12.05.2012, Beyaz Kule-Selanik, mübadillerle

 
   
 

TARİHTEN BİR YAPRAK

 

Son sözümüzü öne koyarak başlayalım: 12 Eylül ırk temelli siyaseti, din temelli siyaseti getirdi yaşamımıza. Etnik kimlikli siyasete olanak tanıdı 12 Eylül…

12 Eylül’ün getirisine-götürüsüne değinmeden önce kısaca bu sürece nasıl gelindi sorusunu yanıtlamaya çalışalım:

Süreç, ülkedeki istikrarsızlığın yanı sıra artan şiddet olaylarından tedirgin olan ordu üst kademesinin 27 Aralık 1979’da Milli Güvenlik Kurulu Başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e gönderdiği uyarı mektubuyla başladı. Mektupta, ülkenin içinde bulunduğu durum değerlendiriliyor sonrasında şöyle deniliyordu:

“Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizden bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle biraraya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.”

                Ülkeyi 1977 yılından beri Süleyman Demirel’in Başbakanı olduğu MHP ve MSP destekli AP azınlık hükümeti yönetiyordu. Muhalefet partisi CHP ile bir türlü diyalog kuramayan iktidar, “Milliyetçi Cephe Hükümetleri” olarak da anılıyordu.

                Cumhurbaşkanı Korutürk’ün 2 Ocak 1980’de kamuoyuna duyurduğu mektup gerek iktidar gerekse muhalefet partileri tarafından görmezden gelindi. Ordunun mektubu adresini bulamadan ortadan kalkmıştı…

                1980 sonbaharına gelindiğinde sosyal yaşamı derinden etkileyen olaylar artmış, birçok ilde sıkıyönetim ilan edilmiş ama şiddet olaylarının önü bir türlü kesilememişti.

                12 Eylül 1980 sabahı saat 04.00’de radyolardan Milli Güvenlik Konseyi’nin ilk bildirisi duyuruldu:

“Yüce Türk Milleti;

Büyük Atatürk`ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bir bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda izlediğimiz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile, varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir. (...) Parlamento ve hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurtdışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05.00’den itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur.”

Ve o karanlık geceyle başlayan saatler, yılları kovaladı. Ülkede tam bir cadı avı başladı. Partiler kapatıldı. Sendikalar başta olmak üzere bütün demokratik kuruluşlar baskı altına alındı, üyeleri yıllarca yargılandı. Demokratik haklar rafa kaldırıldı, insan hakları ayaklar altına alındı.

                Radyolardan yayınlanan bildirinin altında imzası olanlar kendilerine Milli Güvenlik Konseyi adını verdiler. Konsey, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşuyordu. Halk bunlara “beşi bir yerde” adını takacaktı.

MGK Başkanı Kenan Evren darbenin gerekçelerini aynı gün öğle saatlerinde yaptığı radyo ve televizyon konuşmasında kamuoyuna açıkladı. Buna göre yasama ve yürütme yetkileri MGK tarafından kullanılacak, kısa zamanda bir bakanlar kurulu oluşturulacak, yürütme sorumluluğu bu kurula bırakılacaktı.

Bu arada MGK, siyasi parti başkanlarını, “can güvenliklerinin sağlanması amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin koruma ve gözetiminde” belirli yerlerde ikamete tabii tuttu. Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit, Gelibolu Hamzaköy’e, Necmettin Erbakan İzmir Uzunada’ya gönderildi. Bazı milletvekilleri ile DİSK’in üst düzey yöneticileri gözaltına alındı.

Demokratik yaşama dur denilişin ikinci gününde ülke genelinde saptanan 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general komutan atandı. Aynı gün Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki bütün derneklerin faaliyetlerinin durdurulduğu duyuruldu. Emniyet Müdürlüğü bütün örgütüyle birlikte Jandarma Genel Komutanlığı’nın emrine verildi. Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu Başbakan olarak görevlendirdi. Hazırladığı bakanlar kurulu listesini MGK, 21 Eylül 1980’de onayladı. Ulusu, olağanüstü bir süratle Bakanlarını belirledi, aynı süratle hükümet programını tamamladı.

Programın belirlediği hedefler, saptadığı sorunlar, önerdiği çözümler ve öngördüğü faaliyetler tamamen MGK’nın bildiri ve kararlarındaki görüşler doğrultusunda hazırlanmıştı. Ekonomi yönetimi ise bir önceki dönemde uygulanmaya başlayan 24 Ocak kararlarının mimarı o dönemin Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’a bırakıldı. Özal hükümette Başbakan Yardımcısı olarak yer aldı.

25 Eylül 1980’de bütün il genel meclisleriyle, belediye meclisleri feshedildi. Belediye başkanlarının görevlerine son verildi. Yerlerine MGK’ya yakın kamu görevlileri veya ordudan emekli olmuş kişiler atandı. 67 ilden 27’sinin valileri değiştirildi ve yine bu görevlere orduya yakın olanlar getirildi. MGK kısa bir süre içinde önceki dönemden kalan sivil yöneticileri de büyük ölçüde tasfiye etti.

12 Eylül’den sonra kurulan sıkıyönetim mahkemeleri üst üste idam kararları vermeye başlarken, 1972’den beri fiilen uygulanmayan idam cezaları da hızla infaz edilmeye başlandı. Politik eylemleri nedeniyle hüküm alanların yanı sıra adi hükümlülerin infazları da gerçekleştirildi.

12 Eylül döneminde sıkıyönetim askeri mahkemelerince 517 sanığa idam cezası verildi. Askeri Yargıtay’ın onayladığı idam kararlarının sayısı 124 oldu. Bunlardan, MGK’nın onayladığı ve onay sonrası hemen infazı yapılan 50’si dışındakiler için cezalar müebbet hapse dönüştürüldü.

İdam edilen 50 kişinin 18’i sol, 8’i sağ görüşlü ve 23’ü de adli suçtan hükümlüydü. Ölüm cezası infaz edilenlerden birisi de 1982 yılında Esenboğa Havaalanı baskınının sorumlusu, ASALA adlı Ermeni terör örgütü üyesi Levon Ekmekçiyan’dı.

Kenan Evren 3 Ekim 1984’te Muş’ta yaptığı konuşmada “Hainleri asmayıp da besleyecek miyiz?” diyerek, idam cezalarının infazında ısrarlı olduklarını vurguladı. Evren’in bu sözü belleklere kazınacaktı…

Şimdi, bu kısa özet ışığında 12 Eylül’ü değerlendirecek olursak ne demeliyiz?

Bizce, 12 Eylül kökü dışarıda bir harekettir ve tahribatı süre gelmektedir. 12 Eylül’ün dayattığı koşulların farklı kurum ve kuruluşlarda farklı etkileri olmuştur.

12 Eylül’ün amacının terörü önlemek olduğunu söylemek saf dilliktir. Ama terör, önde giden bir bahane oluşturmuştur. Nitekim 12 Eylül’ün sorumluları, terör yeterli bir bahane oluşturacak boyuta erişinceye kadar ellerinde yetki olduğu halde beklemişlerdir. Terör 12 Eylül’le birlikte bir anda kesilmiştir. Çünkü işlevini tamamlamıştır.

12 Eylül’le birlikte bilim metalaşmış, üniversiteler ticarileştirilmiş, öğrenci müşteri konumuna indirgenmiştir. 12 Eylül’le özdeşleşen tasfiyeler, baskı ve terör, yalnızca görevlerine son verilenler üzerinde değil, belki de ondan çok daha fazla kalanlar üzerinde onarılamaz olumsuz etkiler bırakmıştır. Kendine güvenen, yurt sorunları konusunda duyarlı bir kişilik yapısına sahip gençlerin yerine, duyarsız ve sindirilmiş bir gençlik yaratılmak istenmiştir. YÖK’ün kuruluşuyla Üniversiteler kendilerini yöneten kurumlar olmaktan çıkarılmıştır.

Darwin’in evrim teorisine karşı başlatılan kampanya 12 Eylül ürünüdür. Cahilliğe övgü, dinsel propaganda ve örgütlenmelere yol açılması yine 12 Eylül rejiminin somut bir sonucudur. 12 Eylül’ün kültürel hayat üzerindeki karanlık gölgesi, 1990 yılında başlayan işçi ve kamu emekçisi eylemlerinin açtığı yeni toplumsal uyanış dönemi içinde kırılmaya başlamıştır. Fakat, özellikle önemli bir aydın kesimi üzerindeki ‘gelecek kuşkusu’ olarak niteleyebileceğimiz etkisi sürmektedir. Bunun nedeni, bu aydınlarla halk hareketi arasındaki ilişkinin siyasal ve örgütsel düzeyde kurulamamış olmasıdır.

Doğaldır ki, düşünce ve anlatım özgürlüklerinin olmadığı ülkelerde temel insan hak ve özgürlüklerinden de söz edilemez. 12 Eylülcüler bunun bilincindeydi. Temel hak ve özgürlükleri askıya almanın yolunun düşünceyi, sanat adamlarını, aydınları susturmaktan geçtiğini pekâlâ biliyorlardı. Bu anlamda 12 Eylül, en büyük darbeyi kültür sanat ve düşünce ortamına indirdi. Sanatçıları, yazarları, aydınları hapishanelerde, işkence evlerinde baskı altında tutmakla kalmadı, kitap toplatmaları, oyun, film yasaklamalarıyla kültür ortamını yok etti. Kitapları imha etti. Kitap suç öğesi olunca onun yaratıcısı yazar, aydın da suçluydu. İşte bu tutum sanat edebiyat alanında gitgide içe kapanık, insan, toplum, tarih ve mekândan soyutlanmış bir söylemi olan söylemsizliği, bir başka deyişle içeriksizliği getirdi. 12 Eylül, kültürsüzleştirme, düşünceyi yozlaştırma planlarıyla en başta edebiyatla sanatın geleneksel, sanatsal ilerlemesini engelleyerek bir duraklama dönemi yarattı. Edebiyatta, sanatta gerilemeye neden oldu.

Gelelim günümüze…

12 Eylül Anayasası temel çerçevesiyle yerinde dururken, darbe dönemine ait 838 adet yasa-kararname-kararla ilgili iptal yasağı kalkmasına karşın, 12 Eylül hukukuna hala dokunulamıyor. 12 Eylül Anayasasının bir ürünü olan zorunlu din dersine de ve halen kimse ilişemiyor. Ve Anayasanın geçici 15. Maddesinin “koruması” altında olan 12 Eylül darbecileriyle, binlerce suçun baş mimarı olan generaller ile de henüz hesaplaşılamadı.

Bugün, 12 Eylül 2009’da darbenin 29. Yıldönümü’nde darbenin derin izleri silinebilmiş değildir

12 Eylül düşünen insanın zihnine kelepçe vurmuştur. 12 Eylül, aydını, işçiyi, memuru, köylüyü, öğrenciyi korkutmuş, susturmuş, sindirmiştir. 12 Eylül yasaklarla birlikte anti demokratik kurumlar getirmiştir. 12 Eylül beraberinde bireyselleşmeyi, köşe dönmeyi, kendinden başka hiç kimseyi düşünmemeyi getirmiştir.

12 Eylül 1980’de ülke yönetimine el koyan “Beşi bir yerde”lerin en gözde ismi Kenan Evren’dir. “Netekim…” sözcüğüyle de anılan bu darbeci Cumhurbaşkanlığından sonra sanatçı kimliğine bürünmeye çalışmış, kendisini resme vermiştir.

“Bir darbeciye dünyanın başka ülkesinde katil muamelesi yapılırken ülkemizde ressam, sanatçı muamelesi yapılmıştır.”

Sakın yanlış anlaşılmasın… Bu yazının bu son cümlesi bana ait değil, ben söylemiyorum. Bu, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın değerlendirmesidir.

Katılırsınız ya da katılmazsınız…