getirdiği fazlalıkları kullanmasını iyi biliyor. Zaten kitabının önde gelen özelliği, olayların ayırt edici özelliklerini gösterebilmiş olması. Yoksa biz, Almanların ünlü Nazi elçisi von Papen suikastının, ya da Casus Çiçero olayının içyüzünü nereden bilebilirdik? Agatha Christie gibi dünyaca tanınmış bir kriminal roman yazarının “Ankara cinayeti” için, “İşte gerçek, tam bir polis romanı!” dediğini nasıl öğrenebilirdik? 1950’li yıllarda şair ve yazarlarımızın buluştuğu “Kürdün Meyhanesi”nde, konuşmalara kulak kabartan sivil polisin adının Ali Haydar olduğunu kimden öğrenebilirdik?

 

Okurlarım yukarıda verdiğim birkaç örnekle yetinmez. 1940’lı yılların sonlarından 1960’lı yılların ortalarına uzanan dönemde Ankara’da yaşanan çarpıcı olaylar nedir? Okunduğunda, “Vay be! Gerçekten öyleydi… Bak bu olayı unutmuşum, bak şunu da bilmiyordum, iyi ki şimdi rastladım ona” dedirten nedir?

 

Söz konusu süreç içinde tam 44 olayı hatırlatıyor Selim Esen. “Açık çekmece” adlı kitabı da zaten 44 bölümden oluşuyor. Tarih içinde önemini koruyan bazı olaylardan birkaç tanesini şöyle sayabilirim: “Kenan Öner – Hasan Âli Yücel davası”. “Lise öğrencisi Hüseyin Üzmez”. “Kore’ye gönderilen ana kuzuları, vatan evlatları”. “49’lar: Kürtçü hareket”. “Olur mu böyle olur mu?” “Basında bir yıldırım: Yön hareketi”. “Ankara, şiirin başkenti”. “Barış gönüllüleri”. “Ankaralı Edebiyatçılar”. “Radyodaki ses”. “Ankara’nın sinemaları”. “Kabadayı yatağı”.

 

Görüldüğü gibi Selim Esen, konudan konuya atlamaktan hiç çekinmiyor kitabında. Renkli bir olaylar yumağını, dallı güllü bir kumaş gibi önünüze seriyor. Yeri gelince de kumaşı katlayıp kaldırıyor, bir bakıyorsunuz, kitabın son sayfasına gelivermişsiniz.

 

Bütün bu anılar arasında, aşağı tabakaların anlatıldığı bir bölümden söz açmak isterim: “Kabadayı yatağı” başlıklı bölüm, kenar mahalle insanlarını anlatırken bir zamanların eğlence yeri Esenpark Gazinosu’nun yanı sıra, Ankara’nın ünlü kabadayılarını da tanıtır:

 

Esenpark, gençleri düşünerek cumartesi günleri dansöz ağırlıklı program düzenlerdi. Özcan Tekgül, gözde dansözüydü buranın. Gençlerin beğenisini kazanmıştı. Güzeldi ve cömertti. Gençlerin alkışlarına ve ıslıklı tezahüratına kapılır, kendinden geçercesine kıvırırdı. Tempo tutardık: Aç!... Aç!...Aç!... Salon çınlardı. Kırmazdı bizi, üzerindekileri birer birer fırlatırdı. Salondaki istek, Çıkar!.. Çıkar!.. Çıkar!’a dönüştüğünde, son hamlesini yapar, sutyeninin arkadaki kopçasını çıtlatır ve işte o anda, perde hızla kapanırdı…

 

(…) Esenpark, daha çok Ankara bıçkınlarının mekânıydı. Bentderesi, İsmetpaşa ise üçüncü sınıf içkili lokantaların bulunduğu semtlerdi. Geleneği sürdüren eski meyhaneleri sorarsanız, Hamamönü’ndeydi. Bunlardan en ünlüsü, “Deli Mehmet’in Meyhanesi”ydi.

 

(…)  Hacettepe’nin, kabadayısı, kamalı delikanlıları, bir de futbol takımı ünlüydü. Kabadayılardan Altındiş Kemal, bir zamanlar Ankara’nın haracını yerdi. Sonraları onun yerini “Piç Hüseyin” aldı. Bu ünlü kabadayı, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına hayrandı. Dündar Kılıç’ın gençlik yıllarındaki Ankara’sında, ansiklopedilere bile geçmiş üç ünlü kabadayı vardı: Karagöz Kemal, Kabadayı Mehmet ve Sarı Veli. Birlikte gezdikleri için “Üç Silahşörler” de denen bu kabadayılardan Karagöz Kemal, futbol oynar, boks yapardı. Sarı Veli boksördü. Kabadayı Mehmet ise matbaa mürettibiydi. Altındağ’ın ünlülerinden Kürt Cemali de yine aynı çevrede efsane gibi anlatılan kabadayılardandı. Soyadı da ‘Kabadayı’ olan Mehmet, mahalleli tarafından son derece iyiliksever, mert bir insan diye bilinmesine karşın, aynı zamanda çok sert, acımasız bir kişi olarak tanınırdı. Yakın koruması Dündar Kılıç’tı. Kumarhane işletirdi Kabadayı Mehmet. Ama bu alanda yalnız değildi. Altındağlı Kürt Cemali de vardı. O da namlıydı, ‘Cemali Coşan’dı asıl adı. Bir gün öldürüldüğünü duyduk. Nasıl olduğu hâlâ bilinmeyen korkunç bir cinayete kurban gitmişti Kürt Cemali…

 

Cinayet sonrası Ankara, kaynayan bir kazana dönmüştü. Kürt Cemali’nin cenazesini sokaklara dökülen büyük bir kalabalık kaldırdı. Ardından ağıtlar yakıldı, şiirler yazıldı.

 

Hacettepe artık Sarı Veli’ye kalmıştı. Onu da Kabadayı Mehmet öldürdü. Bu arada, yakın koruması Dündar Kılıç, çoktan İstanbul’a yerleşmişti. Kabadayı tek başına kalmıştı. Yıllar önce işlediği bir cinayet karşılıksız kalamazdı. İşin yasası gereği, beklenen son gecikmedi: Bir gün Kürt Cemali’nin yakınlarınca sessiz sedasız öldürüldü.

 

Hacettepe, artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı: İzleyen yıllarda Dr. İhsan Doğramacı, o ünlü tepeye Türkiye’nin en büyük hastanelerinden birini yaptı. Böylece Ankara’nın bıçkın yatağı, tarihin sayfalarına gömüldü, bu kez İhsan Doğramacı sayfası açıldı.

 

Su gibi akan bir anı kitabı: Bir zamanların Ankara’sı “Açık Çekmece”…

 

Selim Esen dostumuz, Orhan Kemal’in başarılı bir öğrencisiymiş gibi, düpedüz yazdığı için meramını yalın bir dille apaçık anlatıyor. Üstelik, yazdığı olaylara ve insanlara kendisini hiç katmıyor. Öznel bir bakıştan kaçınarak “nesnel” olan neyse onu veriyor. Sonuçta ortaya şerbet gibi bir anlatım çıkıyor.” / Ahmet Say (Şubat 2010)