• ANAFİLYA YAZILARI 
 
						
						Yolsuzluk, dolandırıcılık aldı başını gidiyor… 
						
						
						Bu kez Fener olayı var gündemde. Kısaca gelişmeleri 
						anımsatalım: 
						
						
						Mehmet Karasu adında bir şahıs, aslında “tarla” olan bir 
						araziyi sahiplerinden satın aldıktan sonra, Belediye’nin 
						ayarlaması sonucu o yörenin “ticari alana açık bölge” 
						olmasını sağlamış ve 3 milyon 400 bin YTL’ye aldığı 
						arsayı, plan değişikliği yapıldıktan sonra 16 küsur 
						milyon YTL’ye, Tesco Kipa isimli bir yabancı şirkete 
						satmıştı. CHP Meclis Grup Başkanvekili Kemal 
						Kılıçdaroğlu’nun bu danışıklı dövüş işleminde AKP Genel 
						Başkan Yardımcısı ve Sakarya milletvekili Şaban 
						Dişli’nin 1 milyon ABD Doları tutarında para aldığına 
						ilişkin belgeyi ortaya koymasından sonra da adına 
						“Dişli” denilen olay patlamıştı. Yolsuzluklara damardan 
						gireceğini her fırsatta yenileyen Başbakan RTE, bu 
						konuda susmuş Dişli ise AKP üst yönetimince görevinden 
						istifa ettirilmişti. 
						
						
						Dişli olayı henüz soğumamıştı ki bu kez Gaziantep’den 
						ses geldi… Nuri Üysen adında AKP’li bir iş adamı 
						Şehitkamil Belediyesi sınırları içindeki Güvenevler 
						Mahallesi’nde, 120 dönümlük araziyi 14 milyon YTL 
						karşılığında sahiplerinden satın almış, 3 gün sonra da 
						bir Lüksemburg firmasına 87 milyon 500 bin YTL 
						karşılığında satmıştı! ... 72 saat içinde 73 milyon 500 
						bin YTL’yi tokatlayan Üysen, Büyükşehir Belediyesine de, 
						“Arsanın 55 dönümlük kısmını size bağışlayalım, planda 
						istediğimiz değişikliği yapın” demişti. AKP’li Belediye 
						de 55 dönümün 27,5’unu kendisine ayırarak 27,5 dönümünü 
						de Şehitkamil Belediyesi’ne vererek işlemi tamamlamıştı. 
						Ne var ki satıştan kısa bir süre sonra Şehitkamil 
						Belediyesi işleme itiraz edince, pasta paylaşılamamış, 
						kavga çıkmış, mahkeme kapısına sıralanmışlardı. 
						
						
						Ardından Fener olayı geldi… 
						
						
						Almanya’da yaşayan Elif Fatma Oruç, sevgilisi olduğu 
						söylenen Mehmet Gürhan’ın evli olduğunu öğrenince terk 
						etmişti. Kırgın ve kızgındı… Oturdu Bölge Valiliği’ne 
						bir mektup yazdı. Gürhan’ın  ‘kriminal adam’ olduğunu 
						ihbar etti. Mehmet Gürhan Almanya’daki Deniz Feneri 
						Derneği’nin eski başkanı, Almanya’dan yayın yapan Euro 7 
						adlı televizyonun da eski genel müdürüydü. Olaya el 
						koyan Frankfurt savcısı Gürhan’ın dolandırıcılık yaptığı 
						sonucuna vararak tutukladı. Derken Frankfurt Eyalet 
						Mahkemesi’nde duruşma başladı. Salona elleri kelepçeli 
						getirilen Gürhan önce konuşmadı… Dernek muhasebecisi 
						Firdevsi Ermiş ise Alman savcı Kerstin Lotz’un iddiasını 
						doğruladı. Buna göre: Almanya’daki camilerde, 
						“yoksullara yardım” adı altında topladıkları 41 milyon 
						600 bin Euro parayı kaçak yollarla Türkiye’ye getirip, 
						azını “yardım” faaliyetinde kullanarak, gerisini kendi 
						şirketlerine aktarmışlar. Parayı taşıyanlar –yani 
						kuryelik yapanlar- arasında derneğin ortaklarından Zahid 
						Akman’ın da adı geçiyor. AKP’li RTÜK Başkanı Akman, 
						“Müslümanları kandırarak toplanan paraları Türkiye’ye 
						getirip deve yapmaktan” sanık. Beş yıl süreyle 
						Almanya’ya girmesi de yasak! ... Mahkemece 
						sorgulananlardan Mehmet Taştan, bağış paralarının 
						Türkiye’ye aktarıldığını, hatta bir kez, Kanal 7 
						binasında yönetici Zekeriya Karaman’a 200 bin Euro para 
						götürdüğünü itiraf ediyor. Mahkeme özellikle, 
						Türkiye’deki Kanal 7 ile Deniz Feneri Derneği arasındaki 
						ilişkiye dikkat çekiyor. Hatırlayacaksınız Deniz Feneri 
						Derneği’ne 17 Nisan 2006 tarihinde Bakanlar Kurulu 
						kararıyla “kamu yararına çalışan dernek” statüsü 
						verilmiş, -Allah adına (!) toplanan paranın vergisi olur 
						mu dercesine- her türlü vergiden muaf tutulmuştu. 
						Yetmemiş, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç tarafından 
						‘üstün hizmet’ madalyasıyla ödüllendirilmişti. 
						 
						
						
						İktidar yanlısı Kanal 7’nin kuruluş öyküsü de Fener 
						olayı ile aydınlandı… 1993 yılında Türkiye Gazetesi 
						temsilcisi olan Yeniçağ Gazetesi yazarı Sabahattin 
						Önkibar, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip 
						Erdoğan’ı Büyük Ankara Oteli’nde yemeğe davet eder. 
						Tayyip yanına iki asistanını alarak gelir. Birisi 
						şimdiki RTÜK Başkanı Zahid Akman diğeri ise daha sonra 
						Kanal-7’nin sahibi olacak Zekeriya Kahraman’dır. Yemekte 
						Almanya’dan aktarılan parayla Kanal 7’nin kurulma 
						projesi gündeme getirilir, pazarlık konusu tartışılır. 
						
						
						Türkiye’deki Deniz Feneri Derneği’nin faaliyetleri de 
						şeytana pabucunu ters giydirir… Bir makbuza göre, 20 
						Mart 2003 tarihinde 80 haneli Süleymaniye Muhtarlığı’na 
						tam 140 ton gıda yardımı yapılmış. Belgede muhtarın 
						mührü de var. Ancak muhtar, böyle bir yardım 
						almadıklarını, 1500 kişinin yaşadığı belde’de 140 ton 
						gıda yardımını koyacak bir yer bile olmadığını söylüyor. 
						Balıkesir’in Aşağı Şapçı Köyü’nde de benzer bir olay 
						yaşanmış. Dernek temsilcileri köye gitmişler köylülere 
						ihtiyaçlarını sormuşlar, miktar haneleri boş makbuzları 
						imzalatıp tüymüşler. Köydekiler hiçbir yardım 
						almadıklarını söylüyorlar. 
						
						
						Dönelim Almanya’ya… Dava sonuçlandı: Bağış paralarını 
						amaç dışında kullanmaktan suçlu bulunan Mehmet Gürhan 5 
						yıl 10 ay, Mehmet Taşkan 2 yıl 9 ay, Firdevsi Ermiş 1 
						yıl 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. Hâkim Jochen 
						Müller, “Almanya’da bildiğim en büyük bağış skandalı. 
						Bütün ipler Kanal 7’nin elindeydi. Gürhan ve Taşkan; 
						Zekeriya Karaman, İsmail Karahan, Mustafa Çelik ve Zahid 
						Akman’dan gelen talimatlara göre hareket ettiler. Baş 
						sorumlular Türkiye’deydi” dedi. Fener davasına 
						kilitlenen Türk kamuoyu olanları hayret ve ibretle 
						izledi. Bizce işin en ilginç yanı şu: 
						
						
						Hıristiyan bir ülkede Hıristiyan bir yargıç, Müslüman’ı 
						dolandıran Müslüman’dan hesap soruyor, Müslüman’ın 
						başbakanı Hıristiyan’a bakakalıyor…  
						
						
						Ömer Hayyam olsa ne derdi dersiniz! 
						
						
						  
						
						
						İsyan edip karşında duracağım, nerdesin? 
						
						
						Karanlığı ışığa yoracağım, nerdesin? 
						
						
						İbadete karşılık cenneti alacaksam 
						
						
						“Bağış mı? ticaret mi?” soracağım, nerdesin? 
						
						
						  
						
						
						Başbakan öfkeli, Başbakan kızgın… Ülkede yolsuzluk, 
						işsizlik diz boyu, ekonomi hız kesmiş, büyüme durmuş, 
						yoksulluk artmış, terör çok üzücü boyutlara ulaşmışken 
						çare arayacağına, Almanya’da patlayan Deniz Feneri’ndeki 
						yolsuzluk iddialarının üzerine gideceğine, bunları haber 
						yapan gazeteleri ve Ana muhalefet Partisi CHP’yi 
						suçluyor. Çok hazin! Doğan Medya Grubunun patronu Aydın 
						Doğan’a ateş püskürüyor: “Seni ahlaksız ilan ederim” 
						diyor.  Doğan da altında kalır mı? O da: “Sicil amirim 
						Başbakan değildir.” Yanıtını veriyor. Başbakan’ın daha 
						da ileri giderek, “Emirle yazı yazan köşe yazarı, 
						silahşorlar” dediği gazeteciler de Başbakan’a yanıt 
						vermek de gecikmiyorlar: “…hiç kusura bakmasın! 
						Yolsuzluk, dolandırıcılık yapan –Almanya’daki Deniz 
						Feneri derneği dâhil- kendisine yakın görünenler de 
						olsa, gerçeği yazacağız. Bizim işimiz bu! Bunu da böyle 
						bilsin!” Fener-ampul ilişkisinin aydınlatılmasında son 
						nokta diyebileceğimiz Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 
						haberleri duyuran gazeteler için boykot çağrısında 
						bulunması bize yine usta şair Ömer Hayyam’ın şu 
						dizelerini anımsatıyor:  
						
						
						  
						
						
						Kör cehalet çirkefleştirir insanları. 
						
						
						Suskunluğum asaletimdendir. 
						
						
						Her lafa verecek bir yanıtım var elbet 
						
						
						Lakin lâfa bakarım... Bir de söyleyene… Adam mı diye 
						
						
						  
						
						
						Kafkaslarda da işler karışık. Rusya Gürcistan’ı üç’e 
						böldü. Tayyip Bey’in “İstikrar Paktı” fiyaskoyla 
						sonuçlansa da aynı günlerde Çankaya köşkü, Abdullah 
						Gül’ün Cumhurbaşkanlığının birinci yıl dönümünü sevinçle 
						kutluyordu. Gül 114 yasayı, 1300 küsur kararnameyi 
						onaylamış, 17 dış geziye katılmış, iç geziler de yapmış… 
						“Çankaya sofraları” düzenlemiş, pastırmalı yumurta ikram 
						etmiş. Ama “Atatürk ilke ve inkılâplarına ve laik 
						Cumhuriyet ilkesine bağlı kalma” yeminini yerine 
						getirdiğini söylemek hiç olası görülmüyor. Gül ve köşk 
						denilince, akla kayıp trilyon davası, hazine’nin zarara 
						uğratılması geliyor. Bu konuda en ön planda sorumluluk 
						taşıyan iki kişiden biri Gül, diğeri Erbakan Hoca... 
						Zarara uğrayan hazinenin başındaki Maliye Bakanı 
						Unakıtan, işin peşini kovalamak yerine Gül’ü affediyor, 
						onu yargılanmaktan kurtarıyor. Böylece Cumhurbaşkanlığı 
						koltuğunda oturan Gül, Erbakan’ı, Başbakan RTE de Maliye 
						Bakanı’nı affediyor… Halkalar kuvvetlice birbirine 
						ekleniyor. Ve dokunulmazlıklara dokunulmamakla Başbakan, 
						79 AKP milletvekilini affetmiş oluyor… Halkımız ne 
						yapıyor! Bir kilo kömür, yarım kilo nohut karşılığında 
						afçıları iktidara taşıyor... Azla yetinmeyi bilen 
						sevgili halkımıza ne derdi acaba Hayyam usta: 
						
						
						  
						
						
						Niceleri geldi, neler neler istediler, 
						
						
						Sonunda dünyayı böyle bırakıp gittiler… 
						
						
						Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi? 
						
						
						O gidenler de hep senin gibiydiler 
						
						
						  
						
						
						Ramazan geldi, gitti… Kutlu olsun… 
						
						
						Oruçlar tutuldu, camiler doldu. Ramazan Müslümanları 
						ahkâm kestiler. Oruç tutmayanlara düşman gözüyle 
						baktılar. Teravihe gitmeyenleri eleştirdiler. Müslüman 
						olan olmayan, oruç tutan, tutmayan iftar çadırlarını 
						doldurdu. Yenildi içildi. Ramazan bereketi denildi. 
						İstanbul’da 26 ilçe Belediyesi’nin 50 çadırında her gün 
						180 bin kişi karnını doyurdu. Başkent Ankara’da 30 ayrı 
						yerde, 18 bin kişi her gün iftarını açtı. Belediyeler, 
						muhtaç ailelere her gün paket paket iftarlık dağıttı. 
						Rakamlar bize Türkiye genelinde yaklaşık 20 milyon 
						muhtaç olduğunu gösteriyor. Ve AKP iktidarı bu yirmi 
						milyon aç insanı din-iman adına otuz gün doyurmayı, 
						açılan çadırları başarı sanıyor… Oysa bunun adı düpedüz 
						Ramazan sömürüsü… Ne derdi acaba Hayyam usta: 
						
						
						  
						
						
						İçin temiz olmadıktan sonra, 
						
						
						Hacı hoca olmuşsun kaç para… 
						
						
						Hırka, tespih, post, seccade güzel de, 
						
						
						Ama Tanrı kanar mı bunlara? 
						
						
						  
						
						
						Mahalle baskısına bir de belediye baskısı eklendi… 
						Belediye zabıtası, içki satan dükkân sahibi Metin 
						Şahin’i güpegündüz hem de başkentin göbeğinde çivili 
						sopalarla dövdü… Eli sopalı Zabıta memuru Bahri Şahin, 
						‘vukuatlı’ çıktı. Şahin’in Yozgat Yerköy’de Zabıta 
						Müdürü olduğu 1998’de Devlet Hastanesini basıp Başhekim 
						yardımcısı Erdal Sarıca’yı hastalarının önünde dövdüğü 
						belirlendi. Olayın geçtiği Keçiören Belediyesi Zabıta 
						Müdürü İsmet Öztürk’ün ise, 8 ay önce çökertilen bir 
						çetenin liderinden telefonla talimat aldığı gerekçesiyle 
						gözaltına alındığı ortaya çıktı.  
						
						
						Tarihi Moda İskelesi’nde de içki yasağı konuldu. 
						Modalıların, “hayat tarzımıza müdahale etmenize izin 
						vermeyeceğiz” diyerek her Cuma günü Moda İskelesi’nde 
						buluşarak içki içtikleri, AKP iktidarını protesto 
						ettikleri haber veriliyor. 
						
						
						Türkiye’nin tüm şehirlerindeki içki ruhsatlı lokanta, 
						kulüp ve benzeri yerleri kırmızı bölgelerde toplama 
						amacıyla başlayan ve Danıştay’dan dönen proje sonrası iş 
						çığırından çıktı… Tüm AKP’li Belediyelerin süresi biten 
						belediye mekânlarında uyguladıkları içki yasağına Milli 
						Eğitim Bakanı da katıldı. Öğretmen evlerini belediyelere 
						benzetti. Hayyam usta yaşasaydı ne derdi: 
						
						
						  
						
						
						Sen bu dünyanın sırrına eremezsin, 
						
						
						Erenlerin dilini de sökemezsin… 
						
						
						Öyleyse iç şarabı, cennet et dünyanı 
						
						
						Öteki cennete ya girer, ya giremezsin.. 
						
						
						  
						
						
						Laik Türkiye hızla yok ediliyor… İstanbul 
						Gaziosmanpaşa’da metro istasyonuna tarikat yuvası 
						Mescid-i Selam Külliyesi’nin adı verildi. SHP’nin 
						Bursa’nın Osmangazi, Yıldırım ve Nilüfer ilçelerine 
						astığı “Ne şeriat ne darbe” yazılı pankartlar söküldü, 
						Kestel ilçesine asılan pankart parçalandı.  
						
						
						Başbakan, “Benim partimin belediyeleri bu noktada 
						olumsuz tavır içine giremezler” dedi. Peki, Hayyam usta 
						ne derdi: 
						
						
						  
						
						
						 Ey kara cübbeli.. senin gündüzün gece.. 
						
						
						 Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere.. 
						
						
						 Onlar yaratanın sanatı peşindeler, 
						
						
						 Seninse aklın abdest bozan şeylerde... 
						
						
						  
						
						
						Yaz aylarını geride bıraktık… Anayasa Mahkemesinin 
						kapat(ma)ma kararı, büyük kentlere ulaşan terör, Orman 
						yangınları, trafik kazaları, sıcaklar, susuzluk, 
						yolsuzluk, yoksulluk, Başbakanın kendisini “çevrecinin 
						daniskası” ilan etmesiyle 2006 yaz ayları anılar 
						hanemizde yerini aldı. Bir de plajlarımızın görüntüsü 
						vardı zihinlere kazınan… Başındaki türbanından çok 
						altındaki dar eteğe gözlerin takıldığı bayanlar, Diz 
						altına uzanan haşemalı baylarla Arabistanı anımsatan 
						2008 Türkiye’si… Kısaca iman ile siyasetin temsilcisi 
						AKP’nin toplumu. Hayyam usta ne derdi acaba?    
						 
						
						
						  
						
						
						Kim görmüş bu cenneti cehennemi? 
						
						
						Kim gitmiş de getirmiş haberini? 
						
						
						Kimselerin bilmediği bir dünya 
						
						
						Özlenmeye,  korkunmaya değer mi? 
						
						
						  
						
						
						Cumhurbaşkanı bir yandan Başbakan öte yandan turlayıp 
						duruyorlar. Birisi İstanbul’da Anıtkabir’i ziyaret 
						teferruattır” diyen şeriat devleti İran’ın Cumhurbaşkanı 
						Ahmedinejad ile Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin 
						“soykırım yapmakla” suçladığı “Darfur Kasabı” Sudan 
						Devlet Başkanını ağırlarken diğeri, ortaya attığı 
						“Kafkasya İşbirliği ve İstikrar Platformu” için 
						Moskova’ya Gürcistan’a koşuyor. İçerideyse yasaklar, 
						yoksulluk ve yolsuzluk almış başını gidiyor. Kıbrıs, 
						Ege, Güney Doğu çözüm bekliyor… AKP ne yapıyor: Denge 
						tazminatı uygulamasında saf dışı bıraktığı imamları 
						nasıl ikna edeceğini düşünüyor. La havle… Hayyam usta’ya 
						soralım: 
						
						
						  
						
						
						
						Sen sofusun hep dinden dem vurursun, 
						
						
						
						Bana da sapık dinsiz der durursun.. 
						
						
						
						Peki, ben ne görünüyorsam o'yum. 
						
						
						
						Ya sen? sen ne görünüyorsan o'musun? 
						
						
						  
						
						
						Kıbrıs işi çıkmazda… Daha doğrusu gelişmeler ulusal 
						politikanın tam tersi yönde… Neydi Türkiye’nin tezi: 
						“İki halklı, iki kesimli, iki kurucu devletin eşit 
						siyasi statüde olacakları yeni bir yapı…” Peki, KKTC 
						Cumhurbaşkanı Talat ile Rum lideri Hristofyas arasındaki 
						görüşmenin resmi açıklaması ne diyor: “İki lider, 
						prensipte anlaştıkları tek egemenlik ve tek vatandaşlık 
						konusunu görüştüler.” Sözün kısası Talat, KKTC’nin 
						Kıbrıs devletini temsil eden Rum yönetimine eklemlenmesi 
						ve Kıbrıs Türk halkının Rum hâkimiyeti altına sokularak 
						azınlık hüviyetine indirgenmesini onaylamış oluyor. İyi 
						pazarlamacı Talat. Helal Olsun… Hayyam usta ne dersin? 
						
						
						  
						
						
						
						Dünya üç beş bilgisizin elinde, 
						
						
						
						Sanırlar ki tüm bilgiler kendilerinde.. 
						
						
						
						Üzülme sen, eşek eşeği beğenir, 
						
						
						
						Bir hayır var sana kötü demelerinde.. 
						
						
						  
						
						
						AKP kurucusu ve yüksek disiplin kurulu üyesi İsmail 
						Safi’nin “Türkiye’de Muhafazakâr Siyaset ve Yeni 
						Arayışlar” adlı kitabı çarpıcı anket bilgileri içeriyor. 
						Örneğin, AKP’li milletvekillerinin annelerinin tamamı, 
						eşlerinin de yüzde 83’ü kapalı. Annelerin yüzde 98’inin, 
						eşlerin de yüzde 87’sinin ev kadını olduğunu ortaya 
						koyan ankete göre, milletvekillerinin yüzde 78’i de 
						kamuda türban serbestîsinden yana. Belediye 
						başkanlarının ise yüzde 99’u annesinin başörtüsü 
						taktığını açıklıyor. AKP’li milletvekili, belediye ve il 
						başkanlarının yüzde 93’ü üniversitelerde başörtüsü 
						serbest olmalı derken büyük çoğunluğu kamuda da serbest 
						olmasından yana. Ankete katılanların yüzde 5’i ise, 
						“Cumhuriyete gerek yok, demokrasi yeterlidir” diyor. 
						Hayyam usta ne derdi? 
						
						
						  
						
						
						
						Ey kör! bu yer, bu gök, bu yıldızlar, boştur boş! 
						
						
						
						Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş! 
						
						
						
						Şu durmadan kurulup dağılan evrende, 
						
						
						
						Bir nefestir alacağı, o da boştur boş! 
						
						
						  
						
						
						Bir Yaşar Büyükanıt geldi geçti… 
						
						
						Sayın başkan sizi, Dolmabahçe toplantısındaki giz, ancak 
						beraberinde getirdiği tüyler ürpertici rivayetlere karşı 
						gösterdiğiniz sabır ve tevekkül’le, 
						
						
						Sizi, rekor sayılabilecek paralarla, korunmanız için 
						satın alınan otomobilinizle, 
						
						
						Sizi, orduyu tüm irticacılardan temizle(me)yip, iktidara 
						yardımcı olduğunuz için şükranla, 
						
						
						Sizi, hayatını vatanına adamış Atatürkçü Orgeneral’lerin 
						tıpkı vatan haini teröristler gibi tutuklanmasına 
						kayıtsız kalışınızla, bigânelik ve vefasızlığınızla, 
						
						
						Ve… sizi, 
						
						
						“Atatürkçülük sözde değil öz’de olmalıdır” çıkışınızı 
						bir daha tekrar etmemekteki ısrarınızla anacağız. 
						
						
						Güle Güle Yaşar Paşam, güle güle! ... 
						
						
						  
						
						
						* 
						
						
						  
						
						
						Ermenistan’ı Erivan’da 2-0 mağlup ettik. Cumhurbaşkanı 
						Gül “giderim de, gitmem de…” derken gidiverdi Erivan’a… 
						Soykırım Anıtı’na çelenk koymadı ama maçı Ermenistan 
						Cumhurbaşkanı Sarkisyan’la yan yana izledi. Diyeceksiniz 
						ki; “N’oldu yani, maça gitti de Ermeniler soykırım ve 
						tarihsel iddialarından vazgeçip Türkiye ile dost mu 
						oldular?” Haklısınız… Ama Ermeniler için kazanç oldu. 
						“Türkiye dize geldi…” dediler.  
						
						
						  
						
						
						* 
						
						
						  
						
						
						Türkiye’ye gelen Fransız Milli Bilimsel Araştırma 
						Merkezi görevlisi Dil Uzmanı Prof.Dr. Thomas Drew-Bear, 
						Frigya’yı gün ışığına çıkarmak istediğini söyledi. Frig 
						halkının genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraştığını 
						belirten Drew-Bear, “Atları, öküzleri ve katırları 
						vardı. Kağnı kullanıyorlardı. Kadınların başları 
						örtülüydü. Türkiye’de Frigya esintileri var.” Dedi.  
						Frig Vadisi’ne Doğu’dan, Kuzey’den ve Afrika’dan göçler 
						olsa da Friglerin torunları hala bu vadide. Bilim 
						adamının bu saptamasından yola çıkarak Frigyalılar hala 
						yaşıyor diyebilir miyiz! 
						
						
						  
						
						
						* 
						
						
						  
						
						
						İsveç tarihinin kurucuları arasında yer alan Prof.Svden 
						Lagerbring’in 1764’de yazdığı 58 sayfalık bir kitapta 
						İsveçlilerin Türk kökenli olduğunu ve İsveççede yer alan 
						Türkçe kelimelerin bunu ortaya koyduğunu söylüyor. Söz 
						konusu kitabı ilk kez Türk kamuoyunun dikkatine sunan ve 
						herhangi bir karşılık bulamayan ise Ali Nuri Dilmeç. 
						Asıl adı Gustaf Nuring olan Dilmeç 1861’de İsveç’in 
						Malmö kentinde doğmuş, 17 yaşında İstanbul’a gelip 
						yerleşmiş, Ali Nuri ismini almış. Siyonizmin kurucusu 
						Teodor Hertzl, Ali Nuri Bey’i, “Fraklı Osmanlı Vikingi” 
						olarak tanımlamış. Neyse… Kitapta İsveç’in önemli 
						tanrılarından Odin’in de Türk asıllı olduğu ifade 
						ediliyor. “Bizim atalarımız Odin’in yoldaşları 
						Türklerdir,” deniliyor. Odin yanında iki kurtla 
						dolaşırmış… 
						
						
						  
						
						
						* 
						
						
						  
						
						
						“Kapıdaki Düşman” İngiltere’de piyasaya yeni çıkan bir 
						kitap… Yazarı, Andrew Wheatcroft. Financial Times ve 
						Daily Telegraph gazetelerinde yayımlanan tanıtım 
						yazılarına bakılırsa kitap oldukça ilgi çekiyor. Kitap 
						Avrupa’da Türk Korkusunu konu alıyor. Yazar aslında 
						Avrupa’nın çeşitli ülkelerini yüzyıllar boyunca yönetmiş 
						Habsburg Hanedanı ile Osmanlılar’ın uzun bir süre neden 
						savaştıkları ve sonunda neden savaşmayı bıraktıkları 
						sorusuna yanıt aramış. Türk korkusunun izleri 1071’de 
						ortaya çıkmış, Osmanlı’nın 1863’te Viyana’yı 
						kuşatmasıyla odak noktasına ulaşmış. Ve eğer Türkler 
						Avrupa Birliğine girecek olurlarsa, Viyana’da 
						yaşadıkları yenilginin tersine çevrilmesi anlamına 
						geleceğini düşünüyorlar (mış). 
						
						
						  
						
						
						*  
						
						
						2.Uluslararası Deniz Kültürü Festivali, 22 Ekim’de 
						İzmir’de başlayacak. Festival, topluma çevre ve deniz 
						kültürü bilinci aşılamayı, deniz temizliği ve deniz 
						güvenliğine dikkat çekmeyi ve İstanbul’a 2010 Kültür 
						başkenti olarak uluslararası denizcilik festivalleri 
						merkezi olma özelliği kazandırmayı hedefliyor. Festival, 
						Türk halkının denizi daha aktif kullanmasını ve denizin 
						nimetlerinden faydalanmasını sağlamayı da amaçlıyor… İki 
						şey anımsatıyor bize bu etkinlik. İlki deniziniz varsa 
						feneriniz de olacak. İkincisi çevreci isek, Kızılağaç 
						ormanlarını orman vasfından çıkaran yasanın mimarı, 
						denizi kirleten balık çiftliklerine çare bulamayan, 
						koyları beton yığınına çeviren RTE’nin sözünü 
						unutmayacağız. Ne demişti Başbakan: “Ben çevrecilerin 
						daniskasıyım…” 
						
						
						Evet… Şu mübarek ayda hilesini bilen de sillesini yiyen 
						de ayakta. Bakalım, Kasımpaşa’dan başlayan yolculuk 
						nerede ve zaman sona erecek! 
						
						
						  
						
						
						Bayramınızı içten duygularımızla kutluyoruz. 
						
						
						Sağlıkta, huzurda, mutlulukta kalınız… 
						
						
						   |