|
OLAYLARIN İÇİNDEN
Halifeliğin kaldırılışı
Türk Devrimi, bundan tam 86 yıl önce bugün, en çetin
sorunlarından birisini çözdü, çok anlamlı ve kesin bir
karar verdi. Hilafeti kaldırdı. Halifeliğin
kaldırılması, milli, laik bir devletin, -genç Türkiye
Cumhuriyetinin- tarihi gelişmesinde karşısına çıkan son
engeli de büyük cesaretle yıktı. Ve bu, gelişme
zincirinin, o zamana göre, son halkası oldu.
1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu (Anayasa)
ile Milli Hâkimiyet (ulusal egemenlik) esası kabul
edilmiş, 1922’de saltanat kaldırılmış, 1923’te de
Cumhuriyet ilan edilmişti. Oysa halife, demokratik ve
laik bir Cumhuriyet rejimiyle bağdaşmayan ve doğal
gelişmesine set çeken gereksiz bir kurum olarak
kalmıştı. Bu garip durum, genç Cumhuriyeti tanımlamak
isteyenlerce belirtiliyordu. Ne ki, bir Fransız yıllığı
(Almanak Haşet) 1924 Türkiye’sini şöyle tanımlamıştı:
“İrsi halifeliğe dayanan dini demokrasi hükümeti.”
Anayasa hukukunda bu kadar garip ve bu derece şark
uyuşukluğunu temsil eden ne bir devlet, ne de bir
hükümet şekli olabilirdi. Üstelik, artık bir harabeden
başka bir şey olmayan İmparatorluğu özleyenler, devrimci
yolu beğenmeyenler, laikliği istemeyenler halifeyi
destekliyorlardı.
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki tutucu
çevre, saltanatın kaldırılışı sırasında istediğini dile
getirmişti. Bunca savaştan ve dökülen kandan sonra,
bağımsız bir Türkiye için öğüdü şuydu: “Halife
meclisin, meclis Halifenindir.” Halife Türkiye Büyük
Millet Meclisinin doğal Başkanı olmalıydı. Devletin
Kanunları ve Hükümetin kararları halife tarafından
onaylanmalıydı. Halife, başvuracak öteki Müslüman
hükümetlerce birer menşur (padişahın verdiği vezirlik ya
da müşürlük fermanı) vermeliydi. Bu fikirlerin ileri
sürülüşünden iki yıl sonra, halifeliğin kaldırılması
gerektiğini, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa,
Meclis’te şu sözlerle anlattı: “… İntibasıyla mes’ut
bulunduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri olageldiği
gibi, bir politika aracı olma durumundan kurtarmak
gerekliliğini bir gerçek olarak görüyoruz…” 1 Mart
1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisinin birinci toplanma
yılı söylevinde verilen bu direktif üzerine, halifeliğin
kaldırılmasıyla ilgili birleşimler 3 Mart’ta başladı.
Halifelik, devrini çoktan geçirmiş, hiçbir işlevi
kalmadığı İslam dünyasında açık açık belirtilmişti.
Hatta, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir Hintli yazar
şu satırları yazmıştı: “Biz öğle namazında
İstanbul’daki Müslüman halifesine dua eder, öğleden
sonra da onun askerleriyle dövüşürdük.”
86 yıl önce bugün halifeliği hala Cumhuriyet Rejimi
içinde saklı tutmak isteyenler, bu kurumun
gereksizliğini ispat etmekten başka bir şey yapmadılar.
Zamanının Darülfünununda (Üniversitede) fikir profesörü
olan İzmir Mebusu Mehmet Seyyid Bey’e göre halifelik
devrini yaşamış, daha Emeviler zamanında niteliğini
kaybetmiş, siyasi iktidarın keyfi yönetimine dönüşmüştü.
Hala, halifeden ve halifelikten medet
umanlara, zamanın Hükümeti şöyle demişti: “İstiklal
savaşında halifelik ‘Milletin Kutsal İdeali’ni
desteklememiştir. Aksine, halife bütün nüfuzunu
kullanarak, milletin varlığı aleyhine hareket etmiştir.
Başarınız, halifenin Türk Milletinin istiklali üzerinde
hiçbir rol oynamadığını apaçık göstermiştir. İstanbul,
Türklerin elinde kaldı, niçin kaldı? Makamı hilafetin
fetvasına karşı isyan edip zaferleri sağlayanların
başarılarından dolayı kaldı. Ve sonuna kadar da
Türklerin elinde kalacaktır.” Hükümet sözlerine şöyle
devam etmiştir: “Türkiye seviliyor ve sayılıyorsa, bu
hilafet makamı var diye değildir. Bu, Türk Milletinin
varlığından, onun İslamiyete olan hizmetlerindendir.
Türkiye ‘Hilafet bizdedir’ sebebini ileri sürerek öteki
Müslümanlara siyasi ödevler yüklemek fikrinde değildir.”
Halifelik, bir kanunla kaldırıldı. Fakat
tek başına, Türkiye’nin tarihinden silinmedi.
Halifeliğin son bulmasıyla beraber öğretim de “Tevhidi
Tedrisat Kanunu” ile birleştirildi, millileştirildi,
medreseler kaldırıldı. Tekke ve zaviyeler de kapatıldı.
Büyük Atatürk, halifeliğin
kaldırılmasından bir yıl önce, bir Fransız gazetecisine
verdiği demeçte şöyle diyordu: “… Tarihimizin en
mes’ut devresi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları
zamandır. Bütün Müslüman milletlerini idare etmek
isteyen bir halife, buna nasıl muvaffak olur? İtiraf
ederim ki, bu şeriat dâhilinde beni halife ilan
etseller, derhal istifamı veririm.” Bu sözlerin ne
kadar doğru olduğunu sonraki bir olay da kanıtladı.
Halifelik kaldırıldığı sıralarda, bir
Kızılay (o zamanki adıyla Hilaliahmer) heyeti başında
Hindistan’ı ve Mısır’ı ziyaret ederek, Ankara’ya dönen
Antalya mebusu Rasih Efendi, seyahat ettiği
memleketlerde, Atatürk’ün halife olması istendiğini
bizzat kendisine bildirmişti. Büyük Atatürk’ün cevabı şu
olmuştu: “Zati aliniz din ulemasındansınız, halifenin
devlet Başkanı demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında
kralları, imparatorları bulunan tebaanın, bana
ilettiğiniz istek ve tekliflerini, ben nasıl kabul
edebilirim. Kabul ederim desem buna o tebaa razı olur
mu? Beni halife yapmak isteyenler, emirlerimi yerine
getirmeye muktedir midirler? Şu halde, anlamı olmayan
hayali bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?”
Atatürk, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Açık ve kesin olarak söylemeliyim ki, Müslümanları bir
halife heyulasıyla hala uğraştırma ve kandırma çabasında
bulunanlar yalnız ve ancak Müslümanların ve özellikle
Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyunda hayal kurmak
ta ancak cahillik ve gafillik eseri olabilir.
Kaldırılmış olan hilafet ve saltanat hanedanı
mensuplarının, bütün Türkiye düşmanlarının, elele
vererek aleyhimizdeki hararetli çabaları, din gayretiyle
mi yapılmaktadır? Sınırlarımıza yapışık merkezlerde hala
Türkiye’yi mahvetmek için mukaddes ihtilal adı altında,
haydut çeteleri, suikast tertipleriyle çılgınca
aleyhimizde çalışanların gerçekten amaçları kutsal
mıdır? Buna inanmak için cidden kara cahil ve koyu gafil
olmak lazımdır…”
Yaklaşık bir yüzyıl önce, hilafetin
kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması,
öğretimin ve öğrenimin millileştirilip, birleştirilmesi
ve laik esaslara bağlanması, gerçek anlamıyla devrimci
bir çabanın, bir medeniyet anlayışının eseridir. Yavuzca
bir karardır bu… Ne ki, Türkiye Cumhuriyetini yıkmak
isteyenler, yer yer başkaldırma hareketlerinde, hep din
perdesi ardına saklanarak, siyasi oyunlarını oynadılar.
Saltanatçı ve hilafetçi geçindiler. Aslında, memleket
birliğini ve yurt bütünlüğünü parçalamak istediler.
Masum halkımızı sefil emelleri uğruna Cumhuriyet
idaresine karşı ayaklanmaya özendirdiler. 31 Martçı
zihniyeti Cumhuriyet rejimi içinde devam ettirme amacını
güttüler. Menemen olaylarında, Şeyh Sait İsyanlarında
hep bu amaçla hareket edildi. Hepsi de devrimin demir
eliyle bastırıldılar ve bastırılacaklar, hiç kuşkunuz
olmasın…
|