TARİHTEN BİR YAPRAK
Son sözümüzü öne koyarak başlayalım: 12 Eylül ırk
temelli siyaseti, din temelli siyaseti getirdi
yaşamımıza. Etnik kimlikli siyasete olanak tanıdı 12
Eylül…
12 Eylül’ün getirisine-götürüsüne değinmeden önce kısaca
bu sürece nasıl gelindi sorusunu yanıtlamaya çalışalım:
Süreç, ülkedeki istikrarsızlığın yanı sıra artan şiddet
olaylarından tedirgin olan ordu üst kademesinin 27
Aralık 1979’da Milli Güvenlik Kurulu Başkanı sıfatıyla
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e gönderdiği uyarı
mektubuyla başladı. Mektupta, ülkenin içinde bulunduğu
durum değerlendiriliyor sonrasında şöyle deniliyordu:
“Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati
sorunları karşısında siyasi partilerimizden bir an önce,
milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın
ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle biraraya
gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti
çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün
önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal
kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla
istemektedir.”
Ülkeyi 1977 yılından beri Süleyman
Demirel’in Başbakanı olduğu MHP ve MSP destekli AP
azınlık hükümeti yönetiyordu. Muhalefet partisi CHP ile
bir türlü diyalog kuramayan iktidar, “Milliyetçi Cephe
Hükümetleri” olarak da anılıyordu.
Cumhurbaşkanı Korutürk’ün 2 Ocak 1980’de
kamuoyuna duyurduğu mektup gerek iktidar gerekse
muhalefet partileri tarafından görmezden gelindi.
Ordunun mektubu adresini bulamadan ortadan kalkmıştı…
1980 sonbaharına gelindiğinde sosyal
yaşamı derinden etkileyen olaylar artmış, birçok ilde
sıkıyönetim ilan edilmiş ama şiddet olaylarının önü bir
türlü kesilememişti.
12 Eylül 1980 sabahı saat
04.00’de radyolardan
Milli Güvenlik Konseyi’nin ilk bildirisi
duyuruldu:
“Yüce Türk Milleti;
Büyük Atatürk`ün bize emanet ettiği ülkesi ve
milletiyle bir bütün olan, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda izlediğimiz
gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile, varlığına,
rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki
haince saldırılar içindedir. (...)
Parlamento ve hükümet feshedilmiştir.
Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır.
Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurtdışına
çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal
güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05.00’den
itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı
konulmuştur.”
Ve o karanlık geceyle başlayan saatler, yılları
kovaladı. Ülkede tam bir cadı avı başladı. Partiler
kapatıldı. Sendikalar başta olmak üzere bütün demokratik
kuruluşlar baskı altına alındı, üyeleri yıllarca
yargılandı. Demokratik haklar rafa kaldırıldı, insan
hakları ayaklar altına alındı.
Radyolardan yayınlanan bildirinin
altında imzası olanlar kendilerine Milli Güvenlik
Konseyi adını verdiler. Konsey, Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Kenan
Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin
Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral
Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral
Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral
Sedat Celasun’dan oluşuyordu. Halk bunlara
“beşi bir yerde” adını takacaktı.
MGK Başkanı Kenan Evren darbenin gerekçelerini aynı gün
öğle saatlerinde yaptığı radyo ve televizyon
konuşmasında kamuoyuna açıkladı. Buna göre yasama ve
yürütme yetkileri MGK tarafından kullanılacak, kısa
zamanda bir bakanlar kurulu oluşturulacak, yürütme
sorumluluğu bu kurula bırakılacaktı.
Bu arada MGK, siyasi parti başkanlarını, “can
güvenliklerinin sağlanması amacıyla Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin koruma ve gözetiminde”
belirli yerlerde ikamete tabii tuttu. Süleyman Demirel
ve Bülent Ecevit, Gelibolu Hamzaköy’e, Necmettin Erbakan
İzmir Uzunada’ya gönderildi. Bazı milletvekilleri ile
DİSK’in üst düzey yöneticileri gözaltına alındı.
Demokratik yaşama dur denilişin ikinci gününde ülke
genelinde saptanan 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general
komutan atandı. Aynı gün Türk Hava Kurumu, Çocuk
Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki bütün derneklerin
faaliyetlerinin durdurulduğu duyuruldu. Emniyet
Müdürlüğü bütün örgütüyle birlikte Jandarma Genel
Komutanlığı’nın emrine verildi. Emekli Deniz Kuvvetleri
Komutanı Bülend
Ulusu Başbakan olarak görevlendirdi.
Hazırladığı bakanlar kurulu listesini MGK,
21 Eylül 1980’de onayladı. Ulusu, olağanüstü
bir süratle Bakanlarını belirledi, aynı süratle hükümet
programını tamamladı.
Programın belirlediği hedefler, saptadığı sorunlar,
önerdiği çözümler ve öngördüğü faaliyetler tamamen MGK’nın
bildiri ve kararlarındaki görüşler doğrultusunda
hazırlanmıştı. Ekonomi yönetimi ise bir önceki dönemde
uygulanmaya başlayan 24 Ocak kararlarının mimarı o
dönemin Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’a bırakıldı.
Özal hükümette Başbakan Yardımcısı olarak yer aldı.
25 Eylül 1980’de bütün il genel meclisleriyle, belediye
meclisleri feshedildi. Belediye başkanlarının
görevlerine son verildi. Yerlerine MGK’ya yakın kamu
görevlileri veya ordudan emekli olmuş kişiler atandı. 67
ilden 27’sinin valileri değiştirildi ve yine bu
görevlere orduya yakın olanlar getirildi. MGK kısa bir
süre içinde önceki dönemden kalan sivil yöneticileri de
büyük ölçüde tasfiye etti.
12 Eylül’den sonra kurulan sıkıyönetim mahkemeleri üst
üste idam kararları vermeye başlarken, 1972’den beri
fiilen uygulanmayan idam cezaları da hızla infaz
edilmeye başlandı. Politik eylemleri nedeniyle hüküm
alanların yanı sıra adi hükümlülerin infazları da
gerçekleştirildi.
12 Eylül döneminde sıkıyönetim askeri mahkemelerince 517
sanığa idam cezası verildi. Askeri Yargıtay’ın
onayladığı idam kararlarının sayısı 124 oldu. Bunlardan,
MGK’nın onayladığı ve onay sonrası hemen infazı yapılan
50’si dışındakiler için cezalar müebbet hapse
dönüştürüldü.
İdam edilen 50 kişinin 18’i sol, 8’i sağ görüşlü ve 23’ü
de adli suçtan hükümlüydü. Ölüm cezası infaz
edilenlerden birisi de 1982 yılında Esenboğa Havaalanı
baskınının sorumlusu, ASALA adlı Ermeni terör örgütü
üyesi Levon Ekmekçiyan’dı.
Kenan Evren 3 Ekim 1984’te Muş’ta yaptığı konuşmada “Hainleri
asmayıp da besleyecek miyiz?” diyerek,
idam cezalarının infazında ısrarlı olduklarını
vurguladı. Evren’in bu sözü belleklere kazınacaktı…
Şimdi, bu kısa özet ışığında 12 Eylül’ü değerlendirecek
olursak ne demeliyiz?
Bizce, 12 Eylül kökü dışarıda bir harekettir ve
tahribatı süre gelmektedir. 12 Eylül’ün dayattığı
koşulların farklı kurum ve kuruluşlarda farklı etkileri
olmuştur.
12 Eylül’ün amacının terörü önlemek olduğunu söylemek
saf dilliktir. Ama terör, önde giden bir bahane
oluşturmuştur. Nitekim 12 Eylül’ün sorumluları, terör
yeterli bir bahane oluşturacak boyuta erişinceye kadar
ellerinde yetki olduğu halde beklemişlerdir. Terör 12
Eylül’le birlikte bir anda kesilmiştir. Çünkü işlevini
tamamlamıştır.
12 Eylül’le birlikte bilim metalaşmış, üniversiteler
ticarileştirilmiş, öğrenci müşteri konumuna
indirgenmiştir. 12 Eylül’le özdeşleşen tasfiyeler, baskı
ve terör, yalnızca görevlerine son verilenler üzerinde
değil, belki de ondan çok daha fazla kalanlar üzerinde
onarılamaz olumsuz etkiler bırakmıştır. Kendine güvenen,
yurt sorunları konusunda duyarlı bir kişilik yapısına
sahip gençlerin yerine, duyarsız ve sindirilmiş bir
gençlik yaratılmak istenmiştir. YÖK’ün kuruluşuyla
Üniversiteler kendilerini yöneten kurumlar olmaktan
çıkarılmıştır.
Darwin’in evrim teorisine karşı başlatılan kampanya 12
Eylül ürünüdür. Cahilliğe övgü, dinsel propaganda ve
örgütlenmelere yol açılması yine 12 Eylül rejiminin
somut bir sonucudur. 12 Eylül’ün kültürel hayat
üzerindeki karanlık gölgesi, 1990 yılında başlayan işçi
ve kamu emekçisi eylemlerinin açtığı yeni toplumsal
uyanış dönemi içinde kırılmaya başlamıştır. Fakat,
özellikle önemli bir aydın kesimi üzerindeki ‘gelecek
kuşkusu’ olarak niteleyebileceğimiz etkisi sürmektedir.
Bunun nedeni, bu aydınlarla halk hareketi arasındaki
ilişkinin siyasal ve örgütsel düzeyde kurulamamış
olmasıdır.
Doğaldır ki, düşünce ve anlatım özgürlüklerinin olmadığı
ülkelerde temel insan hak ve özgürlüklerinden de söz
edilemez. 12 Eylülcüler bunun bilincindeydi. Temel hak
ve özgürlükleri askıya almanın yolunun düşünceyi, sanat
adamlarını, aydınları susturmaktan geçtiğini pekâlâ
biliyorlardı. Bu anlamda 12 Eylül, en büyük darbeyi
kültür sanat ve düşünce ortamına indirdi. Sanatçıları,
yazarları, aydınları hapishanelerde, işkence evlerinde
baskı altında tutmakla kalmadı, kitap toplatmaları,
oyun, film yasaklamalarıyla kültür ortamını yok etti. Kitapları
imha etti. Kitap suç öğesi olunca onun yaratıcısı yazar,
aydın da suçluydu. İşte bu tutum sanat edebiyat alanında
gitgide içe kapanık, insan, toplum, tarih ve mekândan
soyutlanmış bir söylemi olan söylemsizliği, bir başka
deyişle içeriksizliği getirdi. 12 Eylül,
kültürsüzleştirme, düşünceyi yozlaştırma planlarıyla en
başta edebiyatla sanatın geleneksel, sanatsal
ilerlemesini engelleyerek bir duraklama dönemi yarattı.
Edebiyatta, sanatta gerilemeye neden oldu.
Gelelim günümüze…
12 Eylül Anayasası temel çerçevesiyle yerinde dururken,
darbe dönemine ait 838 adet yasa-kararname-kararla
ilgili iptal yasağı kalkmasına karşın, 12 Eylül hukukuna
hala dokunulamıyor. 12 Eylül Anayasasının bir ürünü olan
zorunlu din dersine de ve halen kimse ilişemiyor. Ve
Anayasanın geçici 15. Maddesinin “koruması” altında olan
12 Eylül darbecileriyle, binlerce suçun baş mimarı olan
generaller ile de henüz hesaplaşılamadı.
Bugün, 12 Eylül 2009’da darbenin 29. Yıldönümü’nde
darbenin derin izleri silinebilmiş değildir
12 Eylül düşünen insanın zihnine kelepçe vurmuştur.
12 Eylül, aydını, işçiyi,
memuru, köylüyü, öğrenciyi korkutmuş, susturmuş,
sindirmiştir. 12 Eylül yasaklarla birlikte anti
demokratik kurumlar getirmiştir. 12 Eylül beraberinde
bireyselleşmeyi, köşe dönmeyi, kendinden başka hiç
kimseyi düşünmemeyi getirmiştir.
12 Eylül 1980’de ülke yönetimine el koyan “Beşi bir
yerde”lerin en gözde ismi Kenan Evren’dir. “Netekim…”
sözcüğüyle de anılan bu darbeci Cumhurbaşkanlığından
sonra sanatçı kimliğine bürünmeye çalışmış, kendisini
resme vermiştir.
“Bir darbeciye dünyanın başka ülkesinde katil muamelesi
yapılırken ülkemizde ressam, sanatçı muamelesi
yapılmıştır.”
Sakın yanlış anlaşılmasın… Bu yazının bu son cümlesi
bana ait değil, ben söylemiyorum. Bu, Kültür Bakanı
Ertuğrul Günay’ın değerlendirmesidir.
Katılırsınız ya da katılmazsınız… |