| 
						  | 
						
						 
						
						
						• ANAFİLYA YAZILARI 
						  
						
						
						Önce, 
						
						
						
						Cumhuriyetin 85.yılında mutlu olduğumuzu söyleyemeyiz. 
						Ucundan bucağından kemirilen cumhuriyetin neresine 
						sevinmeliyiz? Neresi coşkulu kılsın bizleri? Cumhuriyet 
						hiç bu kadar savunmasız, hiç bu kadar zavallı olmamıştı. 
						Türk insanı hiçbir zaman cumhuriyeti savunanları 
						hapishanelerde, ihanet edenlerini Meclis’te 
						düşünmemişti. İnsanımız hiçbir zaman cumhuriyeti yıkmak 
						isteyenlere teslim olmamıştı… Cumhuriyet düşmanlarını 
						nefretle kınıyor, vatan hainlerine bir kez daha lanet 
						ediyoruz. 
						
						
						
						Sonra, 
						
						
						
						Cumhuriyetimizi kuran O büyük insan… 
						
						
						
						Yetim büyüdü. 
						
						
						
						Üvey evlat oldu. 
						
						
						
						Tutuklandı. 
						
						
						
						Hapse atıldı. 
						
						
						
						Sürüldü. 
						
						
						
						İşsiz kaldı. 
						
						
						
						“Harcamalarım fazla değil, zira gelirim hep az” 
						diye not düştü sıkıntılı günlerinde… 
						
						
						
						Böbreklerinden hastalandı. 
						
						
						
						Göğsünden vuruldu. 
						
						
						
						Mesleğinden atıldı.  
						
						
						
						İdama çarptırıldı. 
						
						
						
						Kardeşleri öldü. 
						
						
						
						Çocuğu olmadı.  
						
						
						
						Karaciğeri iflas etti. 
						
						
						
						1996 Kayseri’nin 
						RP’li Belediye Başkanı Şükrü Karatepe onu anma 
						törenlerine katıldıktan sonra “İnancımıza saygı 
						duyulmadığı bir dönemde içim kan ağlayarak bugünkü 
						törenlere katıldım” dedi. 
						
						
						
						Dinci Başbakan ve partisi onu sevmedi. 
						
						
						
						Dinciler kabrini ziyaret etmedi. 
						
						
						
						Oysa O, 
						
						
						
						Bizi düşman esaretinden kurtarmış, cumhuriyetimizi 
						kurmuştu. 
						
						
						
						Evet... O, Mustafa Kemal Atatürk bundan 70 yıl önce 10 
						Kasım günü sabah 
						saat 9.05’te Dolmabahçe 
						Sarayı’nda, 57 
						yaşındayken hayata gözlerini yummuştu.  
						
						
						
						Gün geçmiyor ki onun yokluğunu aramayalım… Gün geçmiyor 
						ki onun adını anmayalım!  
						
						
						
						* 
						
						
						Ama şimdi, her sabah:  
						
						
						“Acaba bugün neler olacak? diye uyanıyoruz. 
						
						
						Olaysız gün yok! sorunsuz günümüz yok! 
						
						
						Siyasete bakıyoruz; gergin…  
						
						
						Ekonomiye dönüyoruz, önümüzü göremiyoruz. 
						
						
						Üniversite öğrencisi şaşkın, eğitim arapsaçı. 
						
						
						Köylü esnaf zor durumda. 
						
						
						Fabrikalarda üretim durdu. İşçiler işsiz. 
						
						
						Köylü dertli, işçi dertli, esnaf dertli, memur dertli. 
						
						
						Üretici dertli, tüketici dertli… 
						
						
						Toplum vurdum duymaz. Olup bitenleri özümseyen yok. 
						
						
						Peki, ne var? Sıralayalım:  
						
						
						Hani Başbakan Erdoğan’ın kendisini “savcısı” ilan 
						ettiği dava var ya, Ergenekon, Silivri Cezaevi’nde 
						başladı. Bizce davanın en önemli yanı, PKK terörüne 
						karşı savaşanları vatan hainliğiyle suçlarken Meclisteki 
						PKK yandaşlarının davaya müdahil olma istemleri ya da 
						cumhuriyeti ve ilkelerini korumak ve kollamak 
						isteyenlerin cumhuriyet’e karşı olduklarını belirten 
						iddianame sayfaları değil de, Türkiye’de ilk kez bir 
						ceza infaz kurumunda duruşma yapılmasıydı. 280 kişi için 
						hazırlanan salonda yaklaşık 400 kişinin bulunduğu 
						görülünce Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, “Mahkeme 
						belli olmadan, her nasılsa, nereye hizmetse burası 
						mahkeme salonu olarak yapılmış, şikayetçiyim” dedi, 
						duruşmayı erteledi. İlerleyen günlerde itiş kakış, 
						harala gürele derken iddianamenin okunmasına başlandı. 
						Bu satırlar yazılırken hala okunuyordu. Savcı Zekeriya 
						Öz biraz gayret etseydi belki de,
						
						Michel Zevaco’nun 
						10 cilt 4368 sayfalık ünlü romanı
						Pardayanlar’ına rakip 
						olabilecekti. Yazık oldu savcı Öz’e… 
						
						
						
						* 
						
						
						
						Altınova, 30 Eylül 2008… 
						
						
						
						Bu yer ve tarihi bir yere not ediniz. PKK’nın 
						kuşatmasındaki doğu kökenli vatandaşların Balıkesir’in 
						Ayvalık ilçesine bağlı Altınova Beldesi’nde ‘hır’ 
						çıkartmak istedikleri tarihtir bu. Türk ve Kürt 
						vatandaşlar arasında husumetin aleniyete dönüştüğü 
						tarihtir bu… Nasıl olmuştu: Altınovalı ile “Doğu” 
						kökenli Murat Aksu arasındaki düşmanlık çılgınlık 
						noktasına ulaşınca Aksu kamyonetine atlamış ve 
						aralarında kızdığı kişinin de bulunduğu gruba dalmıştı. 
						Sonuçta 18 yaşındaki Oğuz Dörtkardeş ile 31 yaşındaki 
						Ezel Kırcalı ölmüş, 6 kişi de yararlanmıştı. Olay 
						sonrasında belde karışmış yöre halkı “Altınova 
						bizimdir, bizim kalacak”, “Kahrolsun PKK” sloganları 
						atarak yürüyüşe geçmiş, yol üzerindeki Doğulu 
						vatandaşlara ait işyerlerine saldırmışlardı. Gerginlik 
						günlerce giderilememişti… Ve bu sıcak gelişmenin 
						tartışmaları sürerken, bu kez de Hakkâri’nin Aktütün 
						Karakolu yakınındaki Bayraktepe’den 17 şehit haberi 
						geldi. 
						
						Şehitler toprağa verilirken Hava Kuvvetleri Komutanı 
						Org. Aydoğan Babaoğlu’nun Antalya’da golf oynarken 
						çekilmiş fotoğrafları yayımlandı! Paşanın topu deliğe 
						girdi mi bilinmez ama, terör 
						bilmem kaçıncı kez lanetlendi. Bilmem kaçıncı kez 
						şehitlere saygı mitingleri düzenlendi. Yine ağladık… 
						Derken DTP Doğu illerinde bir kalkışmaya davet çıkardı. 
						İsyandı bu ve Devlet nerede? sorusuna yol açtı.  
						Vatandaş Devlet’i araya dursun DTP Genel 
						Başkanı Ahmet Türk teröre destek çıktı: “Kürtler 
						direniyor ve kimliğine sahip çıkıyor.” Salt 
						Diyarbakır değil, Şanlıurfa’dan Viranşehir’e, Ağrı’dan 
						Doğu Beyazıt’a, Hakkari ve Şırnak’tan Kars ve 
						Tunceli’den İstanbul sokaklarına uzanan kalkışmanın sona 
						erdirilmesi mümkün mü? Mümkün elbette… Çözüm yolu 
						Anayasa’da belirtiliyor. Sözün kısası, söz konusu olan 
						Vatandır... “Vatan söz konusu ise gerisi 
						teferruattır…” Ezberimizde ve belleğimizde bu var… 
						Bu bilinçtir. Yaşadığı yere sahip olmak korumaktır. 
						Kimilerinin dediği gibi safsata değil, safsata olan 
						onlara dışarıdan şırınga edilen sloganlardır… Görünen o 
						ki, DTP dahi AKP iktidarına çare olamıyor. 
						
						
						
						* 
						
						
						Teröre ilişkin yalan, yanlış, yanlı haberler dürüst, 
						doğru, yansız habercilik yapan medyayı zedeliyor, 
						karalıyor. Evet, gazeteci yanlı olmalıdır. Kimden yana? 
						Devletten yana. Ve gazeteci öncelikle kanla, irfanla 
						kurulan laik cumhuriyeti gözü gibi korumak ve korumakla 
						görevli olmalıdır. Peki, dinci gazetelerin yanı sıra 
						aslında karşı taraf olan Taraf Gazetesi ne yaptı? 
						“Komutanlar bile bile 17 askerin şehit edilmesine göz 
						yumdular!” anlamında, “Aktütün’ü itiraf edin, 
						yoksa biz açıklarız!” diyerek TSK’ni hedef aldı, 
						haddini aşan tehditte bulundu, yayımladığı fotoğraflarla 
						kamuoyunu aldattı. Olayı, 125 kilometre uzaklıktaki 
						Kandil Dağına ait görüntüler ve yine olay yerinin 20 
						kilometre uzağındaki Kerikepe’ye ait fotoğraflarla 
						Aktütün karakolunun görüntüleriymiş gibi kamuoyuna 
						yansıttılar. Bölgeyi bilenler ve araştırmacı gazetecilik 
						yapanlar bu yalan haberi çok geçmeden çürüttüler. 
						Başbakan bile, Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un, “Bu 
						hain terör örgütünü başarılı gibi gösterenler, akan ve 
						akacak olan kanların sorumluluğuna da ortak olurlar. 
						Herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya davet 
						ediyorum”, sözüne katılmak durumunda kaldı. Görünen 
						o ki; yandaş medya da 
						AKP iktidarına çare olamıyor. 
						
						
						* 
						
						
						
						TBMM’nin 3 yasama yılı, protestolarla başladı. 
						Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ve kuvvet 
						komutanları açılış oturumuna katılmadı. Tunceli Bağımsız 
						Milletvekili Kamer Genç, “Laik demokratik 
						cumhuriyetin ilkelerine uymayan biri o köşk’te oturamaz. 
						Orada Atatürk’ün izleri kalmadı” diyerek salonu terk 
						etti. Cumhurbaşkanı Gül 25 sayfalık konuşmasında 
						yolsuzluklara hiç değinmediği gibi “Türkiye’nin 
						saydamlaşmasından duyduğu memnuniyeti” ifade etti. 
						CHP milletvekilleri Gül salona girdiğinde ayağa 
						kalkmadı, konuşmasını tamamladıktan sonra da 
						alkışlamadı. Görünen o ki, TBMM de 
						
						AKP iktidarı çare olamıyor. 
						
						
						
						* 
						
						
						Başbakan’ın “O bayrama şeker denmesine izin 
						vermeyin,” öz deyişine inat, şeker tadında bir 
						“Şeker Bayramı” geçirdik… Cumhurbaşkanı Ramazan ayının 
						bir bölümünde Amerika’daydı. Önce New York borsasına da 
						uğradı. “Umarım elin uğurlu gelir” dedi, gong’un 
						düğmesine bastı işlemleri başlattı. Ertesi gün ABD 
						temsilciler Meclisi ekonomiyi kurtaracak 700 milyar 
						doları tartışmaya başladı. Derken borsa çöktü… Başbakan 
						Erdoğan, “Kriz bizi yıkamaz, hamdolsun” derken 
						Amerikan doları bir gece ansızın 1.20 YTL’den 1.70 
						YTL’ye fırladı. Hükümete uyarılar yağdı. En son TÜSİAD 
						konuştu: “Çok endişeliyiz, derhal önlemler alınmalı.” 
						Küresel kriz, “bırakınız yapsınlar, bırakınız 
						geçsinler” anlayışını ezip geçti. Görünen o 
						ki, ekonomi de AKP iktidarına çare olamıyor. 
						
						
						* 
						
						
						Cumhurbaşkanı Gül ABD gezisinin New York durağında 
						Fetullah Gülen cemaatinin kuruluşu olan “Türk Kültür 
						Merkezi”nin Waldorf-Astoria Oteli’nde verdiği iftar 
						yemeğine katıldı. Onur konuğu olarak davet edilen 
						Zimbabve’nin kanlı diktatörü Robert Mugabe’yle aynı 
						masayı paylaştı. Doğrusu yakıştı Abdullah Gül’e… O arada 
						Başbakan Erdoğan, “Türkiye’yi kimse geri götüremez!” 
						dedi. Ertesi gün Türk sporcu Ömer Aslan, İtalya’da 
						düzenlenen Dünya Geri Geri Koşma Şampiyonası’nda dünya 
						rekoru kırarak, altın madalya kazandı. 
						
						
						
						İyi mi? … 
						
						
						* 
						
						
						Ergenekon bir yandan AKP yolsuzlukları öte yandan 
						tırmanıyor. Bu kez iki AKP’li kapıştı… İzmir’in Aliağa 
						İlçesi AKP’li Belediye Meclisi üyesi Safi Teymur, aynı 
						partiden Belediye Başkanı Tansu Kaya’yı hırsızlıkla 
						suçladı. Belediye Denetleme Komisyonu Başkanı olan 
						Teymur, para toplamada kullanılan yaklaşık 1600 sayfa 
						tutarındaki 40 cilt hizmet takip fişinin yok olduğunu, 
						belediyede görünen 10 koçandaki birkaç fişle sadece 18 
						bin YTL’lik tahsilat yapıldığını bunun da ortada 
						olmadığını söyledi. Teymur’un iddiasına göre, belediye 
						şirketinin başında olan ve adı akaryakıt kaçakçılığına 
						karışan şirket müdürü de eşyalarını yükleyip Aliağa’yı 
						terk etti. Kamuoyuna yansımayan başka AKP yolsuzlukları 
						da var. Örneğin, AKP Rize milletvekili Bayram Ali 
						Bayramoğlu hakkında, “30 Kasım 2004 tarihinde 120 ton 
						‘çay çöpü’nü işlenmiş Seylan Çayı diye ihraç etme 
						girişiminde bulunduğu iddiasıyla soruşturma başlatılmış. 
						Çerkezköy gümrüğünde yakalanan çayların gerçekte Sri 
						Lanka’dan ithal edilip işlenerek yurtdışına satılması 
						gereken çaylar olmadığı, böylece “toplu kaçakçılık” 
						suçunun işlendiği müfettişler tarafından rapora 
						bağlanmış… 
						
						
						Almanya’da 1300 üyenin hakkı olan teşvik primini 
						aldıktan sonra iflasını isteyerek vaat ettiği evleri 
						yapmayan yani dolandıran Zahid Akman’ı soracak 
						olursanız, RTÜK Başkanlık makamında oturuyor. “Onurlu 
						bir duruşla görevime devam edeceğim,” açıklamasını 
						yaptı. Kısası, dolandırıcılar dur durak demeden, 
						ellerini kollarını sallayarak Türkiye’yi yönetiyorlar. 
						Önümüzdeki günlerde 3 yolsuzluk dosyası daha 
						açıklanacak. CHP Grup Başkanvekili Kemal 
						Kılıçdaroğlu’nun hedefinde bu kez İstanbul Büyükşehir 
						Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Yozgat Belediye Başkanı 
						Yusuf Bayer ile İstanbul 28.Noteri var. Görünen o ki, 
						AKP’liler AKP iktidarına çare olamıyor. 
						
						
						* 
						
						
						Başbakan, Mersin’de bir köylüye “Ananı da al git” 
						desturuyla başlayan temiz siyasetini! Ankara’da Deniz 
						Feneri karesinde fotoğrafını çekmek isteyen gazetecilere
						“Edepsizlik, terbiyesizlik etme…” çıkışıyla 
						sürdürdü. Manisa Milletvekili, TBMM eski Başkanı Bülent 
						Arınç da Başbakanı aratmadı. AKP Turgutlu ilçe 
						kongresinde yaptığı konuşmada köylünün içinde bulunduğu 
						ekonomik sıkıntıları dile getiren bir köylüyü, “Sen 
						yalan söylüyorsun; bu kadar utanmazlık olur mu?” 
						sözleriyle azarladı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir 
						Mir Mehmet Fırat ise hem Başbakanı hem de Arınç’ı 
						gölgede bıraktı. TMMD’de düzenlenen ikili 
						TV.konuşmasında Kemal Kılıçdaroğlu’nun karşısında 
						eveledi geveledi, pişkin bir şekilde hakkındaki belgeli 
						yolsuzluk gerçeklerini saptırdı. En büyük ortağı olduğu 
						MENAS’ın ürünlerini yurt dışına götüren TIR’da 89 kilo 
						eroinin yakalanmasına mantıklı bir açıklama getiremedi. 
						Demek o ki, bizler sade vatandaş olarak yıllardır öküz 
						altında buzağı aradık durduk… Nafile! CHP Milletvekili 
						Kılıçdaroğlu geldi, aradı… Meğerse öküzün altında 
						buzdağı varmış! 
						
						
						  
						
						
						Şair ne demişti “Erenler Sofrası”nda: 
						
						
						“Gönül sarhoş ayılmıyor 
						
						
						Bir nara ki duyulmuyor 
						
						
						Ne hikmetse doyulmuyor 
						
						
						Erenlerin sofrasında…” 
						
						
						* 
						
						
						Erdoğan 2001 seçimleri öncesinde, “Yolsuzluklara 
						damardan gireceğiz” söylemiyle dikkat çekmişti. 
						İktidarının ilk aylarında “hortum kesme” 
						edebiyatına yöneldi. Ali Dibo olayları patlak verdiğinde
						“dürüst olmayanı yaşatmayacağım” dedi. Aradan iki 
						seçim, 7 yıl geçti. Dişli olayı tüy dikti. Önce sessiz 
						kaldı sonra, hangi adrese yönlendirdiği belli olmayan 
						“Tüyü bitmedik yetim hakkını kimseye yedirmem” 
						diyiverdi. İlginç rastlantıdır aynı tarihlerde dünya 
						çapında yolsuzluk ve rüşvetle mücadeleyi amaçlayan sivil 
						toplum örgütü “Uluslararası Saydamlık”, “2007 yılı 
						Yolsuzluk Algılama Endeksi”ni yayımladı. Buna göre 
						Türkiye 180 ülke arasında 64’üncü sırada yer aldı. Bir 
						önceki yıl 60’ıncı olan ülkemiz 4 kademe aşağıya inmiş… 
						Verilere göre, 2003 yılında 150 ihale iptal edilirken bu 
						rakam 2008’de 1202’ye çıkmış. Bir başka deyişle 
						yolsuzluk, tam 8 kat artmış. Günümüzün dilden dile 
						dolaşan fıkrası da bu raporu doğruluyor. Duymayanlar 
						için yineleyelim: 
						
						
						
						Delikanlı babasına sorar: 
						
						
						
						“Baba, küçük hırsız ile büyük hırsız arasındaki fark 
						nedir?” 
						
						
						
						Baba yanıt verir: 
						
						
						
						“Küçük hırsız soygun sırasında el feneri kullanır, büyük 
						hırsız ise deniz feneri kullanır oğlum…” 
						
						
						* 
						
						
						Ekonomi yönetimi “zart-zurt” ile sürdürülüyor… IMF ile 
						yeni anlaşma kapıda. Başbakan, “Ümüğümü sıkmazlarsa 
						anlaşırız” dedi. Oysa, 2008 yılı bütçesi, sadece 
						Eylül ayında 9,4 milyar YTL açık verdi. Bu açık, 69 
						aylık sürede, aylık bazda verilen en yüksek bütçe açığı… 
						Faiz dışı açık yönünden de 4,4 milyar YTL ile yine son 
						69 ayın en yüksek açığı verildi. Türkiye İstatistik 
						Kurumu, dört kişilik bir aile için aylık 255 YTL’nin 
						açlık sınırı olduğunu ilan etti. 255 YTL’yi önce dörde 
						sonra otuza bölecek olursak kişi başına 2.1 YTL düşecek… 
						Yoksulluk sınırının ise, 651 YTL’ye yükseldiği 
						açıklandı. Yine ailenin 4 kişiden oluştuğunu düşünecek 
						olursak kişi başına 16,28 YTL. Kira, su, elektrik, 
						ulaşım, okul masrafları gibi yaşamsal masrafları 
						saymasak; kömür’ü valiler, nohut, pirinç’i belediyeler 
						ücretsiz dağıtıyor desek ekmeği unutmuş oluruz. Diyelim 
						ekmek yiyemiyor… 4 kişi sabah, öğle, akşam 50 kuruşluk 
						simit yese, günde 12 simit 6 YTL. Ayda eder 180 YTL. 
						Başka yiyecek, içecek ve diğer zorunlu masrafları 
						saymasak da olur. Bu durumda ne yapacak. Diyet yapması 
						gerekecek. O halde açlık sınırı diyetini sunalım: 
						
						
						Günde porsiyonu 200 gramdan, 2 porsiyon süt-yoğurt, et 
						yiyemeyeceği için porsiyonu 100 gramdan 2 porsiyon kuru 
						bakla ve porsiyonu 100-150 gramdan az 3 porsiyon 
						meyve-sebze… 
						
						Afiyet olsun… 
						
						
						* 
						
						
						Sizler diyete devam ede durun, 2007 yılı vergi ödemesi 
						1325 YTL olan iş adamı Bursa’da oğluna üç gün, üç gece 
						sünnet töreni düzenledi 10 bin kişiyi ağırladı. 
						Helikopterle kiraladığı futbol sahasına inen emlakçi 
						İsmail Dengiz, oğlunu evlendirirken F-16’ya 
						bindireceğini ve AKP’den milletvekili olmak istediğini 
						söyledi. Aslında şaşıracak bir şey yok. Başbakan da 
						oğlunu 10 bin kişilik Lütfi Kırdar Kongre Salonu’nda 
						evlendirip, konuklarını Dolmabahçe Sarayında ağırlamamış 
						mıydı? 
						
						
						
						* 
						
						
						Anayasa Mahkemesi “Türban”la ilgili gerekçeli kararını 
						açıkladıktan sonra yandaş medyada müthiş bir yaylım ateş 
						başladı. Başta AKP yöneticileri olmak üzere, malum kalem 
						erbabı ve akademisyenler yasanın iptali sırasında 
						yaptıkları gibi ekranlara dizildiler: 
						
						·        
						
						
						“Anayasa Mahkemesi, kendisini milli iradenin üstüne 
						koymuştur.” 
						
						·        
						
						
						“Anayasa Mahkemesi, parlamentonun yetkisinde olan 
						Anayasa değişikliğinde tek yetkili hale gelerek milli 
						iradeyi yok farz etmiştir.” 
						
						·        
						
						
						“Meclis çoğunluğunun değil, bir partinin görüşüne uygun 
						karar verilmiştir.” 
						
						·        
						
						
						“Anayasa Mahkemesi, Anayasa’yı çiğnedi!” 
						
						
						AKP Grup Başkan vekilleri, parti yöneticileri, Adalet 
						Bakanı, Başbakan Yardımcısı ve son olarak da Başbakan bu 
						koroya katıldılar. Oysa, Kimin veya kimlerin zihniyeti 
						olursa olsun, ne deniyor mahkemenin gerekçesinde? “Bu 
						Anayasa değişikliği ile din, siyasete alet edilmiştir”
						Başka ne diyor: Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırı 
						değişiklikler yaptınız diyor. Türban iptalinin gerekçesi 
						ile yaratılan gerginlik tırmandırıldıkça tırmandırıldı. 
						Ve sıra AKP ile ilgili kapatılma davasının gerekçesine 
						dayandı. Kararın gerekçesini okurken, “Kapatmamak 
						için çok zorlanmışlar” diyebiliriz. Gerçekten 
						zorlanmışlar. AKP iktidarının AB çabalarına dayanmışlar. 
						Yine de yüce mahkemenin, Başbakan Erdoğan, TBMM eski 
						Başkanı Bülent Arınç, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik 
						gibi partiyi yönetenlerin sözlerinin AKP’yi  “laiklik 
						karşıtı eylemlerin odağı” haline getirdiği gerekçesi 
						hukuk devletinin var olduğunu işaret ediyor… 
						Unutmayalım, İspanya’dan, “Velev ki siyasi simge…” 
						diyerek laik cumhuriyete meydan okuyan kimdi? Meclisin 
						dindar bir Cumhurbaşkanı seçeceğini söyleyen kimdi? 
						Kuran kursları için yaş sınırını aşağıya çekmek isteyen 
						kim veya kimlerdi? 
						
						
						Say, say bitmez… 
						
						
						* 
						
						
						
						Ünlü Türk düşünürü Hülya Avşar, 3 Aralık’ta Çankaya 
						lady’si Hayrünnisa Hanım’ı (Gül) programına konuk 
						edeceğini açıklarken önceki konuğu Erdoğan’ı tahlil 
						etti: “Çok uzun zamandır ortaya çıkmamış duyguları 
						var Tayyip Erdoğan’ın… Ürkek bir kedi gibi amatör bir 
						tarafı vardı…” Hatırlayacaksınız, Erdoğan, kendisini 
						‘kedi’ şeklinde betimlediği için karikatürist Musa Kart 
						hakkında 5 bin YTL, karikatürü yayımlayan Cumhuriyet 
						Gazetesi aleyhine de 10 bin YTL tutarında manevi 
						tazminat davası açmıştı. Ankara 8.Asliye Hukuk Mahkemesi 
						tazminatın ödenmesine karar verirken Yargıtay 4.Hukuk 
						Dairesi, karikatürde Erdoğan’ın kişilik haklarına 
						saldırıda bulunulmadığı sonucuna varmıştı. Bu arada 
						Hülya Avşar’ın yakında yayımlanacağını duyurduğu kitabı 
						Felsefe içerikliymiş. Meraklılarına duyurulur… 
						
						
						* 
						
						
						1954 yılında Trabzon’un Of ilçesinde doğdu. 1975 yılında 
						tamamladığı ortaöğreniminin ardından, 1976 yılında 
						Samsun Yüksek İslam Enstitüsü'ne girdi ve 1981 yılında 
						mezun oldu. Meslek hayatına 1982 yılında Bitlis Merkez 
						Atatürk Ortaokulu'nda öğretmen olarak başladı. Bitlis ve 
						Samsun’da çeşitli okullarda öğretmen, müdür yardımcısı 
						ve müdürlük görevlerinde bulundu.1994 yerel seçimlerinde 
						Refah Partisi Samsun Tekkeköy İlçe Belediye Başkan adayı 
						olarak seçimlere girdi. Seçimlerden sonra, aynı yıl 
						içinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yazı İşleri Müdürü 
						olarak göreve başladı. 1995 yılında atandığı Mezarlıklar 
						Müdürlüğü’ndeki 5 yıllık hizmetinin ardından 1999 
						yılında İtfaiye Daire Başkanlığı’na Programcı olarak 
						atandı. 01.05.2001 tarihinde Sosyal ve İdari İşler 
						Müdürlüğü’ne getirildi. 17.11.2004 tarihinde Katı Atık 
						Yönetimi Şube Müdürlüğü’ne Asaleten Müdür olarak atandı. 
						Evli ve 5 çocuk babası. Kim bu diyeceksiniz! 
						
						
						Adı Celal Sevecan, 04.08.2006 tarihinde İstanbul Kent 
						Orkestrası Müdürlüğü’ne asaleten atanmış… 
						
						
						* 
						
						
						
						Bursa’da 14 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismarda 
						bulunduğu suçlamasıyla geçtiğimiz Nisan ayında 
						tutuklanan 76 yaşındaki Vakit gazetesi yazarı Hüseyin 
						Üzmez tahliye oldu. Hayret ettiniz değil mi? Üzmez, 
						İstanbul Adli Tıp Kurumu’ndan gönderilen “çocuğun 
						beden ve ruh sağlığının bozulmadığının anlaşıldığı”nı 
						belirten raporla kurtuldu. Bilim dünyası da şaşkın. 
						Onlar da sağduyulu vatandaşlar gibi, “14 yaşındaki 
						bir kızın ruhsal ve bedensel sağlığının bozulmamasının 
						mümkün olmadığını” belirtiyorlarsa da rapor Üzmez’i 
						üzmedi… 
						
						
						* 
						
						
						Dar gelirli vatandaşların ev sahibi olabilmesi için 
						planlanan TOKI konutlarının dağıtımı devam ediyor. Son 
						olarak Ankara İli Etimesgut ilçesi ERLER Mahallesinde 
						tamamlanan konutlar sahibini buldu. Liste kalabalık 
						tanıdıkları duyurmakla yetinelim:  
						
						
						Aykut Zahid AKMAN, RTÜK Başkanı, (C-K4, 3.KAT, 14, 4+1), 
						Egemen BAĞIŞ, AKP İstanbul Milletvekili (C-K2,5.KAT,22, 
						4+1), Şadiye KOÇ, Turizm Bakanı Atilla Koç’un eşi (C-K2, 
						5.KAT, 23, 4+1), Nevzat PAKDİL, AKP Milletvekili, Meclis 
						Bşk.V. (C-K2, 1.KAT, 6, 4+1), Mebrure Suna KUTAN, Recai 
						Kutan'ın Eşi, (C-K3, 2.KAT, 10, 4+1), Jale AYGÜL, Devlet 
						Personel Başkanı, (C-K3, 12.KAT, 51, 4+1), İlyas ARLI, 
						Milli Emlak Genel Müdürü, (B-K1, 3.KAT, 14, 3+1), Yusuf 
						BEYAZIT, Vakıflar Gen. Md., (C-K1, 1.KAT, 7, 4+1), Ahmet 
						Erdal TEZCAN, Başbakanlık Basın Müşaviri, (B-K2, 3.KAT, 
						16, 3+1) 
						
						
						Bunlar TOKİ’nin konut sahibi yaptığı dar gelirli 
						vatandaşlarımız! Ne demişti Başbakan Erdoğan anımsıyor 
						musunuz? “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını kimseye 
						yedirmeyiz. Yiyeni de aramızda barındırmayız!” 
						
						
						Helal olsun…  
						
						
						
						* 
						
						
						Türkiye’nin onur konuğu olarak katıldığı 2008 
						Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı 15 Ekim günü 
						Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Nobel ödüllü yazar Orhan 
						Pamuk’un açılış konuşmalarıyla başladı. Bu yıl 60’ıncısı 
						düzenlenen Fuar’da Türkiye’yi anlatan 25 sergi, 15 
						etkinlik, 200 okuma, 10 bilgi şöleni (sempozyum) ve 15 
						davet gerçekleştirildi. Tüm bunlara 350 yazar, çevirmen, 
						akademisyen, 320 sanatçı, 100 yayıncı, 110 küratör, 
						moderatör, koordinatör, 120 kişilik resmi heyet, görevli 
						ve medya mensubu eşlik etti. Kısası Türkiye’yi 
						Frankfurt’ta tam 1000 kişi temsil etti... Ama etkinlik 
						bizce sayısı ile değil de “Frankfurt Kitap Fuarı 2008 
						Konuk Ülke Türkiye Logosu” ile akıllarda kalacak. 
						İçerisinde Türkçe, İngilizce ve Almanca “Türkiye” yazısı 
						bulunan labirent görüntüsü tam da içinden çıkılamaz 
						halimizi yansıtıyor… Tasarımcısı Bülent Erkmen bilerek 
						mi bilmeyerek mi hazırlamış bilinmez ama ellerine 
						sağlık… 
						
						
						* 
						
						
						Alternatif Nobel olarak bilinen “Doğru Yaşam 
						Ödülleri”ne bu yıl bir Amerikalı gazeteci ve bir 
						Alman Jinekolog ile Hindistan ve Somali’den siyasi 
						eylemciler kazandı. 2 milyon kronluk (290 bin dolar) 
						ödülü Amerikalı gazeteci Amy Goodman “bağımsız siyasi 
						gazeteciliği”, Alman doktor Monika Hauser “cinsel 
						istismara uğramış kadınlara yardım” dolayısıyla 
						yürüttüğü çalışmalar, Hindistanlı çift Krishnammal ve 
						Sankaralıngan Jagannathan da “sosyal adaletin 
						gelişmesi” yönündeki çalışmalarıyla paylaşacaklar. 
						Yaşam Ödülleri, “İnsanlığın karşı karşıya olduğu 
						sorunlara diğer insanlara örnek olacak şekilde çözüm 
						sunanları desteklemek” ve saygın Nobel ödülleri 
						komitesi tarafından görülmeyen çalışmaların 
						ödüllendirilmesi amacıyla İsveçli-Alman yazar Jakob von 
						Uexkull’un 1980 yılında kurduğu bir vakıf tarafından 
						veriliyor. 
						
						
						* 
						
						
						Rusya Yüksek Mahkemesi, 90 yıl önce yaşanan devrim 
						sırasında vatana ihanet suçlamasıyla Bolşevikler 
						tarafından tutuklanarak ailesiyle birlikte gizlice 
						öldürülen son Rus Çarı 2.inci Nikolay’ın suçsuz olduğunu 
						karara bağlayarak sicilini akladı. Nikolay tüm aile 
						fertleriyle birlikte 17 Temmuz 1918 tarihinde Ural 
						Dağları bölgesindeki Ekaterinburg şehri yakınlarında 
						kurşuna dizilerek öldürülmüştü. Rus Çar ailesinin 
						kalıntıları 1991 yılında SSCB’nin yıkılmasına 6 ay kala 
						ormanlık arazide Koptevski yolu olarak bilinen mevkide 
						bulunmuştu. Çar ailesinin infaz edilmesinin yıldönümü 
						olan 17 Temmuz 1998 tarihinde tüm kalıntılar St. 
						Petersburg şehrinde Petropavlovsk Kilisesi aile kabrinde 
						toprağa verilmişti. 
						
						
						
						* 
						
						
						
						“Türkçem, benim ses bayrağım” 
						94 yaşında hayata veda etti… 
						
						
						
						Türk edebiyatının büyük ustası şair Fazıl Hüsnü Dağlarca 
						Harp Okulu’ndan mezun oldu. Yüzbaşı rütbesiyle 1950’de 
						askerlikten ayrıldı. İlk yazısı 1927’de Yeni Adana 
						Gazetesi’nde yayımlandı. Adını İstanbul Dergisi’nde 
						1933’te çıkan “Yavaşlayan Ömür” adlı şiiriyle 
						duyurdu. Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılâpçı 
						Gençlik, Yeditepe ve Türk Dili dergilerinde şiirleri 
						yayımlandı. 1967’de ABD’deki Milletlerarası Şiir Forumu 
						tarafından “En İyi Türk Şairi” seçildi. 
						Şiirimizin ustası ölümünden sonra Kadıköy’de yaşadığı 
						evi Kadıköy Belediyesi’ne bağışladı, müze haline 
						getirilmesini vasiyet etti ve şöyle dedi: 
						
						
						
						“Ben öleceğim, kimse seyretmesin, 
						
						
						
						Güneş ve düşünceler içinde. 
						
						
						
						Soyunacağım elbiselerden ve hatıralardan, 
						
						
						
						Bir semalar sessizliğinde. 
						
						
						
						(…)” 
						
						
						
						Büyük ustayı şiirin güzelliği ile uğurluyoruz. Işıklar 
						içinde olsun… 
						
						
						
						* 
						
						
						Tiyatromuzun, kültür tarihi ve gösteri sanatları 
						konusundaki en önemli araştırmacısı Prof.Dr. Metin And’ı 
						da geçtiğimiz bayram günlerinde kaybettik. Tiyatro’dan 
						illüzyona, Osmanlı’nın günlük hayat ve ritüellerden 
						opera ve baleye, Bizans tiyatrosundan Karagöz’e kadar, 
						pek çok alanda tam 54 kitaba, yüzlerce makaleye imza 
						atan And 81 yaşındaydı. Asıl soyadı “Çavdar” olan 
						Metin And, Ankara’da yaşayan annesinin büyük dayısı 
						Cenap And ile yengesi Sevda And tarafından evlatlık 
						edinmiş, yengesinin bir trafik kazasına kurban oluşunun 
						ardından dayısıyla miras yüzünden mahkemede karşı 
						karşıya gelmişti. Metin And, bugün Sevda-Cenap And müzik 
						Vakfının kurulmasına da önayak olmuştu. 
						
						
						
						* 
						
						
						
						Şair, edebiyatçı ve Uluslar arası Ağa Han Mimarlık Ödülü 
						sahibi Nail Çakırhan da 98 yaşında aramızdan ayrıldı. 
						Şiirden mimarlığa uzanan geniş yelpazede adını duyuran 
						Gökova sevdalısı Çakırhan’ı da toprağa emanet ettik. 
						
						
						
						* 
						
						
						
						Yayıncı, yazar Hüsamettin Bozok’u da geçtiğimiz günlerde 
						sonsuzluğa uğurladık. Türk dergiciliğinde önemli bir 
						yeri vardı. Yeditepe sanat/edebiyat dergisi ve Yeditepe 
						yayınlarını kurdu. Yeditepe Şiir Armağanı’nı düzenledi. 
						Yeditepe Dergisi 439 sayıya ulaştı kitap yayınlarının 
						sayısı da 250’yi buldu. Yeditepe, edebiyatın ve sanatın 
						bütün türlerine sayfalarında yer verdi. İlk sayısı 1950 
						yılında yayımlanan Yeditepe’yi ve Yeditepe Yayınları’nı 
						uğraşı edebiyat olanlar dışında çok az kimse bugün 
						anımsayacaktır. Bakınız Hüsamettin Bozok kurucusu olduğu 
						Yeditepe’yi nasıl tanımlıyor: “Yeditepe hiçbir zaman 
						okul olmadı ama yüzü Batı’ya dönük, yenilikçi, avangart 
						bir sanattan yana oldu. Serbest bir kürsü gibiydi.” 
						
						
						
						* 
						
						
						
						Gelelim “Mustafa” filmine… 
						
						
						
						Gösterime bir girdi pir girdi. Tolga Örnek’in “Gelibolu” 
						filmini de gölgede bıraktı. Üzerinden henüz bir gün bile 
						geçmedi çığ gibi eleştiri yağdı. 
						
						Öyle bir tanıtım ve o denli ustaca propagandası yapıldı 
						ki, ben de diğer meraklılar gibi en yakın sinemaya 
						koştum. Tanrım, O ne korkunç kötüleme öyle! Nasıl eli 
						vardı da, tüm dünyanın arkasından ağladığı bir dehayı “Aciz, 
						alkolik, dinsiz, ateist, diktatör ve şehvet düşkünü bir 
						yalnız adam” gibi gösterdi? Yedi yaşımdan bu yana 
						Atatürk okurum Can Dündar’ın yansıttığı bir Mustafa ile 
						hiç karşılaşmadım. Ne böyle bir Mustafa vardı, ne 
						Mustafa Kemal olduktan sonra bu şekle dönüştü, ne de 
						Mustafa Kemal Atatürk olarak böyleydi. Can Dündar 
						günümüzün siyasi koşullarına uygun bir Mustafa yaratmış. 
						Atatürk düşmanları bu filmi mutlaka çok seveceklerdir. 
						Zil takıp oynayacaklardır. Ama, gerçeği bilenler de, Can 
						Dündar’a sponsor olarak katkıda bulunmayan Türkcell’in 
						ne denli haklı gerekçelere dayandığını anlamış oldular. 
						Filme sponsor olmayı reddeden Turkcell’in gerekçesi 
						neydi: “Ülkemizin 
						kurtarıcısı, cumhuriyetimizin kurucusu, dünya tarihinin 
						en önemli liderlerinden Ulu Önder Atatürk’ü, hem yurt 
						içinde hem de yurt dışında tanıtacak projeler bizi 
						heyecanlandırdığından, ‘Mustafa’ filminin sponsorluk 
						önerisini değerlendirdik. Çalışmalarına saygı duyduğumuz 
						proje yapımcısıyla yaptığımız ön görüşmelerde, filmin 
						beklentimiz yönünde Atatürk’ün liderliğini, dehasını ve 
						kahramanlığını dünyaya tanıtmaktan çok, Atatürk’ün özel 
						hayatına odaklanan bir film olduğunu görünce projede yer 
						almayı tercih etmedik. Gelecekte de Ulu Önder 
						Atatürk’ü dünyaya tanıtacak ve tarihin en önemli 
						liderlerinden birisi olduğunu vurgulayacak projeleri 
						desteklemekten gurur duyacağız.” Filmde Can, 
						döndürüp dolaştırıp her fırsatta Mustafa’nın ne müthiş 
						bir “diktatör” olduğunu kanıtlamaya, örneklemeye 
						çalışıyor. Oysa, yabancı düşmanlar da aynı gerekçeyle 
						onu küçük göstermek için çaba göstermişlerdi. Mustafa 
						Kemal, neden diktatör olamadığını, nasıl asla 
						olamayacağını örnekleriyle ortaya koymuştu. Neden oradan 
						birkaç cümle alıntı yapmıyor? Çünkü, bu senaryo büyük 
						oyunun bir parçası da ondan! Hangi büyük oyunun? AB 
						parlamentosu içinde, Hollandalı bir parlamenter yıllar 
						önce başlatmıştı; “Türkiye’nin Kemalizm’den 
						kurtulması gerekir. Her yerde heykelleri, bütün resmi 
						dairelerinde resimleri var. Bunları kaldırmak gerekir!”demişti 
						ya. Vay be Can! Demek, Mustafa Kemal’i Devleti kurtarmak 
						için Vahdettin Samsun’a gönderdi ha? Büyük Nutku okumak 
						da mı aklına gelmedi? Mustafa Kemal, kendisine bu imkanı 
						bahşeden (!) Padişahına haksız yere mi “Alçak, hain” 
						sıfatını yakıştırdı? Vahdettin, vatansever miydi? 
						Mandacı mı? Demem odur ki Can, Gerçek Mustafa’yı aramış 
						da bulmamış… Demek, Mustafa dinsizdi ha?! Çok 
						cahilmişsin Can… Bir bilenden sorsaydın, öğrenseydin… 
						Bak Can değerli bilim adamı Prof.Dr. Tülay Özüerman da 
						benim gibi koşmuş “Mustafa”yı izlemiş. Ne diyor biliyor 
						musun? “Benim 
						çocukluğumda ve gençliğimde O’nun adı Mustafa Kemal idi. 
						Adının sonuna eklenen Atatürk ile daha bir yücelmişti. 
						Ulus O’nu bağrına böyle basmıştı. Şimdi çocuk ve genç 
						olanlar O’nu “Mustafa” olarak tanıyacaklar. Sonra 
						birileri gelip “Mustafa”yı da silinceye kadar… “Mustafa” 
						insan olarak zaafları ile öne çekilip, hataları da 
						gösterilen birisi olarak görselleştirilirken, O’nun 
						yarattığı dev eser arka planda kalıyor. Duygusallık ve 
						kişisellik öne çıkarılınca, akıl ve aklın ürünü olan 
						yapıtları ve toplumsallık geride kalıyor. Ben ve benim 
						neslim O’nu insan olarak zaafları ile değil, bugün ulusu 
						var eden, bir kadın olarak toplumda akıl ve bilgi 
						sayesinde yer edinmemi sağlayan bir önder olarak tanır 
						ve tanıtırken, O’nun aydın kişiliği ile ilgiliydik. 
						Özeli O’na aitti. Hepimiz için olması gerektiği gibi!.. 
						Binlerce Mustafa’dan farkını görmezlikten gelip, kimse 
						bana annesi öyle çağırıyordu diye, Mustafa Kemal’e 
						“Mustafa” dedirtemez. (…) Başka bir Türkiye’yi 
						çağrıştırıyor “Mustafa”!.. Elimizden kayıp gidenleri 
						çağrıştırıyor. Başkalaşmamızın hangi aşamaya geldiğini 
						çağrıştırıyor. (…) Hukukun üstünlüğünü savunanlar, 
						hukuksuzluğun üstünlüğünün üzerini farkında olmadan 
						örtüyorlar. Savunma evet ama savunurken savrulmamak da 
						gerekiyor. Hukuksuzluğun alanının alabildiğine 
						genişletildiğinin örnekleri gün geçtikçe çoğalıyor. 14 
						yaşındaki bir genç kızın yaşamını alt üst edecek bir 
						olayın faili elini kolunu sallayarak, zafer kazanmış eda 
						ile yargıdan sıyrılıp çıkabiliyorsa gözümüzün önünde, o 
						genç kızın vebaline hepimiz ortak edilmiş olmuyor muyuz? 
						Vatan, namus şeref diyenler, bir genç kızın şerefi ve 
						namusunu hiçe saymakla diğer genç kızlara birilerinin 
						aynı şekilde musallat olmasının yolunu açmış olmuyorlar 
						mı? Bu satırları yazıyorsam ve 14 yaşında bir kıza sahip 
						çıkarak kadına haksızlığa karşı çıkabiliyorsam, Mustafa 
						Kemal Atatürk sayesindedir.  Bir gün bu savunmayı 
						yapamaz hale geldiğimde ya da demokrasi adına verdiğim 
						haklı mücadelede hesap sormak yerine, hesap verme 
						durumuna düşürüldüğümde, “Mustafa” diyenler iyi 
						niyetlerini sorgulasalar da çok geç kalmış olacaklar.” 
						
						
						
						Siz ne dersiniz bilemem sevgili dostlar ama benim bir 
						son sözüm var Can Dündar’a: 
						
						
						Ne dersen de Mustafa Kemal küçülmez, ufalanıp giden sen 
						olacaksın, bilesin! 
						
						
						
						  
						
						
						
						Sağlıkta, huzurda, mutlulukta kalınız… 
						
						
						
						   |