KAYBOLAN KIRMIZI ÇİZGİLER
Duyduğumda “bravo” demiştim, “tam da
benim düşüncelerime tercüman olmuş…” Ne demişti:
“Rasmussen’e güvenimiz yok, NATO Genel Sekreterliği için
destek vermeyiz.”
Haklıydı, haklıydık… Gerekçelerimiz vardı: “ROJ TV, Hz.
Peygambere yönelik karikatür krizi.” Başbakan bunları
dile getirmişti. Türkiye yıllardır bu konularda
Danimarka Başbakanını uyarıyor, önlem almasını
istiyordu.
Danimarka ne yaptı: Bir yandan “PKK terör örgütüdür”
dedi, öte yandan teröristleri ve yayın organını içinde
barındırdı, tüm uyarılara ve belgelere karşın PKK
destekçisi ROJ TV’yi kapatmadı. Uluslararası kuralları
hiçe saydı. Sonra iş Türkiye olur demezse Rasmussen’in
NATO Genel Sekreteri olamayacağına geldi dayandı.
Zamanlama da iyi sayılırdı. Danimarka’ya yönelik terörü
destekleyen ve bizim ülkemizden yayın yapan bir TV’yi
Danimarkalılar içlerine sindirebilirler miydi? Sonra,
Hıristiyanların, Musevilerin ve ülkelerinde bulunan
diğer dinlere mensup kişilerin Peygamberlerine hakaret
edilse Danimarkalılar ne derlerdi?
Büyüklüğünü kanıtlamış, toplumlara lider olmuş, hele de
manevi değerlere sahip kutsal sayılan kişiliklere,
durduk yerde maksadını aşan dokunmalar hatadır, ayıptır,
saygısızlıktır…
Saygısızlık kırgınlıklara neden olabilir. Dahası
tartışmalara hatta çatışmalara yol açabilir. Böylesi uç
görüşlere sahip olanlar dünya ve bölge barışının
bozulmasına da yol açabilirler. Böylesi uçuk zihniyeti
koruyup kollayan Rasmussen NATO Genel Sekreteri olmak
için devreye girince, Türkiye’nin kırgınlığı ve eski
uyarılarıyla karşılaştı. Başbakan RTE,
“Sen benim kutsalıma saldıranları susturmadın. Beni
bölmek isteyen teröristlerin yayın organını belge ve
bilgilere rağmen susturmadın. Sen şimdi dünya barışına
katkıda bulunan bir kurumun yönetimine nasıl gelirsin?”
dedi.
İlkeli bir duruştu. Dik bir duruştu.
Peki, sonra ne oldu?
Araya aracılar girdi. Pazarlık başladı:
“Sayın Rasmussen Peygambere hakaret konusunda özür
dilesin… NATO’da sorumlu komutan ile Afganistan’da
yetkili komutan Türk olsun” diye geveleyince, bu noktada
ilke falan kalmadı. Dik duruş sona erdi.
Bu işi, ya açığa çıkarmadan götürmeliydi, ya da attığı
adımdan dönmemeliydi. Devlet adamlığı bunu
gerektiriyordu. Rasmussen de baktı karşısında devlet
adamı yok, özür falan dilemedi. Dediği dedik, çaldığı
aynı düdüktü:
“Ben özgürlüklerden yanayım…”
Bizim sözde devlet adamları ise, “Beyefendi, dini
hakaretlerin özgürlüklerle ne ilgisi var? Diyemediler.
“PKK terör örgütünün yayın organının sizde bulunmasının
ne alakası var? Demediler.
Neyse ki, etme bulma dünyası, adam merdivenden düştü
omuzu çıktı…
ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyaretinde de bir
Rasmussen örneği yaşandı.
Obama, Çankaya Köşkü’ndeki konuşmadan sonra basının
sorularını yanıtlarken, “Ermeni soykırımı ile ilgili
görüşüm değişmedi. Ama, öncelikle Cumhurbaşkanı Gül ve
arkadaşlarının yürüttükleri barış çabalarının sonucunu
görmek lazım” derken, demek istiyordu ki: “Ermenistan
sınır kapısının açılmasını, diplomatik ilişkilerin
başlatılmasını” bekliyoruz.
Haklıydı. Amerika’daki diasporaya da hesap vermek
zorundaydı!
Obama’nın soykırım konusundaki görüşünü koruduğunu
açıklamasını Türkiye hayret ve ibretle izledi.
Sonuçta demek istememiz odur ki, sürekli ödünler verince
kırmızı çizgilerimiz kendiliğinden kalkmış oluyor. Nedir
kırmızı çizgilerimiz? Örneğin, Kuzey Irak’ta bir Kürt
Devletine karşı olmamız. Hoş orada ne kırmızı ne de
tonları kaldı ya…
Başka?
“Ermenistan, işgal ettiği Azeri topraklarından
askerlerini çekmeden bizim bu ülke ile ilişki kurmamız
imkânsızdır.”
Siz öyle sanın… Obama’nın konuşmasından sonra bu kırmızı
çizgi de ortadan kalkacak, Ermenistan sınır kapısını
açacağız!
Anımsarsanız, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev işte bu
olasılık nedeniyle Medeniyetler Konferansı’na
katılmayacağını açıklamıştı.
Evet, Yurtta Barış, Dünyada Barış… Tamam da hep
karşımızdakilere mi yontulacak bu ülke? Çevremizdeki
sorunlar bitti mi?
Hem NATO’da hem de Ermenistan ilişkilerinin çözümünde
işe Türk gibi başladık… Sonra, ne dik duruşumuz kaldı ne
de kırmızı çizgilerimiz.
Yarın sırada Kıbrıs var… |