Sultan Su ile Yaylaköy'de, 2009

 
   
 

• ANAFİLYA YAZILARI

OLAYLARIN İÇİNDEN

İsrail ve Hamas’ın konu edildiği bir panelde Türkiye’nin ne işi var? Türkiye Hamas’ın temsilcisi mi? …

Davos’ta yanlı davranan oturum yöneticisine haklı sinirlenmesi ile İsrail Cumhurbaşkanının saldırgan tavrına haklı çıkışlarını teslim etsek de sinirlerine hâkim olamayan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının, seksen yaşını aşmış Nobel Barış Ödülü sahibi Peres’e ‘sen’ diye hitap etmesi hangi diplomasi kuralına, hangi devlet adamlığı tarifine uyabilir? “Ben kabile devleti Başbakanı değilim” dediğinde karşısındakine, “kabile devleti başbakanı” gibi hakaret etmesi nasıl değerlendirilebilir? ‘Dik duruş’ olarak sunulan bu olay diplomasi dilinde nasıl çözümlenebilir? Panel’i terk edip de İstanbul’da “Davos fatihi…”, “Dünya lideri Başbakan…”, “ Avrupa’yı titreten kahramanlar kahramanı geliyor…” Haykırışlarıyla karşılanan Erdoğan’a ve şakşakçı yalaka takımına sormak gerekmez mi:?

·         Madem ezilen halkların yanındaydınız neden kapitalizmin kalesi Davos’a gittiniz?

·         Eli kanlı İsrail yönetimi ile panel gibi ciddi olmayan bir ortama neden girdiniz?

·         Aynı dili konuşan ülkelerin hiçbirisi Hamas’ı savunmazken, terk ettiğiniz panelin bir diğer katılımcısı olan, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un uyarısıyla yerine otururken, Türkiye’yi tüm dünyanın terör örgütü saydığı Hamas’ın yandaşı konumuna niye soktunuz?

Size sormazlar mı:?

·         Kafamıza çuval geçirdiklerinde neredeydiniz?

·         Annan Planı dayatıldığında neden sustunuz?

·         AB Türkiye’nin üyeliği konusunda dayatmalarını, kabadayılığını sürdürürken, neden “Brüksel benim için bitmiştir. Bir daha gelmem” demediniz?

Devlet adamı sıfatı taşıyan hiç kimsenin sergileyemeyeceği ruh halini Davos’ta yansıtan bir adama olsa olsa ‘hoş geldiniz Kruşçev’ ya da ‘hoş geldiniz Chavez’ denebilir. ‘Kasımpaşa Davos’a taşındı’ yorumu da yapılabilir. Böyle bir başbakanın ülkesi uluslararası arenada yalnızlığa itilir. Ama hiç kuşkunuz olmasın Davos olayı devlet adamı terbiyesi görmemiş olmanın yarattığı bir sorundan bir halk kahramanı çıkaracaktır. (!) Peki, Batı ne yapacaktır? Erdoğan, “Barış görüşmelerine Hamas dâhil edilmelidir. Dışlanması yanlış olur,” demişti ya, “onu ve Türkiye’yi dışlayalım”, diyecektir.

*

Nitekim,

ABD’nin en saygın gazetesi Washington Post, dünyadaki 50’den fazla Müslüman ülke arasında Türkiye’nin Batı açısından özel bir konumu bulunduğunu belirterek, AKP döneminde Türkiye’nin bu özelliğini kaybetmekte olduğunu ve “Muhtemelen yeni Başkan Obama’nın gözde Müslüman ülkesi” olamayacağını yazdı. Washington Enstitüsü Yakın Doğu Araştırmaları kıdemli uzmanı Soner Çağatay’ın imzasıyla yayınlanan yazıda, Türkiye’nin bir NATO müttefiki, Avrupa Birliği üyeliğine aday bir ülke, liberal bir demokrasi ve İsrail ile ilişkileri olan Müslüman bir ülke olduğu hatırlatılarak, AKP döneminde ülkenin bu özelliklerini kaybetmekte olduğu ileri sürüldü. “Liberal politikalar bir bir kayboluyor. AB üyelik görüşmeleri durmuş durumda. İran gibi Batı karşıtı devletlerle bağlar güçlenirken, İsrail ile ilişkiler zayıflıyor. Başbakan Erdoğan son olarak da İsrail Devlet Başkanını insanları öldürmekle suçlayıp toplantı terk etti”, değerlendirilmesi yapılan yazıda AKP’nin 6 yıllık bir iktidar döneminden sonra Türkiye’yi artık daha az özgür, daha az eşit bir ülke yaptığı ve medyadaki engelleme girişimleri ile kadın-erkek eşitliğinde yaşananların bunun göstergesi olduğu öne sürüldü. Washington Post’daki yazıda, AKP’nin 2007 yılında çıkardığı internet yasasına dayanarak ‘YouTube’ adlı siteyi kapatan tek Avrupa ülkesi olduğu da belirtildi. Yazıda, BM Kalkınma Programı’nın yaptığı bir araştırmaya göre kadın-erkek eşitliğinde Türkiye’nin 2002’de 63. sırada iken bugün 90. sıraya düştüğü de vurgulandı. Türkiye’nin, kadınların siyasi, ekonomik ve toplumsal olarak Suudi Arabistan’ın bile gerisine düştüğü belirtilen yazıda, bugün yaşanmakta olan anti-semitik gelişmelerin siyasi iktidar tarafından cesaretlendirildiğinin altı çizildi. AKP döneminde giderek Batı’dan uzaklaşan Türkiye’nin, kendini İslamcı rejim veya davaların yanında konumlandırdığı iddia edilen yazı şöyle sona eriyor: “Türkiye bu tavırlarıyla sadece Avrupa’dan değil, ABD’den de uzaklaşıyor. Eğer Erdoğan’ın AKP’si liberalizm karşıtlığına hizmet etmeye devam eder dış politikasında dini esas almakta ısrar ederse artık özel olmayacak. Dahası Türkiye’ye yazık olacak.”

*

Sonuçta Batı’nın ve Türkiye’deki akil adamların değerlendirmelerinin aksine Davos olayı, yerel seçimlere girerken artık her mitingde AKP’nin vazgeçilmez malzemesi olacak, “Davos fatihi aramızda” denecek… Başbakan Davos zaferini (!) siyasi bir fırsata çevirecek, bizi, ülkemizi ilgilendiren konular yine unutturulacak. Oysa,

·         Ekonomik kriz sardı sarmaladı.

·         AB ve dış politika rafa kaldırıldı.

·         Deniz Feneri soygunu sürüyor.

·         Doğalgaz soygunu, Şaban Dişli ve Mir Dengir Fırat olaylarının üstü kapatıldı.

·         Hrint Drink cinayeti ve diğer faili meçhuller çözüm bekliyor.

Bu arada-derede gözden kaçanlar:

·         Ahmet Necdet Sezer’in veto ettiği Abdullah Gül’ün onayladığı, orman arazilerinin yağmalanmasına yol açacak 2-B Yasası yürürlüğe girdi.

·         Seçmen kütüklerine 6 milyon fazla kişi yansıtıldı.

·         Gökçeada ve Bozcaada Ruhban Okullarına gizlice izin verildi.

·         Yabancılara toprak satışında yüzde 5 olan oran yüzde 10’a çıkarıldı.

·         Merkez Bankası ile kamu bankalarının İstanbul’a taşınmasına karar verildi.

Sıralamaya çalıştığımız bu can sıkıcı gelişmelere ekleyebileceğimiz daha çook başlık var…

*

72 milyonluk ülkede huzuru bozan, insanlar üzerinde korku yaratan Ergenekon davasının temelinde tuhaf bir adam duruyor; Tuncay Güney… Belli ki yalancı, sahtekâr, hilekâr birisi. Tüm kamuoyunu peşine taktığına göre, zeki de olmalı... Son günlerde yakın bir arkadaşıyla yargılandığı bir davadan söz ediliyor. Güney’in ortağı olduğunu söyleyen Murat Akgün, “Tuncay Güney, Tepebaşı semtinde bir evin dekorasyonunu bana verdi. Ancak, iş bittikten sonra paramı ödemedi. Dedi ki, benim üzerime bir yazlık çay bahçesi var, ver nüfus cüzdanını üzerine geçireyim… Nüfus kâğıdımı aldı, çay bahçesini vermedi, benim cüzdanımla sahtekârlıklar yaptığını öğrendik,” diyor. Bu Tuncay Güney adındaki sahtekârın basın kartı yok, kendini gazeteci gösteriyor. Haham olduğunu söyledi, Haham kuruluşu yalanladı. MİT ile ilgili olmadığını ilan etti, ama ilgili olduğu belgelendi. DGM savcıları ciddiye almıyorlar… Sekiz yıl önce ifadesini alanlar belli ama Emniyet Genel Müdürlüğünde kaydının olmadığı açıklanıyor. Ve bu adam Devletin ekranına çıkarılıyor, dört saat süreyle CHP için ağza alınamaz ifadeler uyduruyor, liderini MİT’çi gibi gösteriyor. Üstelik el kol hareketleri ile sanki Türk halkına “Nanik” yapıyor. Bu sahtekâr adam sürekli gündemde tutuluyor. İnsanın canını sıkıyor… Peki, kimin nesidir bu adam? Bunca şeyi nasıl biliyor ve aklında tutuyor? Yani, ne özelliği var ki, bir yandan askerleri tanıyor, öte yanda basının içinde; hem Hahamlık yapıyor, hem ajanlık… Bu bilinmezlere belki de şu öykü yanıt olabilir: “Bir köyde, zengin Ağanın Ayşe adlı bir kızı varmış. Ama kız, köyün en fukara delikanlısını sevmiş. Hasan ile Ayşe’nin aşkı dilden dile dolaşırken Ağanın da kulağına gitmiş. Baba köpürmüş, ‘Ülen bende o çulsuza verecek kız olur mu be?’ demiş. Delikanlıyı ölümle tehdit etmiş. Köyün bir de en sevilen insanı vermiş, Mehmet Efendi… Namazında, niyazında, orucunu kaçırmayan, dini vecibelerini harfiyen yerine getirin biriymiş. Onu herkes severmiş, zenginler de fakirler de, çocuklar da yaşlılar da... Yoksul aile gidip Mehmet Efendiden rica etmiş, ‘Gir araya da oğlumuzu öldürmesinler’ diye. Mehmet Efendi Ağaya çıkmış, sevdalıları öldürmek Allah’a mahsus, demiş. Sonunda Ağa, delikanlının kızını görmemesi halinde canına dokunmayacağı sözünü vermiş. Aile rahatlamış ama, gençlerin yüreği sevdalı, rahat durmamışlar. Ayşe kız, almış Hasan’ı samanlığa, çözmüş uçkurunu… Aradan beş-altı ay geçince Ayşe’nin karnı büyümüş ve Ağa basmış yaygarayı. ‘Tez bulun o şerefsiz çulsuzu bana’ demiş. Ayşe öyle korkmuş ki, ‘Hasan suçsuz baba, beni bu hale Mehmet Efendi koydu!’ Ağa önde, taraftarları arkada köyün ortasında yakalamışlar Mehmet Efendi’yi, taşla sopayla oracıkta öldürmüşler. Mehmet Efendi öte tarafa gidince cennetin kapıları hemen açılmış, böyle temiz bir insana yapılacak her şey yapılmış. Ama, Mehmet Efendi tutturmuş, ‘Beni Allah’ın yanına çıkarın, mutlaka konuşmam lazım’ demeye… Sonunda Cenab-ı Hak da çağırtmış onu, ne istediğini sormuş. Mehmet Efendi, ‘Bir kul olarak bağlılığımdan şüphen mi vardı? Dört kitabına, dört peygamberine imanım yok muydu? Benim Ayşe denilen o kızla ne ilişkim vardı da öldürmelerine izin verdin?’ diye sormuş. Büyük Yaradan, şöyle bir bakmış ve ‘Sen İsa’yı tanırsın değil mi? Peki, benim Meryem ile ne alakam vardı ki, tam 2 bin seneden beri İsa’nın oğlum olduğunu söylüyor bu insanlar?’ demiş.”

*

Ergenekon davasının lideri, örgüt evi, üyeleri, hedefi ve amacı henüz bilinmezken Türkiye’nin yer altından silahlar, patlayıcılar fışkırıyor. Türkiye kazı alanı. Durmadan kazılıyor… Nasıl oluyor o da belli değil! Kazıları izleyen deneyimli bir silahlı kuvvetler mensubunun açıklamasını aktaralım:

·         Patlayıcı ve silah yan yana gömülmez. Hiçbir silah yalıtım olmaksızın oksitlenmeden kalamaz... Yalıtım için 2004 tarihli gazete değil, kilolarca balmumu vs. kullanmak gerekir... Lav silahı elektrikli ateşlemeyle çalıştığı için yer altına gömülemeyecek silahlardandır. Silah ve patlayıcı dozerle aranamaz.

·         Silah, insan ayağı basmasının çok zayıf olasılık olduğu yerlere gömülür. Apartman aralarına, elektrik direklerinin yakınlarına saklanamaz.

·         Silahlara belli dönemlerde yağlama temizleme vb. periyodik bakım gerekir. Silah, senelerce toprak altında bırakılamaz. Gömülen yere çelik ızgaralar yoluyla su kanalları yapılması gerekir.

Ve ekliyor: “Bu bilgileri bu konuda eğitim almış herhangi bir askerden rahatça öğrenebilirsiniz. Polis bu araştırmayı yapacak bilgi ve donanıma sahip değildir. Acil bilirkişiye başvurularak bu silahların gerçekten ne olduğu, nereden geldiği ortaya çıkarılmalıdır.” Yani, ‘Bu bir komplodur’ demek istiyor…

*

Bu arada Ergenekon davasının 2 bin 455 sayfalık iddianamesinin okunmasının tamamlandığını hatırlatalım. Savcı Mehmet Ali Pekgüzel tarafından okunmaya başlanan iddianame davanın 11’ci oturumunda bitirildi. Okunması 8 mesai günü ve yaklaşık 40 saat süren iddianamenin ardından 46’sı tutuklu 86 sanığın sorgusuna geçildi. Yasa gereği çapraz sorgunun yapılacağı ardından, müşteki, mağdur ve gizli tanıkların dinleneceği davanın nasıl sona ereceği merak konusu. Öte yandan millet endişeli, korkmuş, sinmiş. Ezilmiş hissediyor kendini…

*

Duymuş olmalısınız…

Stalin, dönemin Polit Büro üyeleri ile toplantı halindeyken, peş peşe votkalar içilirmiş. O dönemin âdetine göre, Başkan içerken büro üyeleri de içmek zorunda kalırlarmış. Votka kadehlerinin biri gidiyor biri geliyormuş. Tümünün yanakları votkadan kızardığı bir anda Stalin’in gür sesi duyulmuş: “Söyleyin bana, bir halkı en iyi yönetmenin yolu nedir?” Polit Büronun yaşlı üyeleri tek, tek görüş belirtmişler. Kimi, “baskı” demiş, kimisi “şefkatli davranılmalı” demiş. Dönemin astığı astık, kestiği kestik diktatörü Stalin hiçbir yanıtı beğenmemiş… Kapıda duran görevliyi yanına çağırmış: “Oğlum, bana o beyaz tavuğu getir bakayım…” Görevli tavuğu getirmiş, masaya koymuş. Stalin, başlamış tavuğun tüylerini yolmaya. Diri, diri her tüyü çekişinde hayvanın canı yanıyormuş, ama adamın umurunda değilmiş. Giderek avuç, avuç yolmaya başlamış. İnsanlar şaşkınlık ve korku içinde bakamaz hale gelmişler. Bir süre sonra tüysüz kalan tavuğu Stalin, masanın ortasına fırlatmış, “Şimdi dikkatle izleyin” demiş. Yolunan tavuk acıdan kıvranarak bir anda kendini aşağıya atmış. Uçamadığından yere kapaklanmış, masanın altına kaçmış. Masanın ayaklarına çarpmış, bir de yaralanmış. Duvara doğru koşarken ters dönmüş, başını yarmış. Uzun süre bir çıkış yolu aramış, ancak bulamamış ve sonunda gelip Stalin’in ayakları arasına girmiş. Bütün salon dehşet içinde seyrederken, Stalin önündeki yem kavanozundan bir avuç yem almış ve tek, tek tavuğun önüne atmaya başlamış. Sonra kalkmış, salonda yürümeye başlamış… Yem tanelerini yiyerek güç kazanmaya çalışan tavuk, Stalin’in ayakları dibinden asla ayrılmıyormuş. İnanılmaz bir manzaraymış. Stalin, bir süre sonra salondakilere tavuğu işaret etmiş: “İşte görüyorsunuz… İnsanlara da layık oldukları muameleyi göstereceksiniz. Halk disiplinden biraz acı çekecek, ezilecek ama ona yem vereceksiniz, size tutkun hale getireceksiniz…”

*

Ergenekon’dan kötü kokular çıkmaya başlayınca Çankaya’da ‘uyum yemeği’ düzenlediler. Köşkte değil de Dışişleri Konutunda… Ev sahibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül idi. Yasama, yürütme ve yargı erkleri başkanları bir araya geldiler… TBMM Başkanı Köksal Toptan, Başbakan Erdoğan, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Danıştay, Sayıştay, Askeri Yargıtay ve Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanları… Köşk açıklamasına göre, “Yeni Yıl Yemeği” yediler. Bu artık geleneksel hale gelecekmiş! Gazete ve TV haberlerine göre ise “Devlet Zirvesi” toplanmıştı. Neden bilinmez (!), Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı davet edilmemişti… Ve, Gül memnundu, Erdoğan mutluydu... Gözlerinin içi gülüyordu ikisinin de… Devlette uyum tablosu sergilenmek istendi. Devlette uyum aranıyordu ama…

*

Kemal Kılıçdaroğlu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı oldu ya hükümette bir panik bir panik… Yandaş medya da öyle… Kemal bey zeki ve sakin bir devlet adamı. TV’de kendisine yöneltilen, “Sizin İstanbul’da yolunuzu bulayamayacağınız ve kaybolacağınız söyleniyor, ne dersiniz?” sorusuna, “Ben İstanbul’a yolumu bulmaya gelmedim ki yolunu bulanlardan hesap sormaya geldim” yanıtını verdi. Yine çok sakindi! Kılıçdaroğlu Türkiye ve İstanbul için bir umuttur…

*

Kriz kartopuna benziyor. Yamaçtan aşağıya yuvarlandıkça büyüyor, büyüyor ve önüne ne gelirse yutarak yoluna devam ediyor. Kime, neye sert biçimde çarpıyorsa paramparça ediyor, yine yoluna devam ediyor. Prof. Şükrü Kızılot, İzmir’de düzenlenen bir panelde, resmi verilere dayanarak, “2009 karanlık bir yıl olacak” demişti.       Karanlık erken çöktü.

·         35 bin küsur işyerinin kapısına 2009 gelmeden kilit vuruldu. Çalışanları işsiz kaldılar. Çoluk, çocukları ile aç ve açıkta bırakıldılar.

·         En çok işsiz kalan illerden biri de Bursa… 11 ayda 35 bin 300 işyeri kapanmış,  Eskiden, kapanan işyerinden çok daha fazlası açılırdı ve denge mutlaka sağlanırdı. Şimdi durum tersine döndü… Çünkü küresel kriz vurdukça vuruyor. Bu, 2001 krizine de benzemiyor, teğet değil delip geçiyor…

*

Bu arada semirenler yine bildik insanlar… Önce mısır ithalatı, sonra tavuk ve likit yumurta ile ortaya çıkan, babası hakkında TBMM’de üç kez gensoru önergesi verilmesine neden olan, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın oğlunun şirketine gübre hammaddesi fosforik asit için ithalatçı belgesi verildiği ve bu sayede tekel oluşturularak, gübre fiyatlarının yüzde 300 artmasına neden olduğu öne sürüldü. Ankara’da toplanan ve TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın da katıldığı 7. Ulusal Tarım kongresinde konuşan Ceyhan Ziraat Odası Başkanı Yavuz Tezcan, gübre ve mazot fiyatlarındaki artıştan şikâyet ederek, “Gübrenin ham maddesi olan fosforik asit ithalatını, bir bakanın oğlu yönlendiriyor” dedi. Tezcan, sorular üzerine bu kişinin daha önce de mısır ithal ettiğini belirterek Abdullah Unakıtan’ı işaret etti. Hatırlayacaksınız, oğul Unakıtan’ın fosforik asit işine gireceğini ve bu konuda girişimlerde bulunduğunu ilk kez AKP Balıkesir eski milletvekili Turhan Çömez gündeme getirmişti. Çömez “Balıkesir’de oğul Unakıtan, üç fabrika kurdu. Hem de bu iktidara muhalif bir Belediye Başkanının bölgesinde. Bu nedenle o belediyeye, Maliye Bakanınca 50 milyar yardım yapıldı. Ben o zamanlar mahrumiyet bölgesi Sındırgı Belediyesine Maliye’den para yardımı istedim. Beş kuruş göndermediler” demişti. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın oğlu Abdullah Unakıtan’ın şirketlerinden biri olan AB Gıda, yüzde 20 gümrük vergisiyle 4 bin ton mısır ithal etmiş ve bu ithalatın ardından vergi oranı yüzde 45’e yükseltilmişti. Kemal Unakıtan da bu mısırların oğlunun tavuk çiftliğindeki tavuklar için ithal ettiğini söylemişti. Adı ilk kez İskerderpaşa cemaati mensuplarının ortağı olduğu Bedir Dış Ticaret adlı şirkette ortaya çıkan Abdullah Unakıtan, şimdi de kremşanti üretmeye başladı. Markası ‘Lick’. Türkçesi mi? yalamak, yutmak…

*

25 Temmuz 1951’de DP hükümeti tarafından Türk vatandaşlığından çıkarıldı. 58 yıl sonra 5 Ocak 2009’da karar AKP hükümeti tarafından yürürlükten kaldırıldı. 10 Ocak 2009’da resmi gazetede yayımlandı. Nazım Hikmet davası Ergenekon’da olduğu gibi hukuki değil siyasiydi. Onu 15 yıl hapse mahkûm eden askeri hâkim Kazım Yalman kararını, “Ordu içinde kışkırtma çıkarmak isteyen Nazım Hikmet, Askeri Ceza Kanunu’nun 94.maddesine göre mahkûm edilmiştir”, biçiminde açıklarken bir sonraki davanın soruşturmasını yürüten savcı Haluk Şehsuvaroğlu, davanın hukuki değil siyasi olduğunu öne sürerek istifa etti. Kısa bir süre sonra da yargıçlıktan ayrıldı. Mahkeme başkanı amiral Hüsnü Gökdenizer de, “ortada hiçbir şey yok”, diyerek istifasını verdi. Ama sonuç değişmeyecekti. Gazetelere verdiği makaleler yüzünden 1925 yılında Ankara İstiklal Mahkemesinde başlayan yargı süreci 1938 yılında toplam 28 yıl hapse dönüştü. 12 yılı aşkın süre cezaevlerinde yattı. 1950 yılında çıkarılan afla serbest kaldı. 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurt dışına kaçtı. Artık hukukun üstünlüğüne inanmıyordu… Bulunduğu mekânda ışıklar içinde olsun.

*

Mehmet Akif’in 20 Şubat 1921’de yazdığı “Kahraman Ordumuza” sungusunu taşıyan şiiri 12 Mart 1921 günü TBMM’de büyük çoğunlukla İstiklâl Marşı kabul edildi. Aynı yıl bir de beste yarışması açıldı, ama kesin bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine Millî Eğitim Bakanlığı’nca Ali Rıfat Çağatay’ın (1867–1935) bestesi uygun görülerek okullara duyuruldu. 1924’ten 1930’a kadar marş bu beste ile çalındı. O yıl bunun yerini, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi Zeki Üngör’ün 1922’de hazırladığı bugünkü beste aldı. Mehmet Akif Ersoy, İstiklâl Marşı’nda, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, hakka, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirir. Şiirin bütünü, dörtlükler halinde yazılmış kırk bir dizedir. 88 yılını geride bırakan ulusal marşımız, kimi zaman dizelerine başka anlamlar yüklenerek halk arasında seslendirilir. İşte onlardan birisi, Cem Yılmaz’ın “ İSTİKBAL MARŞI”:

 

Bakma, dönmez şafak vakti yurttan kaçan o alçak!

Dönmeyip Amerika’da, arlanmaksızın yaşayacak!

O benim milletimin hırsızıdır, yurdu soyacak,

Hortumladıkları benimdir, milletimindir ancak!

 

Çalma, kurban olayım hepsini ey hırslı çakal!

Gariban halkıma da bir pul bırakacak kadar al!

Olmaz sana götürdüğün paralar sonra helal,

Hakkını vermezsen buradaki ortaklarının behemehâl!

 

Ben ezelden beri aç yaşadım, aç yaşarım!

Hangi hükümet beni kurtaracakmış, şaşarım!

Kurumuş musluk gibiyim, ne akar ne taşarım!

Yırtsam da bir tarafımı, hiç görülmez başarım!

 

Mali krizler, yoluna örmüşse çelikten bir duvar,

Benim ‘ceğiz’, ‘cağız’ diyen bir hükümetim var!

Bağırsın korkma, nasıl işimize burnunu sokar?

‘Avrupa Birliği’ denen tek dişi kalmış canavar!

 

Arkadaş, Meclis’e namusuyla çalışanları uğratma sakın!

İşe aldıracakların, olsun hep sana yakın!

Gelecektir, cezanı vereceği günler hakkın,

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın!

 

Yaktığın yerleri ‘orman’ diyerek geçme, tanı!

Çalışanı işten at, doldur kadroya yatanı!

Gözleri açık yatır seni kurtaran atanı,

Satılmadık o kaldı, durma satıver şu vatanı!

 

Sermaye mutlu olsun, olsa da çevre feda!

Semizlettin Apo’yu, mezarında dönsün şüheda!

Uydurma kanunlarla Meclis’ten getirin seda!

On bin yıllık tarihe, yurdum ederken veda!

 

Cümlenizin bu yurdu yok etmek mi emeli?

Yediğiniz herzelere başka ne demeli!

Oyuverin altını iyice sallansın temeli,

Yurdumun ki, sonunda vatandaş kükremeli!

 

O zaman durur belki gözümden akan yaşım,

O zaman doğrulur belim, yukarı kalkar başım,

O zaman boşa gitmez yıllar süren uğraşım!

Hesabını verip de gittiğiniz gün kardaşım,

 

Dalgalanın dolar gibi sizde şimdi ey suçlular!

Olsun artık soyguncuya vurulacak bir yular,

Ebediyen, öyle yok hesapsız bir iktidar!

Hakkıdır ‘garip yaşamış vatandaş’ın da gülmek,

Hakkıdır ezilmiş milletimin, aydınlık bir İstikbal!

*

Ve…

Her devir her ülkede kendi tarzını, kendi dilini belirler. Renkler, kâğıtlar, yazılar, resimler ve fotoğraflar değişir ama aşk değişmez. Sevgililer Günü’nüz kutlu olsun.

 

Sağlıkta, huzurda, mutlulukta kalınız…