09.04.2011,Kanguru Kültür Evi-Ankara, Erdal Atıcı ve Günay Güner'le

 
   
 

OLAYLARIN İÇİNDEN

 

 

                Halifeliğin kaldırılışı

 

Türk Devrimi, bundan tam 86 yıl önce bugün, en çetin sorunlarından birisini çözdü, çok anlamlı ve kesin bir karar verdi. Hilafeti kaldırdı. Halifeliğin kaldırılması, milli, laik bir devletin, -genç Türkiye Cumhuriyetinin- tarihi gelişmesinde karşısına çıkan son engeli de büyük cesaretle yıktı. Ve bu, gelişme zincirinin, o zamana göre, son halkası oldu.

                1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu (Anayasa) ile Milli Hâkimiyet (ulusal egemenlik) esası kabul edilmiş, 1922’de saltanat kaldırılmış, 1923’te de Cumhuriyet ilan edilmişti. Oysa halife, demokratik ve laik bir Cumhuriyet rejimiyle bağdaşmayan ve doğal gelişmesine set çeken gereksiz bir kurum olarak kalmıştı. Bu garip durum, genç Cumhuriyeti tanımlamak isteyenlerce belirtiliyordu. Ne ki, bir Fransız yıllığı (Almanak Haşet) 1924 Türkiye’sini şöyle tanımlamıştı: “İrsi halifeliğe dayanan dini demokrasi hükümeti.” Anayasa hukukunda bu kadar garip ve bu derece şark uyuşukluğunu temsil eden ne bir devlet, ne de bir hükümet şekli olabilirdi. Üstelik, artık bir harabeden başka bir şey olmayan İmparatorluğu özleyenler, devrimci yolu beğenmeyenler, laikliği istemeyenler halifeyi destekliyorlardı.

                Türkiye Büyük Millet Meclisindeki tutucu çevre, saltanatın kaldırılışı sırasında istediğini dile getirmişti. Bunca savaştan ve dökülen kandan sonra, bağımsız bir Türkiye için öğüdü şuydu: “Halife meclisin, meclis Halifenindir.” Halife Türkiye Büyük Millet Meclisinin doğal Başkanı olmalıydı. Devletin Kanunları ve Hükümetin kararları halife tarafından onaylanmalıydı. Halife, başvuracak öteki Müslüman hükümetlerce birer menşur (padişahın verdiği vezirlik ya da müşürlük fermanı) vermeliydi. Bu fikirlerin ileri sürülüşünden iki yıl sonra, halifeliğin kaldırılması gerektiğini, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, Meclis’te şu sözlerle anlattı: “… İntibasıyla mes’ut bulunduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri olageldiği gibi, bir politika aracı olma durumundan kurtarmak gerekliliğini bir gerçek olarak görüyoruz…” 1 Mart 1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisinin birinci toplanma yılı söylevinde verilen bu direktif üzerine, halifeliğin kaldırılmasıyla ilgili birleşimler 3 Mart’ta başladı. Halifelik, devrini çoktan geçirmiş, hiçbir işlevi kalmadığı İslam dünyasında açık açık belirtilmişti. Hatta, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir Hintli yazar şu satırları yazmıştı: “Biz öğle namazında İstanbul’daki Müslüman halifesine dua eder, öğleden sonra da onun askerleriyle dövüşürdük.”

86 yıl önce bugün halifeliği hala Cumhuriyet Rejimi içinde saklı tutmak isteyenler, bu kurumun gereksizliğini ispat etmekten başka bir şey yapmadılar. Zamanının Darülfünununda (Üniversitede) fikir profesörü olan İzmir Mebusu Mehmet Seyyid Bey’e göre halifelik devrini yaşamış, daha Emeviler zamanında niteliğini kaybetmiş, siyasi iktidarın keyfi yönetimine dönüşmüştü.

                Hala, halifeden ve halifelikten medet umanlara, zamanın Hükümeti şöyle demişti: “İstiklal savaşında halifelik ‘Milletin Kutsal İdeali’ni desteklememiştir. Aksine, halife bütün nüfuzunu kullanarak, milletin varlığı aleyhine hareket etmiştir. Başarınız, halifenin Türk Milletinin istiklali üzerinde hiçbir rol oynamadığını apaçık göstermiştir. İstanbul, Türklerin elinde kaldı, niçin kaldı? Makamı hilafetin fetvasına karşı isyan edip zaferleri sağlayanların başarılarından dolayı kaldı. Ve sonuna kadar da Türklerin elinde kalacaktır.” Hükümet sözlerine şöyle devam etmiştir: “Türkiye seviliyor ve sayılıyorsa, bu hilafet makamı var diye değildir. Bu, Türk Milletinin varlığından, onun İslamiyete olan hizmetlerindendir. Türkiye ‘Hilafet bizdedir’ sebebini ileri sürerek öteki Müslümanlara siyasi ödevler yüklemek fikrinde değildir.”

                Halifelik, bir kanunla kaldırıldı. Fakat tek başına, Türkiye’nin tarihinden silinmedi. Halifeliğin son bulmasıyla beraber öğretim de “Tevhidi Tedrisat Kanunu” ile birleştirildi, millileştirildi, medreseler kaldırıldı. Tekke ve zaviyeler de kapatıldı.

                Büyük Atatürk, halifeliğin kaldırılmasından bir yıl önce, bir Fransız gazetecisine verdiği demeçte şöyle diyordu: “… Tarihimizin en mes’ut devresi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bütün Müslüman milletlerini idare etmek isteyen bir halife, buna nasıl muvaffak olur? İtiraf ederim ki, bu şeriat dâhilinde beni halife ilan etseller, derhal istifamı veririm.” Bu sözlerin ne kadar doğru olduğunu sonraki bir olay da kanıtladı.

                Halifelik kaldırıldığı sıralarda, bir Kızılay (o zamanki adıyla Hilaliahmer) heyeti başında Hindistan’ı ve Mısır’ı ziyaret ederek, Ankara’ya dönen Antalya mebusu Rasih Efendi, seyahat ettiği memleketlerde, Atatürk’ün halife olması istendiğini bizzat kendisine bildirmişti. Büyük Atatürk’ün cevabı şu olmuştu: “Zati aliniz din ulemasındansınız, halifenin devlet Başkanı demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan tebaanın, bana ilettiğiniz istek ve tekliflerini, ben nasıl kabul edebilirim. Kabul ederim desem buna o tebaa razı olur mu? Beni halife yapmak isteyenler, emirlerimi yerine getirmeye muktedir midirler? Şu halde, anlamı olmayan hayali bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?”

                Atatürk, sözlerini şöyle sürdürdü: “Açık ve kesin olarak söylemeliyim ki, Müslümanları bir halife heyulasıyla hala uğraştırma ve kandırma çabasında bulunanlar yalnız ve ancak Müslümanların ve özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyunda hayal kurmak ta ancak cahillik ve gafillik eseri olabilir. Kaldırılmış olan hilafet ve saltanat hanedanı mensuplarının, bütün Türkiye düşmanlarının, elele vererek aleyhimizdeki hararetli çabaları, din gayretiyle mi yapılmaktadır? Sınırlarımıza yapışık merkezlerde hala Türkiye’yi mahvetmek için mukaddes ihtilal adı altında, haydut çeteleri, suikast tertipleriyle çılgınca aleyhimizde çalışanların gerçekten amaçları kutsal mıdır? Buna inanmak için cidden kara cahil ve koyu gafil olmak lazımdır…”

                Yaklaşık bir yüzyıl önce, hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, öğretimin ve öğrenimin millileştirilip, birleştirilmesi ve laik esaslara bağlanması, gerçek anlamıyla devrimci bir çabanın, bir medeniyet anlayışının eseridir. Yavuzca bir karardır bu… Ne ki, Türkiye Cumhuriyetini yıkmak isteyenler, yer yer başkaldırma hareketlerinde, hep din perdesi ardına saklanarak, siyasi oyunlarını oynadılar. Saltanatçı ve hilafetçi geçindiler. Aslında, memleket birliğini ve yurt bütünlüğünü parçalamak istediler. Masum halkımızı sefil emelleri uğruna Cumhuriyet idaresine karşı ayaklanmaya özendirdiler. 31 Martçı zihniyeti Cumhuriyet rejimi içinde devam ettirme amacını güttüler. Menemen olaylarında, Şeyh Sait İsyanlarında hep bu amaçla hareket edildi. Hepsi de devrimin demir eliyle bastırıldılar ve bastırılacaklar, hiç kuşkunuz olmasın…