• ANAFİLYA YAZILARI
OLAYLARIN İÇİNDEN
İsrail ve Hamas’ın konu edildiği bir panelde Türkiye’nin
ne işi var? Türkiye Hamas’ın temsilcisi mi? …
Davos’ta yanlı davranan oturum yöneticisine haklı
sinirlenmesi ile İsrail Cumhurbaşkanının saldırgan
tavrına haklı çıkışlarını teslim etsek de sinirlerine
hâkim olamayan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının, seksen
yaşını aşmış Nobel Barış Ödülü sahibi Peres’e ‘sen’ diye
hitap etmesi hangi diplomasi kuralına, hangi devlet
adamlığı tarifine uyabilir? “Ben kabile devleti
Başbakanı değilim” dediğinde karşısındakine, “kabile
devleti başbakanı” gibi hakaret etmesi nasıl
değerlendirilebilir? ‘Dik duruş’ olarak sunulan bu olay
diplomasi dilinde nasıl çözümlenebilir? Panel’i terk
edip de İstanbul’da “Davos fatihi…”, “Dünya lideri
Başbakan…”, “ Avrupa’yı titreten kahramanlar kahramanı
geliyor…” Haykırışlarıyla karşılanan Erdoğan’a ve
şakşakçı yalaka takımına sormak gerekmez mi:?
·
Madem ezilen halkların yanındaydınız neden kapitalizmin
kalesi Davos’a gittiniz?
·
Eli kanlı İsrail yönetimi ile panel gibi ciddi olmayan
bir ortama neden girdiniz?
·
Aynı dili konuşan ülkelerin hiçbirisi Hamas’ı
savunmazken, terk ettiğiniz panelin bir diğer
katılımcısı olan, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa,
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un
uyarısıyla yerine otururken, Türkiye’yi tüm dünyanın
terör örgütü saydığı Hamas’ın yandaşı konumuna niye
soktunuz?
Size sormazlar mı:?
·
Kafamıza çuval geçirdiklerinde neredeydiniz?
·
Annan Planı dayatıldığında neden sustunuz?
·
AB Türkiye’nin üyeliği konusunda dayatmalarını,
kabadayılığını sürdürürken, neden “Brüksel benim için
bitmiştir. Bir daha gelmem” demediniz?
Devlet adamı sıfatı taşıyan hiç kimsenin
sergileyemeyeceği ruh halini Davos’ta yansıtan bir adama
olsa olsa ‘hoş geldiniz Kruşçev’ ya da ‘hoş geldiniz
Chavez’ denebilir. ‘Kasımpaşa Davos’a taşındı’ yorumu da
yapılabilir. Böyle bir başbakanın ülkesi uluslararası
arenada yalnızlığa itilir. Ama hiç kuşkunuz olmasın
Davos olayı devlet adamı terbiyesi görmemiş olmanın
yarattığı bir sorundan bir halk kahramanı çıkaracaktır.
(!) Peki, Batı ne yapacaktır? Erdoğan, “Barış
görüşmelerine Hamas dâhil edilmelidir. Dışlanması yanlış
olur,” demişti ya, “onu ve Türkiye’yi dışlayalım”,
diyecektir.
*
Nitekim,
ABD’nin en saygın gazetesi Washington Post, dünyadaki
50’den fazla Müslüman ülke arasında Türkiye’nin Batı
açısından özel bir konumu bulunduğunu belirterek, AKP
döneminde Türkiye’nin bu özelliğini kaybetmekte olduğunu
ve “Muhtemelen yeni Başkan Obama’nın gözde Müslüman
ülkesi” olamayacağını yazdı. Washington
Enstitüsü Yakın Doğu Araştırmaları kıdemli uzmanı Soner
Çağatay’ın imzasıyla yayınlanan yazıda, Türkiye’nin bir
NATO müttefiki, Avrupa Birliği üyeliğine aday bir ülke,
liberal bir demokrasi ve İsrail ile ilişkileri olan
Müslüman bir ülke olduğu hatırlatılarak, AKP döneminde
ülkenin bu özelliklerini kaybetmekte olduğu ileri
sürüldü. “Liberal politikalar bir bir kayboluyor. AB
üyelik görüşmeleri durmuş durumda. İran gibi Batı
karşıtı devletlerle bağlar güçlenirken, İsrail ile
ilişkiler zayıflıyor. Başbakan Erdoğan son olarak da
İsrail Devlet Başkanını insanları öldürmekle suçlayıp
toplantı terk etti”, değerlendirilmesi
yapılan yazıda
AKP’nin 6 yıllık bir iktidar döneminden sonra Türkiye’yi
artık daha az özgür, daha az eşit bir ülke yaptığı ve
medyadaki engelleme girişimleri ile kadın-erkek
eşitliğinde yaşananların bunun göstergesi olduğu öne
sürüldü. Washington Post’daki yazıda, AKP’nin
2007 yılında çıkardığı internet yasasına dayanarak
‘YouTube’ adlı siteyi kapatan tek Avrupa ülkesi olduğu
da belirtildi. Yazıda, BM Kalkınma Programı’nın yaptığı
bir araştırmaya göre kadın-erkek eşitliğinde Türkiye’nin
2002’de 63. sırada iken bugün 90. sıraya düştüğü de
vurgulandı. Türkiye’nin, kadınların siyasi, ekonomik ve
toplumsal olarak Suudi Arabistan’ın bile gerisine
düştüğü belirtilen yazıda, bugün yaşanmakta olan
anti-semitik gelişmelerin siyasi iktidar tarafından
cesaretlendirildiğinin altı çizildi. AKP
döneminde giderek Batı’dan uzaklaşan Türkiye’nin,
kendini İslamcı rejim veya davaların yanında
konumlandırdığı iddia edilen yazı şöyle sona eriyor: “Türkiye
bu tavırlarıyla sadece Avrupa’dan değil, ABD’den de
uzaklaşıyor. Eğer Erdoğan’ın AKP’si liberalizm
karşıtlığına hizmet etmeye devam eder dış politikasında
dini esas almakta ısrar ederse artık özel olmayacak.
Dahası Türkiye’ye yazık olacak.”
*
Sonuçta Batı’nın ve Türkiye’deki akil adamların
değerlendirmelerinin aksine Davos olayı, yerel seçimlere
girerken artık her mitingde AKP’nin vazgeçilmez
malzemesi olacak, “Davos fatihi aramızda” denecek…
Başbakan Davos zaferini (!) siyasi bir fırsata
çevirecek, bizi, ülkemizi ilgilendiren konular yine
unutturulacak. Oysa,
·
Ekonomik kriz sardı sarmaladı.
·
AB ve dış politika rafa kaldırıldı.
·
Deniz Feneri soygunu sürüyor.
·
Doğalgaz soygunu, Şaban Dişli ve Mir Dengir Fırat
olaylarının üstü kapatıldı.
·
Hrint Drink cinayeti ve diğer faili meçhuller çözüm
bekliyor.
Bu arada-derede gözden kaçanlar:
·
Ahmet Necdet Sezer’in veto ettiği Abdullah Gül’ün
onayladığı, orman arazilerinin yağmalanmasına yol açacak
2-B Yasası yürürlüğe girdi.
·
Seçmen kütüklerine 6 milyon fazla kişi yansıtıldı.
·
Gökçeada ve Bozcaada Ruhban Okullarına gizlice izin
verildi.
·
Yabancılara toprak satışında yüzde 5 olan oran yüzde
10’a çıkarıldı.
·
Merkez Bankası ile kamu bankalarının İstanbul’a
taşınmasına karar verildi.
Sıralamaya çalıştığımız bu can sıkıcı gelişmelere
ekleyebileceğimiz daha çook başlık var…
*
72 milyonluk ülkede huzuru bozan, insanlar üzerinde
korku yaratan Ergenekon davasının temelinde tuhaf bir
adam duruyor; Tuncay Güney… Belli ki yalancı, sahtekâr,
hilekâr birisi. Tüm kamuoyunu peşine taktığına göre,
zeki de olmalı... Son günlerde yakın bir arkadaşıyla
yargılandığı bir davadan söz ediliyor. Güney’in ortağı
olduğunu söyleyen Murat Akgün, “Tuncay Güney,
Tepebaşı semtinde bir evin dekorasyonunu bana verdi.
Ancak, iş bittikten sonra paramı ödemedi. Dedi ki, benim
üzerime bir yazlık çay bahçesi var, ver nüfus cüzdanını
üzerine geçireyim… Nüfus kâğıdımı aldı, çay bahçesini
vermedi, benim cüzdanımla sahtekârlıklar yaptığını
öğrendik,” diyor. Bu Tuncay Güney adındaki
sahtekârın basın kartı yok, kendini gazeteci gösteriyor.
Haham olduğunu söyledi, Haham kuruluşu yalanladı. MİT
ile ilgili olmadığını ilan etti, ama ilgili olduğu
belgelendi. DGM savcıları ciddiye almıyorlar… Sekiz yıl
önce ifadesini alanlar belli ama Emniyet Genel
Müdürlüğünde kaydının olmadığı açıklanıyor. Ve bu adam
Devletin ekranına çıkarılıyor, dört saat süreyle CHP
için ağza alınamaz ifadeler uyduruyor, liderini MİT’çi
gibi gösteriyor. Üstelik el kol hareketleri ile sanki
Türk halkına “Nanik” yapıyor. Bu sahtekâr adam sürekli
gündemde tutuluyor. İnsanın canını sıkıyor… Peki, kimin
nesidir bu adam? Bunca şeyi nasıl biliyor ve aklında
tutuyor? Yani, ne özelliği var ki, bir yandan askerleri
tanıyor, öte yanda basının içinde; hem Hahamlık yapıyor,
hem ajanlık… Bu bilinmezlere belki de şu öykü yanıt
olabilir: “Bir köyde, zengin Ağanın Ayşe adlı bir
kızı varmış. Ama kız, köyün en fukara delikanlısını
sevmiş. Hasan ile Ayşe’nin aşkı dilden dile dolaşırken
Ağanın da kulağına gitmiş. Baba köpürmüş, ‘Ülen bende o
çulsuza verecek kız olur mu be?’ demiş. Delikanlıyı
ölümle tehdit etmiş. Köyün bir de en sevilen insanı
vermiş, Mehmet Efendi… Namazında, niyazında, orucunu
kaçırmayan, dini vecibelerini harfiyen yerine getirin
biriymiş. Onu herkes severmiş, zenginler de fakirler de,
çocuklar da yaşlılar da... Yoksul aile gidip Mehmet
Efendiden rica etmiş, ‘Gir araya da oğlumuzu
öldürmesinler’ diye. Mehmet Efendi Ağaya çıkmış,
sevdalıları öldürmek Allah’a mahsus, demiş. Sonunda Ağa,
delikanlının kızını görmemesi halinde canına
dokunmayacağı sözünü vermiş. Aile rahatlamış ama,
gençlerin yüreği sevdalı, rahat durmamışlar. Ayşe kız,
almış Hasan’ı samanlığa, çözmüş uçkurunu… Aradan
beş-altı ay geçince Ayşe’nin karnı büyümüş ve Ağa basmış
yaygarayı. ‘Tez bulun o şerefsiz çulsuzu bana’ demiş.
Ayşe öyle korkmuş ki, ‘Hasan suçsuz baba, beni bu hale
Mehmet Efendi koydu!’ Ağa önde, taraftarları arkada
köyün ortasında yakalamışlar Mehmet Efendi’yi, taşla
sopayla oracıkta öldürmüşler. Mehmet Efendi öte tarafa
gidince cennetin kapıları hemen açılmış, böyle temiz bir
insana yapılacak her şey yapılmış. Ama, Mehmet Efendi
tutturmuş, ‘Beni Allah’ın yanına çıkarın, mutlaka
konuşmam lazım’ demeye… Sonunda Cenab-ı Hak da çağırtmış
onu, ne istediğini sormuş. Mehmet Efendi, ‘Bir kul
olarak bağlılığımdan şüphen mi vardı? Dört kitabına,
dört peygamberine imanım yok muydu? Benim Ayşe denilen o
kızla ne ilişkim vardı da öldürmelerine izin verdin?’
diye sormuş. Büyük Yaradan, şöyle bir bakmış ve ‘Sen
İsa’yı tanırsın değil mi? Peki, benim Meryem ile ne
alakam vardı ki, tam 2 bin seneden beri İsa’nın oğlum
olduğunu söylüyor bu insanlar?’ demiş.”
*
Ergenekon davasının lideri, örgüt evi, üyeleri, hedefi
ve amacı henüz bilinmezken Türkiye’nin yer altından
silahlar, patlayıcılar fışkırıyor. Türkiye kazı alanı.
Durmadan kazılıyor… Nasıl oluyor o da belli değil!
Kazıları izleyen deneyimli bir silahlı kuvvetler
mensubunun açıklamasını aktaralım:
·
Patlayıcı ve silah yan yana gömülmez. Hiçbir silah
yalıtım olmaksızın oksitlenmeden kalamaz... Yalıtım için
2004 tarihli gazete değil, kilolarca balmumu vs.
kullanmak gerekir... Lav silahı elektrikli ateşlemeyle
çalıştığı için yer altına gömülemeyecek silahlardandır.
Silah ve patlayıcı dozerle aranamaz.
·
Silah, insan ayağı basmasının çok zayıf olasılık olduğu
yerlere gömülür. Apartman aralarına, elektrik
direklerinin yakınlarına saklanamaz.
·
Silahlara belli dönemlerde yağlama temizleme vb.
periyodik bakım gerekir. Silah, senelerce toprak altında
bırakılamaz. Gömülen yere çelik ızgaralar yoluyla su
kanalları yapılması gerekir.
Ve ekliyor: “Bu bilgileri bu konuda eğitim almış
herhangi bir askerden rahatça öğrenebilirsiniz. Polis bu
araştırmayı yapacak bilgi ve donanıma sahip değildir.
Acil bilirkişiye başvurularak bu silahların gerçekten ne
olduğu, nereden geldiği ortaya çıkarılmalıdır.”
Yani, ‘Bu bir komplodur’ demek istiyor…
*
Bu arada Ergenekon davasının 2 bin 455 sayfalık
iddianamesinin okunmasının tamamlandığını hatırlatalım.
Savcı Mehmet Ali Pekgüzel tarafından okunmaya başlanan
iddianame davanın 11’ci oturumunda bitirildi. Okunması 8
mesai günü ve yaklaşık 40 saat süren iddianamenin
ardından 46’sı tutuklu 86 sanığın sorgusuna geçildi.
Yasa gereği çapraz sorgunun yapılacağı ardından,
müşteki, mağdur ve gizli tanıkların dinleneceği davanın
nasıl sona ereceği merak konusu. Öte yandan millet
endişeli, korkmuş, sinmiş. Ezilmiş hissediyor kendini…
*
Duymuş olmalısınız…
Stalin, dönemin Polit Büro üyeleri ile toplantı
halindeyken, peş peşe votkalar içilirmiş. O dönemin
âdetine göre, Başkan içerken büro üyeleri de içmek
zorunda kalırlarmış. Votka kadehlerinin biri gidiyor
biri geliyormuş. Tümünün yanakları votkadan kızardığı
bir anda Stalin’in gür sesi duyulmuş: “Söyleyin bana,
bir halkı en iyi yönetmenin yolu nedir?” Polit
Büronun yaşlı üyeleri tek, tek görüş belirtmişler. Kimi,
“baskı” demiş, kimisi “şefkatli davranılmalı” demiş.
Dönemin astığı astık, kestiği kestik diktatörü Stalin
hiçbir yanıtı beğenmemiş… Kapıda duran görevliyi yanına
çağırmış: “Oğlum, bana o beyaz tavuğu getir bakayım…”
Görevli tavuğu getirmiş, masaya koymuş. Stalin, başlamış
tavuğun tüylerini yolmaya. Diri, diri her tüyü çekişinde
hayvanın canı yanıyormuş, ama adamın umurunda değilmiş.
Giderek avuç, avuç yolmaya başlamış. İnsanlar şaşkınlık
ve korku içinde bakamaz hale gelmişler. Bir süre sonra
tüysüz kalan tavuğu Stalin, masanın ortasına fırlatmış,
“Şimdi dikkatle izleyin” demiş. Yolunan tavuk
acıdan kıvranarak bir anda kendini aşağıya atmış.
Uçamadığından yere kapaklanmış, masanın altına kaçmış.
Masanın ayaklarına çarpmış, bir de yaralanmış. Duvara
doğru koşarken ters dönmüş, başını yarmış. Uzun süre bir
çıkış yolu aramış, ancak bulamamış ve sonunda gelip
Stalin’in ayakları arasına girmiş. Bütün salon dehşet
içinde seyrederken, Stalin önündeki yem kavanozundan bir
avuç yem almış ve tek, tek tavuğun önüne atmaya
başlamış. Sonra kalkmış, salonda yürümeye başlamış… Yem
tanelerini yiyerek güç kazanmaya çalışan tavuk,
Stalin’in ayakları dibinden asla ayrılmıyormuş.
İnanılmaz bir manzaraymış. Stalin, bir süre sonra
salondakilere tavuğu işaret etmiş: “İşte
görüyorsunuz… İnsanlara da layık oldukları muameleyi
göstereceksiniz. Halk disiplinden biraz acı çekecek,
ezilecek ama ona yem vereceksiniz, size tutkun hale
getireceksiniz…”
*
Ergenekon’dan kötü kokular çıkmaya başlayınca Çankaya’da
‘uyum yemeği’ düzenlediler. Köşkte değil de Dışişleri
Konutunda… Ev sahibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül idi.
Yasama, yürütme ve yargı erkleri başkanları bir araya
geldiler… TBMM Başkanı Köksal Toptan, Başbakan Erdoğan,
Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Danıştay, Sayıştay, Askeri
Yargıtay ve Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanları… Köşk
açıklamasına göre, “Yeni Yıl Yemeği” yediler. Bu artık
geleneksel hale gelecekmiş! Gazete ve TV haberlerine
göre ise “Devlet Zirvesi” toplanmıştı. Neden bilinmez
(!), Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı davet edilmemişti…
Ve, Gül memnundu, Erdoğan mutluydu... Gözlerinin içi
gülüyordu ikisinin de… Devlette uyum tablosu sergilenmek
istendi. Devlette uyum aranıyordu ama…
*
Kemal Kılıçdaroğlu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
adayı oldu ya hükümette bir panik bir panik… Yandaş
medya da öyle… Kemal bey zeki ve sakin bir devlet adamı.
TV’de kendisine yöneltilen, “Sizin İstanbul’da
yolunuzu bulayamayacağınız ve kaybolacağınız söyleniyor,
ne dersiniz?” sorusuna, “Ben İstanbul’a yolumu
bulmaya gelmedim ki yolunu bulanlardan hesap sormaya
geldim” yanıtını verdi. Yine çok sakindi!
Kılıçdaroğlu Türkiye ve İstanbul için bir umuttur…
*
Kriz kartopuna benziyor. Yamaçtan aşağıya yuvarlandıkça
büyüyor, büyüyor ve önüne ne gelirse yutarak yoluna
devam ediyor. Kime, neye sert biçimde çarpıyorsa
paramparça ediyor, yine yoluna devam ediyor. Prof. Şükrü
Kızılot, İzmir’de düzenlenen bir panelde, resmi verilere
dayanarak, “2009 karanlık bir yıl olacak” demişti.
Karanlık erken çöktü.
·
35 bin küsur işyerinin kapısına 2009 gelmeden kilit
vuruldu. Çalışanları işsiz kaldılar. Çoluk, çocukları
ile aç ve açıkta bırakıldılar.
·
En çok işsiz kalan illerden biri de Bursa… 11 ayda 35
bin 300 işyeri kapanmış, Eskiden, kapanan işyerinden
çok daha fazlası açılırdı ve denge mutlaka sağlanırdı.
Şimdi durum tersine döndü… Çünkü küresel kriz vurdukça
vuruyor. Bu, 2001 krizine de benzemiyor, teğet değil
delip geçiyor…
*
Bu arada semirenler yine bildik insanlar… Önce mısır
ithalatı, sonra tavuk ve likit yumurta ile ortaya çıkan,
babası hakkında TBMM’de üç kez gensoru önergesi
verilmesine neden olan, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın
oğlunun şirketine gübre hammaddesi fosforik asit için
ithalatçı belgesi verildiği ve bu sayede tekel
oluşturularak, gübre fiyatlarının yüzde 300 artmasına
neden olduğu öne sürüldü. Ankara’da toplanan ve TBMM
Başkanı Köksal Toptan’ın da katıldığı 7. Ulusal Tarım
kongresinde konuşan Ceyhan Ziraat Odası Başkanı Yavuz
Tezcan, gübre ve mazot fiyatlarındaki artıştan şikâyet
ederek, “Gübrenin ham maddesi olan fosforik asit
ithalatını, bir bakanın oğlu yönlendiriyor” dedi.
Tezcan, sorular üzerine bu kişinin daha önce de mısır
ithal ettiğini belirterek Abdullah Unakıtan’ı işaret
etti. Hatırlayacaksınız, oğul Unakıtan’ın fosforik asit
işine gireceğini ve bu konuda girişimlerde bulunduğunu
ilk kez AKP Balıkesir eski milletvekili Turhan Çömez
gündeme getirmişti. Çömez “Balıkesir’de oğul
Unakıtan, üç fabrika kurdu. Hem de bu iktidara muhalif
bir Belediye Başkanının bölgesinde. Bu nedenle o
belediyeye, Maliye Bakanınca 50 milyar yardım yapıldı.
Ben o zamanlar mahrumiyet bölgesi Sındırgı Belediyesine
Maliye’den para yardımı istedim. Beş kuruş
göndermediler” demişti. Maliye Bakanı Kemal
Unakıtan’ın oğlu Abdullah Unakıtan’ın şirketlerinden
biri olan AB Gıda, yüzde 20 gümrük vergisiyle 4 bin ton
mısır ithal etmiş ve bu ithalatın ardından vergi oranı
yüzde 45’e yükseltilmişti. Kemal Unakıtan da bu
mısırların oğlunun tavuk çiftliğindeki tavuklar için
ithal ettiğini söylemişti. Adı ilk kez İskerderpaşa
cemaati mensuplarının ortağı olduğu Bedir Dış Ticaret
adlı şirkette ortaya çıkan Abdullah Unakıtan, şimdi de
kremşanti üretmeye başladı. Markası ‘Lick’. Türkçesi mi?
yalamak, yutmak…
*
25 Temmuz 1951’de DP hükümeti tarafından Türk
vatandaşlığından çıkarıldı. 58 yıl sonra 5 Ocak 2009’da
karar AKP hükümeti tarafından yürürlükten kaldırıldı. 10
Ocak 2009’da resmi gazetede yayımlandı. Nazım Hikmet
davası Ergenekon’da olduğu gibi hukuki değil siyasiydi.
Onu 15 yıl hapse mahkûm eden askeri hâkim Kazım Yalman
kararını, “Ordu içinde kışkırtma çıkarmak isteyen
Nazım Hikmet, Askeri Ceza Kanunu’nun 94.maddesine göre
mahkûm edilmiştir”, biçiminde açıklarken bir sonraki
davanın soruşturmasını yürüten savcı Haluk Şehsuvaroğlu,
davanın hukuki değil siyasi olduğunu öne sürerek istifa
etti. Kısa bir süre sonra da yargıçlıktan ayrıldı.
Mahkeme başkanı amiral Hüsnü Gökdenizer de, “ortada
hiçbir şey yok”, diyerek istifasını verdi. Ama sonuç
değişmeyecekti. Gazetelere verdiği makaleler yüzünden
1925 yılında Ankara İstiklal Mahkemesinde başlayan yargı
süreci 1938 yılında toplam 28 yıl hapse dönüştü. 12 yılı
aşkın süre cezaevlerinde yattı. 1950 yılında çıkarılan
afla serbest kaldı. 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya
çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine
yurt dışına kaçtı. Artık hukukun üstünlüğüne
inanmıyordu… Bulunduğu mekânda ışıklar içinde olsun.
*
Mehmet Akif’in 20 Şubat 1921’de yazdığı “Kahraman
Ordumuza” sungusunu taşıyan şiiri 12 Mart 1921 günü
TBMM’de büyük çoğunlukla İstiklâl Marşı kabul edildi.
Aynı yıl bir de beste yarışması açıldı, ama kesin bir
sonuç alınamadı. Bunun üzerine Millî Eğitim
Bakanlığı’nca Ali Rıfat Çağatay’ın (1867–1935) bestesi
uygun görülerek okullara duyuruldu. 1924’ten 1930’a
kadar marş bu beste ile çalındı. O yıl bunun yerini,
Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi Zeki Üngör’ün 1922’de
hazırladığı bugünkü beste aldı. Mehmet Akif Ersoy,
İstiklâl Marşı’nda, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılacağına
olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve
özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, hakka,
yurduna ve dinine bağlılığını dile getirir. Şiirin
bütünü, dörtlükler halinde yazılmış kırk bir dizedir. 88
yılını geride bırakan ulusal marşımız, kimi zaman
dizelerine başka anlamlar yüklenerek halk arasında
seslendirilir. İşte onlardan birisi, Cem Yılmaz’ın “
İSTİKBAL MARŞI”:
Bakma, dönmez şafak vakti yurttan kaçan o alçak!
Dönmeyip Amerika’da, arlanmaksızın yaşayacak!
O benim milletimin hırsızıdır, yurdu soyacak,
Hortumladıkları benimdir, milletimindir ancak!
Çalma, kurban olayım hepsini ey hırslı çakal!
Gariban halkıma da bir pul bırakacak kadar al!
Olmaz sana götürdüğün paralar sonra helal,
Hakkını vermezsen buradaki ortaklarının behemehâl!
Ben ezelden beri aç yaşadım, aç yaşarım!
Hangi hükümet beni kurtaracakmış, şaşarım!
Kurumuş musluk gibiyim, ne akar ne taşarım!
Yırtsam da bir tarafımı, hiç görülmez başarım!
Mali krizler, yoluna örmüşse çelikten bir duvar,
Benim ‘ceğiz’, ‘cağız’ diyen bir hükümetim var!
Bağırsın korkma, nasıl işimize burnunu sokar?
‘Avrupa Birliği’ denen tek dişi kalmış canavar!
Arkadaş, Meclis’e namusuyla çalışanları uğratma sakın!
İşe aldıracakların, olsun hep sana yakın!
Gelecektir, cezanı vereceği günler hakkın,
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın!
Yaktığın yerleri ‘orman’ diyerek geçme, tanı!
Çalışanı işten at, doldur kadroya yatanı!
Gözleri açık yatır seni kurtaran atanı,
Satılmadık o kaldı, durma satıver şu vatanı!
Sermaye mutlu olsun, olsa da çevre feda!
Semizlettin Apo’yu, mezarında dönsün şüheda!
Uydurma kanunlarla Meclis’ten getirin seda!
On bin yıllık tarihe, yurdum ederken veda!
Cümlenizin bu yurdu yok etmek mi emeli?
Yediğiniz herzelere başka ne demeli!
Oyuverin altını iyice sallansın temeli,
Yurdumun ki, sonunda vatandaş kükremeli!
O zaman durur belki gözümden akan yaşım,
O zaman doğrulur belim, yukarı kalkar başım,
O zaman boşa gitmez yıllar süren uğraşım!
Hesabını verip de gittiğiniz gün kardaşım,
Dalgalanın dolar gibi sizde şimdi ey suçlular!
Olsun artık soyguncuya vurulacak bir yular,
Ebediyen, öyle yok hesapsız bir iktidar!
Hakkıdır ‘garip yaşamış vatandaş’ın da gülmek,
Hakkıdır ezilmiş milletimin, aydınlık bir İstikbal!
*
Ve…
Her devir her ülkede kendi tarzını, kendi dilini
belirler. Renkler, kâğıtlar, yazılar, resimler ve
fotoğraflar değişir ama aşk değişmez. Sevgililer
Günü’nüz kutlu olsun.
Sağlıkta, huzurda, mutlulukta kalınız… |