| 
						 
						
						
						• ANAFİLYA YAZILARI 
						
						1 Ocak 2009 gününe çığlık çığlığa girdik… 
						
						
						Ankara’da denetimsiz doğalgaz borusu, 7 genci çığlık 
						çığlığa aldı aramızdan. Ardından İstanbul’un 
						Bahçelievler semtinde eli satırlı ve silahlı bir şehir 
						eşkıyası yılbaşı gecesi bir parkta içki içen üç gence 
						saldırdı. Biri yaşamını yitirdi çığlık çığlığa. 
						
						
						Ve Gazze’den yükselen 1 Ocak çığlıkları… 
						
						
						Ölü sayısı 800’ü geçti. Binlerce yaralı. Hastanelerde 
						ilaç yok, yeterli doktor yok. Yatak yok, hemşire yok. 
						
						
						İsrail vuruyor, öldürüyor, dünya suskun… 
						
						
						Derken, Ergenekon tuz biber ekti… Bu kez, şok dalgaların 
						kapsamı o kadar geniş ki, altı ayrı ilde operasyon 
						düzenlendi. Tam 37 kişi gözaltına alındı. Eski MGK Genel 
						Sekreteri e. Org. Tuncer Kılınç, YÖK eski Başkanı Prof. 
						Dr. Kemal Gürüz, Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı 
						Sabih Kanadoğlu, 2. Ordu eski Komutanı, e. Orgeneral 
						Kemal Yavuz, Bağımsız Cumhuriyetçi Partisi Genel Başkan 
						Yardımcısı Engin Aydın, TV ekranlarından ve 
						kitaplarından tanıdığınız Prof. Dr. Yalçın Küçük ve 
						yurtdışından geldiğinde gözaltına alınacak olan İstek 
						Vakfı Başkanı, Yeditepe Üniversitesi Kurucu Başkanı, 
						İstanbul eski Belediye Başkanı Bedrettin Dalan. Emekli 
						Orgeneraller Tuncer Kılınç ve Kemal Yavuz Atatürkçü ve 
						28 Şubat döneminin etkin konumdaki askerleri. Prof. 
						Kemal Gürüz, yine 28 Şubat döneminin Atatürkçü YÖK 
						Başkanı. Onursal Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih 
						Kanadoğlu, en kritik dönemde görev yapmış olan ve AKP 
						hakkındaki kapatma davasında ve Cumhurbaşkanı seçiminde 
						hukuki yorumlarıyla toplumda önemli etkiler yaratmış 
						olan kişi. Bu şok dalga acaba 28 Şubat’ın izlerini mi 
						silmeyi amaçlıyor? En azından bu satırların sahibi bunu 
						bilmiyor! Sadece bir kuşku bizimki! Hem kuşku hem de 
						kaygı… Genelkurmay eski Hukuk Müşaviri e. Hâkim 
						Tümgeneral Erdal Şenol ile eski Özel Harekât Dairesi 
						Başkanı İbrahim Şahin bu dalgaya nasıl kapıldılar? Onu 
						da bilemiyoruz (!).  
						
						
						Öte yandan Devlet eliyle Kürtçe yayın kanalı açılması 
						konusunda bayram yapılırken, bunun nereye varacağını 
						kimse hesap etmedi. Yeniden Diyarbakır Belediye 
						Başkanlığına adaylığını koyan Osman Baydemir, nereye 
						varmak istediklerini açıkça söyledi: “Bu halkın 
						dilini, kültürünü ve kimliğini tanımayanlar, 20 yıl 
						sonra kabul ettiler. Bir gün bu torakları da 
						tanıyacaklar.” Yüksek sesle vatanın bölüneceğini 
						haykırdı Baydemir. Şimdi Ergenekon’a dönelim de bakalım, 
						bunları söyleyen şahıs sorguya çekiliyor mu? Hayır. 
						Gözaltına alınıyor mu? Hayır… Ama, Yargıtay Onursal 
						Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu ve eski MGK Genel 
						Sekreteri e. Org. Tuncer Kılınç ile emekli Ordu Komutanı 
						Kemal Yavuz içeri alınıyor. İşte bizi asıl şok eden 
						uygulamalar bunlar! Hukukun üstünlüğüne inananların, 
						Devletine ve milletine bağlı olanların üzerinden 
						götürülen bu baskıcı dalgalar nereye kadar gidecek 
						bilinmez ama (!), yeni yıl işte böyle geldi. Çığlık 
						çığlığa… 
						
						
						* 
						
						
						İçerideyse önceki yıllarda olduğu gibi yazgımızı yine 
						Başbakan RTE belirledi. Başbakan: Tezkere geçmezse 
						memura maaş ödeyemeyiz” dedi. Tezkere reddedildi. 
						Dışişleri Bakanlığı genelgesi ile silahlar Türkiye 
						üzerinden geçti. 
						
						
						- Ekonomi büyürken işsizlik, cari açık verilirken döviz 
						kuru arttı. 
						
						
						- GSMH artarken KDV tahsilâtı yerinde saydı. 
						
						
						- Başbakan zam isteyen memura, “IMF’yi ikna edin…”
						dedi. İthalat 100 milyar doları aştı, cari açığın 
						üstünde borçlanma yapıldı. Düşük faizli dış borç, yüksek 
						faizli iç borçla ödendi. 
						
						
						- Domuz kesimlik hayvanlar arasına alındı. Domuzlar 
						sevindi! 
						
						
						- Yunan kilise bankası Türkiye’de banka satın aldı. 
						
						
						- İletişim sektörünün tamamı yabancıların eline geçti. 
						
						
						- Petrol kanunu ile yabancılara 50 yıllık imtiyaz 
						verildi. Yabancı rantiyecilere vergi muafiyeti tanındı. 
						Yabancılara toprak satışında rekor kırıldı. Başbakan, 
						“Toprak satılıyorsa alıp götürmüyorlar” dedi. 
						
						
						- Başbakan ve Dışişleri Bakanı İslamiyeti yok etmeye 
						yemin eden bir Papa’nın heykeli önünde fotoğraf 
						çektirdi. Bir Yahudi kuruluşu olan ‘St.John’s 
						University’ Başbakana “Üstün Cesaret Ödülü” verdi. 742 
						kilise koruma kapsamına alınarak ‘haç’a kavuştu. Kilise 
						ve havralar imar planında yer aldı. Bir cami kiliseye 
						çevrildi. 
						
						
						- Türk askerinin başına ABD güçlerince çuval geçirildi. 
						
						
						- Filistin-İsrail arabuluculuğuna soyunan Başbakan 
						Erdoğan, İsrail’de Ramallah sınır kapısında içeri 
						alınmadı. 
						
						
						- “Bir dönem dini kullandık” 
						diyen Başbakan, Müslüman topraklarını işgal eden ABD 
						askerlerinin evlerine sağ salim dönmeleri için dua 
						ettiğini açıkladı. 
						
						
						* İslam dünyasının sınırlarlını değiştirecek BOP’un eş 
						başkanı oldu. 
						
						
						* Yapılan ihalede önce uçak istedi ama sonra Mercedes’e 
						razı oldu. 
						
						
						* “Türkiye’yi pazarladığını” 
						açıkladı. 
						
						
						* Çiftçilere “Gözünü toprak doyursun” dedi. 
						
						
						* “Borç yiğidin kamçısıdır” 
						diyerek borçlanmayı bir başarı olarak gösterdi. “Odun 
						kömür dağıtarak halkı sadaka almaya alıştırıyorsunuz”, 
						diyenlere: “Töremizde sadaka verme kültürü vardır,”
						dedi. 
						
						
						* Eyalet sistemi öngördü. “Türklük bir alt kimliktir” 
						dedi. 
						
						
						* TMSF katkısıyla bu kadar çok ve gazete yönlendirdi. 
						
						
						- İsrailli bir işadamına çok gizli bir şekilde 800 
						milyon dolar kaynak aktarıldı. 
						
						
						- Çiftçi ve emekliden vergi alınması sözü verildi. 
						Fındık üreticileri en büyük mitingi yaptı. Tarımsal 
						üretimde dış ticaret açığı ortaya çıktı. Kap-kaç diye 
						bir sektör türedi. 
						
						
						- Başbakan Danışmanı Amerikalılara Başbakan için “Bu 
						adamı kullanın, onu süpürmeyin” dedi. 
						
						
						- Yoksullar arttı. Okula gidemeyenler çoğaldı. Başbakan
						“kriz teğet geçti”, dedi. Oğlu, imkansızlıklardan 
						burslu okudu, sağlığı elverişsiz olduğundan askere gidip 
						yan gelip yatmadı! Armatör oldu… 
						
						
						* 
						
						
						İngiliz The Economist Dergisi Türkiye’deki iktidarın 
						ülkeye getirdiği felaketi görmüş olmalı ki özel bir 
						değerlendirmeye yer verdi: 
						
						
						“Erdoğan, ani tepkiler veren, her işe karışan ve türbanı 
						üniversitelerde serbest bırakmaya çalışarak askerleri 
						kışkırtan bir kimliğe büründü. Yavaş yavaş bütün 
						seçmenlere yabancılaştı. AKP’nin bulaştığı yolsuzluk 
						olaylarıyla da kredisi giderek azaldı. AKP, sandığa 
						gömülen eski partilere benzemeye başladı.” 
						
						
						Başbakan Erdoğan’ın izlediği politikaları “Endişe verici 
						Erdoğan” başlıklı iki sayfalık bir makalede 
						değerlendiren derginin bu görüşünün altına, ülkede 
						yaşayan öngörü sahibi vatandaşlar imza atarken Erdoğan 
						merak edilen yanıtını verdi: “Milletim bunları 
						yutmaz…” 
						
						
						İlginç deyişleriyle, engin ekonomi ve felsefe 
						donanımıyla (!) Başbakan’ın ruh halini çözümlemek çok 
						güç. Erdoğan bu haliyle olsa olsa ünlü İngiliz yazar 
						Shakespeare’in tanımına uyuyor:  
						
						
						  
						
						
						“İnsanların çoğu sevmekten korkuyor,  
						
						
						kaybetmekten korktuğu için. 
						
						
						  
						
						
						Düşünmekten korkuyor,  
						
						
						sorumluluk getireceği için. 
						
						
						  
						
						
						Konuşmaktan korkuyor,  
						
						
						eleştirilmekten korktuğu için. 
						
						
						  
						
						
						Yaşlanmaktan korkuyor,  
						
						
						gençliğin kıymetini bilmediği için. 
						
						
						  
						
						
						Unutulmaktan korkuyor,  
						
						
						dünyaya iyi bir şey vermediği için. 
						
						
						  
						
						
						Ve… Ölmekten korkuyor,  
						
						
						aslında yaşamayı bilmediği için.” 
						
						
						* 
						
						
						CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın akıl almaz “Kara 
						çarşaf” açılımı Cumhuriyet ilkelerine yürekten bağlı 
						olan vatandaşları adeta şok etti. Oysa Atatürk, 84 yıl 
						önce 1925’de, İnebolu gezisinde karşısında çarşaflı 
						kadınları görünce kılıklarının nasıl olması gerektiğini 
						şöyle açıklamıştı: 
						
						
						“Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez, 
						peştamal veya buna benzer bir şeyler sararak yüzünü, 
						gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı arkasını 
						çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu davranış neyi 
						gösterir? Medeni bir millet anası, medeni bir millet 
						kızı için bu garip şekiller, bu vahşi vaziyet nedir? Bu 
						hal milleti çok gülünç gösterir ve derhal düzeltilmesi 
						lazımdır!” 
						
						
						Atatürk’ün kurduğu partinin bugünkü Genel Başkanı Baykal 
						anlaşılan, ya Atatürk’ü anlamamış ya da anlayamamış. 
						Yazık! 
						
						
						* 
						
						
						Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Şevki Aydın, bir süre 
						önce kanayan yaramıza parmak basarak, “Kadını 
						cehaletin karanlığına gömdük, şimdi sorun yaşıyoruz” 
						demişti. Çok geçmedi Konda Şirketi’nin yaptığı “Kadının 
						İnsan Hakları” konulu geniş araştırmasının sonuçları 
						duyuruldu: Kadınlarımızın yüzde 10’u hiç okuma yazma 
						bilmiyor, yüzde 50’si ilkokul mezunu, yüzde 55’i “Neden 
						okuldan ayrıldın?” sorusuna “Büyüklerim istedi” diyor, 
						yüzde 7,5’i ise evlendirilmek üzere okuldan alındığını 
						söylüyor. Kadınların yüzde 60’ı sokağa çıkmak için izin 
						almak zorunda… Üç kadından ikisi, istemediği kişiyle 
						evlendiriliyor. Zorla evlendirilenlerin oranı yüzde 7 
						dolayında. Uzmanlara göre, Türkiye’de her üç kadından 
						biri şiddete uğruyor. Şiddet, “Kadınlara fiziksel, 
						cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren ve 
						verebilecek olan, cinsiyete dayanan bir eylem veya bu 
						tür eylemlerle tehdit etme, zorlama ve dayak” olarak 
						tarif ediliyor. Son yıllarda Türkiye’de kadına fiziksel 
						şiddettin arttığı görülüyor. Namus ve töre adına 
						işkence, öldürme, intihara zorlama oranı yüzde 25 artmış 
						durumda… Eğitimsiz kadının ekonomik özgürlüğü de 
						olmuyor. Yoksulluk ve geleneklerin ağır baskısı şiddet 
						görmelerine neden oluyor. Bu kötü gidişe dur 
						diyebilecek, kadının özgürlüğünü çağdaş giyimde, çağdaş 
						düşüncede birleştiren, ülkenin kurtuluşunun sosyal 
						gelişim ve ekonomik bağımsızlığın kazanılmasıyla 
						önlenebileceğini düşündüğümüz CHP ne yazık ki kara 
						çarşafa sarılıyor. 
						
						
						* 
						
						
						
						Türkiye Cumhuriyetinin her milimetresinde, Atatürk’ün 
						bir eseri vardır, sesi vardır, nefesi vardır… Var 
						oluşumuz, Kurtuluş’tan Cumhuriyet’e onun izlerini taşır. 
						Yoktan doğmuştur Türkiye Cumhuriyeti… İşte geçmişten 
						alıntılar: 
						
						
						
						Refi Cevat (Ulunay)… Bundan tam 90 yıl önce yayımlanan 
						Alemdar gazetesinin 6 Ocak 1925 tarihli sayısında şöyle 
						diyor: 
						
						
						
						“Siyasette hangi yol? İngiltere’nin eğilim duyduğu taraf 
						şimdiye kadar siyasetin hiçbir safhasında hiç iflas 
						etmemiştir, edemez. Menfaatimizi, İngiltere’nin 
						müttefikleriyle bize açacakları ana siyasette 
						görüyoruz.” 
						
						
						Refi Cevat başta Ali Kemal olmak üzere Mütareke Basını 
						olarak adlandırılan grubun önde giden yazarlarındandı.
						
						
						
						
						Sait Molla, Mustafa 
						Sabri Efendi, Mehmet 
						Asım gibi 
						gazeteci ve yazarların da aralarında bulunduğu Mütareke 
						Basını, Milli Mücadele’ye karşı tavırlarıyla tanındılar. Damat 
						Ferit Paşa’nın İngiltere ile dostane 
						işbirliğini savunan Hürriyet 
						ve İtilaf Fırkası politikalarını 
						desteklediler, ‘Türk Milleti’ kavramını itici buldular 
						onun yerine ‘Osmanlı Halkları’ fikrinin devam 
						ettirilebileceğini savundular. Türk milletini Anadolu’da 
						yaşayan, sadece tarım ve hayvancılıkla uğraşan, tahsili 
						ve bir zanaatı olmayan köylüler olarak tanımladılar. Bu 
						insanların Düvel-i Muazzama (büyük ülkeler) karşısında 
						varlık gösteremeyeceğini bu yüzden büyük devletlerle 
						Mondros Mütarekesi çerçevesinde ilişkilerin 
						sürdürülmesini savundular. Bunlardan 
						birisi olan Mustafa Sabri Efendi, “İki 
						paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek 
						İngilizlerin, Fransızların ve sair devletlerin 
						İstanbul’dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin 
						idam ettiği Türk aklı kabul edebilir” demişti. 
						
						
						
						Yazar bozuntusu Refi Cevat, Atatürk’ün vatanı kurtarmaya 
						soyunduğunu duyduğu 12 Mart 1919 günü şunları yazdı:
						
						
						“Sehpalar bu adamlara lâyık değildir. Koparılması lâzım 
						gelen bu kafalar kütükler üzerinde kesilip günlerce 
						ibret taşında kalmalı.” 
						
						
						Ertesi gün daha da ileri gitti: “Tutuklamalar 
						gözümüzü doyurmadı. Daha çok şiddet! Daha çok şiddet! 
						Daha çok şiddet!” 
						
						
						İngiliz yanlısı Refi Cevat; 21 Nisan 1919 tarihli 
						yazısında: 
						
						“İngilizleri bekliyoruz. Türkler kendi güçleriyle adam 
						olamaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak. 
						İngiliz mandası için İstanbul’da 24 saat içinde 40 bin 
						imza toplandı”, dedi. 
						
						
						Atatürk’ün Samsun’a çıkışından 3 gün sonra, halk, vatanı 
						kurtarma coşkusu içindedir… Gelen haberlerden rahatsız 
						olan Refi Cevat 22 Mayıs 1919 günü şöyle yazar: 
						“Biraz nur, biraz hayat: Elde kuvvet olmadıktan sonra 
						‘son neferimize kadar hayatımızı feda ederiz’ demek 
						faydasızdır. Şimdiye kadar çok öldük. Artık ölmeyeceğiz. 
						Acele yardıma ihtiyacımız var. İngiltere uzanacağımız 
						dost eli tutacaktır. Son kozumuzu ortaya fırlatıyoruz. 
						Bizi takviye etmesini istediğimiz İngiltere’nin Doğu 
						ile, özellikle memleketimizle büyük bir ilgisi vardır.” 
						
						
						Kurtuluş Savaşı başlamış, Türk ordusu adım adım 
						ilerlemektedir… Tutsak Osmanlı sessiz oturmaktadır. Refi 
						Cevat 16 Mart 1920 günü, aciz İstanbul hükümetine 
						seslenir: “Azimli bir hükümet, temiz bir elle Kuvay-ı 
						Milliye adı altına sığınan bu haydutların kafasına neden 
						bir yumruk indirmiyor?”  
						
						
						Ve Atatürk, Türk halkının yazgısını belirlerken, 
						şaşkınlıktan gözleri beleren; Refi Cevat, gazetesinden 
						20 Mart 1920 günü şu soruyu yöneltir: “Nereye 
						Gidiyoruz? Zavallı memleketimizin felâketi son 
						derekesini buldu… Anadolu'da Celâlîler gibi türeyen 
						sergerdeler kuvveti zavallı milleti kana ve ateşe 
						boğuyor… İtilaf Devletleri hükümetin bu canilere karşı 
						eli bağlı durmasını zayıflık ve acizlik değil, belki 
						fikren o kuvvetlerle ortak bulunmasına bağladıklarını 
						kabul etmelidir ki bunun en ağır ve en yaman cezalarını 
						da yine bu kötü talihli millet çekmektedir.” 
						
						
						
						Ali Kemal de, Refi Cevat gibi Milli Mücadele düşmanıdır.
						
						
						Türk Tarihi’nde “Mütareke Basını” deyiminin sembolü 
						olmuş bir kişisidir. Onun için kurtuluş, İngiliz 
						mandasını kabul etmektir. 7 Ağustos 1919 günü yazarı 
						olduğu Peyam-ı Sabah gazetesinden şöyle seslenir: “Bu 
						sayede İngilizler zabıtamızı, adliyemizi, maliyemizi, 
						bayındırlığımızı düzenleyecekler ve Türkler de geleceğin 
						kaygısından uzak kalarak yaratılıştan gelen ve 
						kalıtımsal meziyetlerini, yeteneklerini geliştirmeye 
						muvaffak olacaklardır.” Tarih 20 Nisan 1920 gününü 
						gösterdiğinde iyice coşar: “Kuyucu Murat Paşa, 
						Celâlîlere nasıl muamele etmişse, Kuvay-ı Milliye’ye de 
						öyle muamele edilmelidir. Maiyetindekilerin yakında, 
						zorba yamağı Cafer Tayyar şaklabanını, elini kolunu 
						bağlayıp Hükümete teslim etmesi beklenir. Saltanata 
						bağlı halim selim Anadolu halkı da Mustafa Kemal 
						şakisine haddini bildirecek.” 
						
						
						Yazı yazıyı kovalar… Gerici, yobaz Ali Kemal 13 Aralık 
						1921 tarihli yazısında adeta haykırır: “Bu devletin 
						çöküşünü durdurmak için yine Saltanat’a ve Hilâfet’e bel 
						bağlamalıyız.” 
						
						
						Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah’ta 10 Eylül 1922’de 
						yayımlanan son yazısındaki “Gayelerimiz Birdi ve Birdir” 
						başlığı dikkat çekicidir. Bu yazıda, hem zafere 
						sevindiğini belirtir hem de hâlâ aynı görüşte olduğunu 
						ifade eder. Ancak ertesi gün, 11 Eylül 1922’de gazeteden 
						atılır. Gazetenin sahibi Mihran Efendi, gazetenin 
						‘Peyam’ olan adını ‘Sabah’ olarak değiştirir. Ali 
						Kemâl’i kovduktan sonra 13 Eylül 1922 tarihli sayısında 
						Mustafa Kemâl’e “Başkumandanımız” diyerek yanaşır, 
						Ankara’nın yanında yer alır. Yine de başına bir iş 
						gelmesinden korkar… Her şeyini satar savar, Avrupa’ya 
						kaçar. Ali Kemâl ise, Eylül 1922’de bir berberde 
						yakalanır Ankara’ya götürülürken mola verilen İzmit’te 
						öldürülür. Cumhuriyet’in kuruluşunda ‘Mütareke 
						Basını’nın simgesi bu isimler çok önemlidir. 
						
						
						
						* 
						
						
						Ne yazık ki tarih bu gün de Mütareke Basını’nı 
						aratmayacak girişimlere tanık oluyor. Şimdi “Ermeni 
						soykırımını kabul edelim” diyenler türedi. Durduk yerde 
						kurumuş boka su dökerek “Özür diliyorum” kampanyası 
						başlattılar (!). 
						Kendilerini aydın olarak niteleyen bu zavallıların, 
						hazırladıkları metninde, 
						
						“1915’te Osmanlı Ermelileri’nin maruz kaldığı Büyük 
						felaket’e duyarsız kalmasını, bunun inkâr edilmesini 
						vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, 
						kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını 
						paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” sözleri 
						yer alıyor. Yıllardır soykırımla suçlanmış, bu nedenle 
						birçok Avrupa ülkesi tarafından dışlanmış ülkemizin 
						işlemediği bir suçu kabul etmesine çanak tutan bu 
						girişimin, en azından tarih açısından doğru 
						değerlendirilmediği için; eksik, tek yanlı ve 
						
						“talihsiz” bir girişim olduğunu gerçek aydınlarımız, 
						tarih sorumlusu araştırmacılarımız ve sağduyulu Ermeni 
						vatandaşlarımız biliyorlar. Karşıt 
						görüşlülerin bu bildiriyi hazırlamaları utanç vericidir. 
						Peki, kimlerdir bunlar?  
						
						
						
						Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet 
						İnsel, AÜ. SBF öğretim üyesi Prof. Dr. Baskın Oran, 
						Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Cengiz Aktar 
						ve gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu’nun öncülüğünde 
						başlatılan bu çirkin kampanya’da ne yazık ki bildik, 
						tanıdık isimler de yer alıyor: Adalet Ağaoğlu, 
						
						
						Ali Nesin, Oral Çalışlar, Perihan Mağden, Asaf Savaş 
						Akat, Neşe Düzel, Barış Pirhasan, Derya Alabora, Tarhan 
						Erdem, Ertuğrul Kürkçü, Tuna Kiremitçi, Enis Batur, 
						Halil Berktay, İbrahim Betil, Murat Belge, Cengiz 
						Çandar, Gencay Gürsoy vb. 
						
						
						Konuyu araştıran Yılmaz Dikbaş, “Tabuta Çakılan Son 
						Çivi” (Asya Şafak Yayınları, İstanbul, 5. Baskı) 
						adlı eserinde “Özür Dileyenler”in AB’den aldıkları 
						hibeleri açıklıyor. Bazılarını aktaralım:  
						
						
						Prof. Dr. Ahmet İnsel (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 
						107,414,- Avro  
						
						
						Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu (Çağdaş Yaşamı Destekleme 
						Derneği) 193.548.73 Avro  
						
						
						Mine Kırıkkanat (Gazeteci Yazar) 70,000,- Avro 
						 
						
						
						Prof. Dr. Atilla Yayla (Liberal Düşünce Derneği) 
						449.620.40 Avro  
						
						
						Şerafettin Elçi (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,- 
						Avro  
						
						
						Ertuğrul Kürkçü (İPS İletişim Vakfı) 809,760,- Avro
						 
						
						
						Prof. Dr. Halil Berktay (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 
						107,414,- Avro  
						
						
						Etyen Mahçupyan (Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı) 
						1.032.921.35 Avro  
						
						
						Mehmet Ali Birand (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 
						107,414,- Avro  
						
						
						Adalet Ağaoğlu (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,- 
						Avro  
						
						
						MAZLUMDER,  81.735.15 Avro  
						
						
						Murat Belge (Helsinki Yurttaşlar Derneği) 107,414,- Avro
						 
						
						
						Boşuna denmemiş hayatta her şeyin bir bedeli vardır 
						diye... Demek ki ruhunu satan sadece Faust değilmiş...
						 
						
						
						
						Yukarıda kimilerini sıraladığımız malum kişilerin yanı 
						sıra okumadan, düşünmeden kendince yüzeysel 
						bilgileriyle, çorbada tuzu olsun, diye, imza atanların 
						bu bildirisi tepkiyle karşılandı. ‘Ben yaptım, oldu’ 
						teranesini yutan olmadı. Her dönemin adamlarının güçleri 
						Türk halkının özgüvenini sarsmaya yetmedi. Sokaktaki 
						vatandaş öfkelendi. CHP’li Canan Arıtman, “Özür 
						Diliyorum” kampanyasına yaklaşımı için Cumhurbaşkanı 
						Gül’ü, yani en yüksek makamı eleştirdi. 
						
						Başbakan Erdoğan, “Herhalde onlar böyle bir soykırım 
						işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye 
						Cumhuriyeti’nin böyle bir sorunu yok” diyebildi 
						neyse ki. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın bir 
						değerlendirmesine rastlanmadı. Devlet adına da bir 
						açıklama yapılmadı. Ama kampanya giderek komik bir hal 
						aldı. Şarkıcı olduğu belirtilen İngiliz vatandaşı Peter 
						Gabriel’in de imzacı olduğu açıklandı. Peter Gabriel 
						kim? Bizce hiç de şaşırtıcı değil… Osmanlı Bankası’nı 
						ellerinde bombalar ve tabancalarla basıp önlerine çıkanı 
						öldüren Hınçak teröristlerini özel yatına bindirip 
						kaçıran kimlerdi, diye sorulunca yanıt kendiliğinden 
						ortaya çıkıyor: Zamanın İngiliz büyükelçisi! Yani 
						emperyalist güçler… Amerika’yı, Rusya’yı, Fransızları 
						saymaya gerek yok. 
						
						Ermeni soykırımının senaryodan ibaret olduğu gerçeği 
						Devlet arşivlerimizdeki belgelerle kanıtlandı. 1906-1922 
						yılları arasında Anadolu’da ve Kafkaslar’ da 514.255 
						vatandaşımız ile sayı tespiti yapılamayan onlarca 
						köylümüzün Ermeniler tarafından katledildiği bilgisi 
						belgelerde yer almasına karşın, katliamı yapanlardan 
						özür dileniyor. Asıl biz, 
						
						Atalarımızdan, binlerce şehidimizden onların ruhunu hiçe 
						sayanlar adına ve bunca yıl bu masalın ülkemiz üzerinde 
						karabulut gibi dolaşmasına izin verdiğimiz için özür 
						dilemeliyiz. Ne yazık ki, Türkiye’nin 
						bütünlüğünü dinamitlemek isteyen bu emperyalist 
						işbirlikçiler, bazı üniversitelerde ‘tarih profesörü’ 
						olarak barınabiliyorlar. Büründükleri cüppeleri 
						içerisinde genç beyinlere kötü emellerini 
						aşılayabiliyorlar. Bunlar düpedüz hain. Tıpkı Mütareke 
						Basını’ndaki Ali Kemaller, Refi Cevatlar gibi gibi… 
						
						
						* 
						
						
						
						25 yıl önceye dönersek üniversitelerimizde bugünlerin 
						temelinin nasıl atıldığını görebiliriz:   
						
						
						
						Şubat 1983’de 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 2301 ve 
						2766 sayılı kanunla değişik maddelerince özellikle sol görüşlü 
						olduğu düşünülen 71 Üniversite personelinin YÖK 
						tarafından görevlerinden uzaklaştırılmasına başlandı. Genelkurmayın açılamalarına 
						göre toplam 4891 kamu personeli görevden alındı ve 38 profesör, 
						25 doçent, 
						10 yardımcı doçent 1402’lik oldu. 1402’lik olmak 
						istemediklerinden istifa yolunu seçenler dâhil 
						edildiğinde sayının yaklaşık 20 bin olduğu öne sürülür. 
						Bazı üniversiteler personel yokluğu nedeniyle bu yasa 
						yüzünden zor duruma düştüler. Öte yandan, Prof. Orhan 
						Aldıkaçtı ve Prof.Ergun Özbudun gibi öğretim üyeleri, 
						1982 Anayasası’nın hazırlanmasında görev aldıkları gibi 
						darbe ile üniversite arasındaki ilişkiyi kuran kimseler 
						oldular. Sekiz profesör ve iki doçentten oluşan İstanbul 
						Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kurulu, 2 Aralık 1982 tarih 
						ve 9 numaralı gündem maddesiyle, Cumhurbaşkanı Kenan 
						Evren’e fahri hukuk doktoru diploması verilmesi kararını 
						aldı. Peki, Kenan Evren bunu hak edecek ne yapmıştı, 
						Sıralayalım: 
						
						
						
						Demokrasiye ‘DUR’ dediği dönemde 650 bin kişi gözaltına 
						alındı, 210 bin dava dosyası açıldı, 7 bin kişi hakkında 
						idam istemiyle dava açıldı, 517 kişiye idam cezası 
						verildi, 259 kişinin idam cezası onaylandı, 49 kişi idam 
						edildi, yalnızca 171 kişinin işkence, 14 kişinin 
						cezaevlerinde açlık grevi/ölüm orucunda sonucu öldüğü 
						belgelendi, 94 bin 404 kişi örgüt üyeliğinden 
						yargılandı, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı, 30 bin 
						kişi sakıncalı denilerek işten çıkarıldı, 40 bin ton 
						yayın 937 film imha edildi, 23 bin 667 dernek kapatıldı 
						ve geride sokaklarda, evlerinde, dağlarda katledilen 
						çoğu belgelere dahi geçmemiş, katledilmeleriyle ilgili 
						dava açılmamış yüzlerce kişi kaldı. Bu bilgiyi insan 
						haklarının hiçe sayıldığı ülkemizde fikir sahibi 
						olmalarına yardımcı olmak amacıyla bundan 25 yıl önce 15 
						ve altındaki yaşlarda olanlara sunuyoruz. 
						
						
						
						* 
						
						
						Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, çok 
						tartışılan bir isim. Öncelikle saldırgan kişiliğiyle ve 
						bu kişiliğin altındaki yolsuzluk yaptığı iddialarıyla… 
						CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu ile televizyon 
						ekranlarının karşısına çıkan Gökçek saldırgan 
						davranışlarından vazgeçmedi ama yolsuzluk iddiaları 
						karşısında inandırıcı bir yanıt da veremedi. Sürekli 
						Kılıçdaroğlu’nun sözünü kesti, konuşmaması için elinden 
						ne geliyorsa ortaya koydu. Yüksek ses tonu, özensiz 
						üslubuyla adeta meydan okumaya çalıştı. Haklı çıkmaya 
						çalıştı ama bu defa olmadı… Programda ilk sözü alan 
						Gökçek, Kılıçdaroğlu’nun doğalgaz sayaçlarına ilişkin 
						iddialarını kanıtlamasını istedi. Kılıçdaroğlu ise 
						konuşmasına, “Sayın Gökçek, tartışmadan kaçmam 
						halinde, tüm Türkiye’deki billboard’ları, benim kaçak 
						olduğumu ilan eden afişlerle donatacağını söyledi. 
						Yapacak mıydınız gerçekten Sayın Gökçek?” diye 
						sorarak başladı. Gökçek’in “Evet!” yanıtı üzerine, 
						“Sadece İstanbul’da 6 bin 500 tane billboard var. Tanesi 
						haftalık 3 bin 240 YTL. 2 milyon 104 bin 500YTL kirası 
						sadece İstanbul’un. Bunu nereden ödeyecektin” dedi. 
						Gökçek eveledi geveledi, yanıt veremedi. “Başka 
						konuya kesinlikle saptırmam” diyebildi. 
						Kılıçdaroğlu’nun sözünü hemen her sözcükte kesmeye 
						çalıştı. Televizyon düellosunda dünyanın en pahalı doğal 
						gaz sayacını Gökçek’in sattığı, 224,5 dolara alınan 
						sayacın Ankara halkına 300 dolara satıldığı daha doğrusu 
						soyulduğu belgelendi. “2008 yılın düellosu” olarak 
						nitelenen Gökçek-Kılıçdaroğlu yüzleşmesini yöneten usta 
						gazeteci Uğur Dündar da Gökçek’in davranışlarına isyan 
						etti. “Bu kadar agresif bir üslupla konuşmaya devam 
						eden, seyirci vicdanında mutlaka mahkum olur” 
						değerlendirmesini yaptı. Aslında, “insanlar topraktan 
						yaratılmıştır, her an çamurlaşabilirler” demek 
						istemişti. Kim bilir belki de, “akıllı olup ta dünyanın 
						kahrını çekeceğine, deli ol dünya senin kahrını çeksin” 
						demek istemişti. Hesaplamalara göre 92 dakikalık toplam 
						programda Gökçek 45 dakika 46 saniye konuşurken, Dündar 
						23 dakika 12 saniye, Kılıçdaroğlı ise 23 dakika 1 saniye 
						söz alabildi. Yani Gökçek her ikisinin toplamı kadar 
						konuştu. Sonuçta televizyonlardan Başkentin yönetimine 
						14 yıl yolsuzluklarla damgasını vuran bir Melih Gökçek 
						geçti.     
						
						
						* 
						
						
						Gökçek adı özellikle kömür’ü çağrıştırır. Ankaralılar 
						kendisini ‘Kömür Gökçek’ olarak da anarlar. Kulakları 
						çınlasın… Çünkü kömür ve gıda yardımları çeşitlenerek ve 
						hız kazanarak devam ediyor… Bolu Valisi Halil İbrahim 
						Akpınar, 2 odalı ahşap bir evde yaşayan 65 yaşındaki 
						Hatice Gün’ün evine giderek bayram hediyesi olarak 
						kuzine soba, 2,5 ton kömür, 300 YTL’lik çek ve çikolata 
						verdi. Vali Akpınar, televizyon kameraları önünde takım 
						elbisesiyle kuzine sobayı araçtan indirerek eve taşıdı. 
						Korumasıyla birlikte eski sobayı kaldırarak yeni sobayı 
						kurdu. Bu sırada, vakfa ait araçla getirilen 2,5 ton 
						kömür evin önüne yıkıldı. Hediye yağmurunda şaşkına 
						dönen Hatice Gül, baktı ki talih kuşu başına konumuş, 
						eskiyen buzdolabının yerine yenisini alınmasını istedi. 
						Vali Akpınar buzdolabı da alacağını söyledi, bu yıl 4 
						bin 868 kişiye toplam 860 bin YTL nakdi ve ayni yardım 
						yaptıklarını, yoksulluğu yok ettiklerini belirtti. Oysa 
						Vali’nin açıklaması Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun 
						geçenlerde açıkladığı rakamlarla açıkça çelişiyordu: 
						Türkiye’de yoksulluk oranı, 2007 yılında bir önceki yıla 
						göre 0.75 puan artarak yüzde 18.56’ya çıkmış. 2007 
						yılında fertlerin yaklaşık yüzde 0.54’ü sadece gıda 
						harcamalarını içeren açlık sınırının, yüzde 18.56’sı ise 
						gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının 
						altında yaşıyor. Son nüfus sayımını dikkate aldığımızda 
						Türkiye’de 380 bin kişi açlık sınırının altında, 13,1 
						milyon kişi ise yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu 
						arada 17 Aralık 2008 günü itibariyle benzinden alınan 
						vergilerin, rafineri çıkış fiyatına oranı yüzde 409!.. 
						Evet tam yüzde 409’a çıktı. Bir başka deyişle benzin 
						bedava olsa ve rafinerici, dağıtıcı, nakliyeci, bayi mal 
						ve hizmet bedeli olarak hiç para alınmasa dahi, vergiler 
						nedeniyle benzinin litresi, 1,92 YTL’den az olmayacak. 
						Hal böyle iken iş-aş sağlaması beklenen hükümet 
						vatandaşa kömür-gıda torbası dağıtıyor. Diyeceğimiz odur 
						ki; 8 yılda az gittik uz gittik bir ampul boyu yol 
						gittik… 
						
						
						
						* 
						
						
						
						57 yıl önce bugün; 
						
						
						
						31 Ocak 1952’de 
						 Kelkit’ten bir grup yurttaş, cumhurbaşkanı, başbakan ve 
						Gümüşhane milletvekillerine bir telgraf çekmişler. 
						Demişler ki: 
						
						
						
						“Vilayeti: Gümüşhane; Kazası: Kelkit; Kaymakam: Yok; 
						Doktor: Yok; Askerlik şubesi başkanı: Yok; Yargıç: Yok; 
						Mal müdürü: Yok; Özel idare müdürü: Yok; Tapu sicil 
						müdürü: Yok; Ortaokul müdürü: Yok; PTT müdürü: Yok. İşte 
						biz böyle bir kazada Devleti Ali’nin yurttaşları olarak 
						huzur ve güven içinde yaşıyoruz!
						
						...” 
						
						
						* 
						
						
						2009 yılındayız… Güzel günler yaşayacağımıza ilişkin hiç 
						bir belirti yok ne yazık ki... Yokluk yoksulluk çığ gibi 
						büyüyor. Selanik/Karaferyeli, rahmetli anneannem, az 
						kişinin gramofon sahibi olduğu yıllarda pikaba taş 
						plağını koyar dinlerdi:  
						
						
						“Giyme aba poturunu/ dalgalar artacak Yusuf’um/dalgalar 
						artacak? Demedim mi ben sana Yusuf’um/ Kayığımız 
						batacak!” 
						
						
						  
						
						
						Sağlıkta, huzurda, mutlulukta kalınız…   |