| 
						  | 
						
						 
						
						SELİM ESEN’İN “AÇIK ÇEKMECE”SİNDEN ÇIKAN ANILAR 
						
						
						Oğuz Tümbaş 
						  
						
						
						Belleğinde birikmiş anılar vardır. Yaşanan her olayın 
						üstünden zaman geçince an’lar belleğe yazılır; küllenen, 
						sisler içinde kalan, kimi kez unutulan, yeri zamanı 
						gelince anımsanan anılar… Açarız bellek kutusunu arada 
						bir; tozunu alırız yeniden. 
						
						
						Selim Esen’i bilir misiniz? Benim için özel birisidir, 
						TRT’ye adım attığım 74 yılının sonlarında kurs 
						öğretmenim, daha sonra habercilik görevimde iş arkadaşı, 
						ağabey, usta gazeteci, yönetici… “Atatürk ilkeleriyle” 
						büyümüş, “Cumhuriyetin kazanımlarına yürekten bağlı” bir 
						yurttaş… “Ben gazeteci kökenliyim. Olaylara öncelikle 
						haberci kimliğimle bakıyorum. Toplum neye duyarlı, hangi 
						konuda aydınlatılmayı bekliyor sezebiliyorum. 
						
						
						Yazılarımda haber dili kullanırım. Kısa ve öz, 
						anlaşılır. “Ne? Nedir? Niçin? Nasıl? Nerede? Ve Kim?” 
						sorularına yanıt arayan bir kurgu izlerim.” 
						
						
						Selim Esen daha önce Kendileri adlı söyleşiler 
						seçkisinden sonra bu kez Açık Çekmece’den 
						çıkardığı sözlerle, anılarla, gazeteci kimliğinin gözlem 
						gücü, derlediği bilgilerle bir “anı-biyografi” kitabı 
						oluşturmuş. Ankara’da çocukluğunu, ailesini, aile 
						çevresini, komşularını anlatırken, özellikle son sözünü 
						Ankara’da yaşayanlara getirip “aynı olayları belki 
						birbirimizden habersiz, birlikte yaşadık; aynı 
						mekânlarda bulunduk, aynı havayı soluduk.” Diyerek kendi 
						sesiyle, soluğuyla, anlatımıyla çekmeceyi açmış. Bir 
						bakıma o günleri yaşayanlarla duygudaş davranmış. 
						Açık Çekmece’de. 
						
						
						Ahmet Say “Kitap üstüne birkaç söz”ünde yıllardır 
						tanıdığı, duyarlıklarına ortak ettiği dostu Selim Esen 
						için “Alışılmışın ötesinde bir anı kitabıdır elinizdeki” 
						diyor. Bu saptamaya katılmamak olanaksız. “Renkli bir 
						olaylar akışını, dallı güllü bir kumaş gibi önünüze 
						seriyor; yeri gelince de kumaşı katlayıp kaldırıyor, bir 
						bakıyorsunuz, kitabın son sayfasına gelivermişsiniz…” 
						Benim için de aynen böyle oldu. Bir baktım 245 sayfanın 
						sonuna gelmişim… 
						
						
						1943 yılında Ankara’da doğan, yaşamı Ankara’yla 
						özdeşleşen bir başkentlidir Selim Esen. Babası ünlü 
						hukukçu, öğretim üyesi Profesör Bülent Nuri Esen’in 
						oğlu. İzmirli. Annesi Selanik’in Karaferye köyünden 
						Türkan Hanım. Esen, çekmeceyi açınca, Ankara’nın 
						1940’lı, 50’li yüzünü gösteriyor bize. Ulus semti, 
						Atatürk Anıtı, İstanbul Pasta Salonu, Akman, Özen 
						Pastanesi, şekerci Hacı Bekir ve Osman Nuri, Karpiç, 
						İkinci Meclis binası, Belvü Palas bir filmi izler gibi 
						geçip gidiyor gözümüzün önünden. Araya giren Orhan Veli, 
						Ümit Yaşar, Edip Cansever dizeleriyle merhaba diyor 
						gönüllerimize. 
						
						
						Radyo ile ilgili anlattıklarını okurken, kasabada, 
						kentte yeri seçkin ve saygın radyolu günlerimizi 
						anımsama fırsatı veriyor Selim Esen. Çünkü evimizin 
						başköşesinde yer alan, dantelli örtülerle özene bezene 
						korunan “radyonun bir ruhu, gizli bir güzelliği vardır” 
						o zamanlar. “Tiyatroyu, şiiri, radyoda sevdik. 
						Bayramları, acıları, sevinçleri, futbolu ve ihtilalları, 
						hep radyo ile yaşadık. O, bizim masal kutumuz, 
						arkadaşımız, can dostumuzdu…” (s.55) 
						
						
						Sayfaları birer birer geçerken, bugün de kendinden söz 
						ettirmeyi başaran, adı kirli bir yüzle 
						karşılaşıyorsunuz, Hüseyin Üzmez… 18 yaşındayken Vatan 
						Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yalman’a düzenlediği 
						suikast haberini, hapisliğini, etkilendiği kişileri, 
						gerici, aymaz düşüncelerini, sözlerini anımsatıyor Esen. 
						İlençle anıyorsunuz onu. 
						
						
						Ama Nazım Hikmet’in yurt dışına kaçışıyla ilgili 
						bilgileri tazelerken, ne çok özlüyorsunuz resmini, 
						şiirlerini, yaşamını, kişiliğini, eylemlerini, onurlu 
						duruşunu, sözünü, söylemini… 
						
						
						1950’li karabasan yılların olaylarını, resmi tarih 
						bilgilerimizin yanılgısını, yanlışını Selim Esen’in 
						anlatımıyla yaşarken de hüzünleniyorsunuz. Örneğin Kore 
						Savaşı yıllarını okurken, şaşırıp kalıyorsunuz bir kez 
						daha: “Güçlüdür Amerika. Alay eder, küçümser ama gerçek 
						budur… NATO’ya alma karşılığında bizi Kore’ye 
						göndermiştir. Anavatan’dan binlerce kilometre uzakta, 
						bir başka milletin topraklarını korumak adına binlerce 
						şehit vermişizdir. (…) Türkiye kaybettikçe Amerika bizi 
						övmüştür. Kore’de 721 vatan evladını toprağa 
						gömdüğümüzde de öyle olmuştu.” (s.79) 
						
						
						Yılları ve sayfaları değiştirirken Selim Esen’in de 
						yakın çevresini, arkadaşlarını tanımaya başlıyoruz 
						1950’li yılların ortalarında. O yılların Ankara’sının 
						gözde semti Bahçelievler semtinde ünlüler oturur. Kasım 
						Gülek, İsmail Rüştü Aksal, Hıfzırahman Raşit Öymen, 
						oğulları Altan ve Örsan Öymen, Orgeneral Salih Omurtak, 
						Orgeneral Fahrettin Altay… Esen’in mahalle arkadaşları 
						ise Emin Çölaşan, Uğur Mumcu, Doğu Perinçek, Zülfü 
						Livaneli’dir. 
						
						
						DP’li yıllar baskıcı ağırlığını arttırırken yaşanan 
						olayların çirkinlikleri, tatsızlıkları da artar. 6-7 
						Eylül 1955’in İstanbul Beyoğlu’nda yaşanan talan 
						günleri, yağma ve yıkım anları yaşanır. Ama 19 Mayıs 
						1957’de Varşova’da oynan ve Halit Kıvanç’ın radyodan 
						anlattığı Türkiye-Polonya maçını da unutmaz Selim Esen. 
						Futbolu güçlü Polonya karşısında o gün 1-0 kazanır maçı. 
						Sıkıntılı, kederli, acımasız günler içinde bir ışık, 
						aydınlık, umut, coşku zamanıdır araya giren. 
						
						
						1957 seçimlerini ben de anımsıyorum. Kasabada ancak 
						radyomuzdan dinleyebildiğim, iktidarın izin verdiği 
						oranda haberlerle bilgileniyorduk olandan bitenden. 
						Babam sıkı bir CHP’liydi. İyi bir ajans haberleri 
						dinleyicisiydi. Evde konuşulanlardan, yorumlardan 
						algılamaya çalışırdım o DP yıllarını, Vatan Cephesi 
						safsatalarını… “Cephe olayı dallandı budaklandı, 
						zavallıca bir komiklik haline geldi. Çok geçmeden ‘Radyo 
						Haber Bültenlerini Dinlemek İstemeyenler’ adlı bir 
						dernek kuruldu. Dernek, radyo yönetimine dava açtı. (…) 
						1460 gazeteci yargılandı, onların 577’si mahkûm oldu.” 
						(s.138) 
						
						
						1950’li yılların sonuna doğru 1 Mart 1958’de 
						öğrencilerle dolu batan Üsküdar vapuru olayını, rock’n 
						rol fırtınasını, zamanın moda şarkılarını, ünlü şarkıcı 
						Sevim Tuna’nın yaşadığı Bent deresi anısını, Sülün Osman 
						olayını da Esen’in anlatımıyla anımsadıktan sonra, 27 
						Mayıs 1960 devrimine giden süreci de yaşamaya 
						başlıyoruz. 
						
						
						Esen’in de tanık olduğu, yaşadığı 555K olayını onun 
						ağzından dinliyoruz: “Kızılay Meydanı’na doğru yürürken, 
						‘Geliyor! Geliyor!’ sesleri yükseldi. Koştuk, Başbakan 
						Adnan Menderes ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı taşıyan 
						araç, bize haber veren gençler tarafından çevrilmiş, 
						çeşitli sloganlarla protesto ediliyordu. Menderes, 
						arabasından çıktı. Saçları dağılmış, kravatı yana 
						kaymıştı. Göğsünü öğrencilere çevirdi: ‘Öyleyse, öldürün 
						beni!’ diye bağırdı. Öğrenciler, ‘Seni öldürmek 
						istemiyoruz. Sadece, istifa et’ yanıtını verdiler.” 
						(s.160) 
						
						
						  Yakın tarihimizin bu hüzünlü olaylarını 17 yaşındaki 
						genç Selim Esen’in ağzından, onun tanıklığı, gözlemi ve 
						anlatımıyla bir kez daha yaşıyoruz. Göreceli özgürlük 
						dönemleri, Ankara’nın Piknik, Kızılay, Goralı günleri, 
						ünlü Yön Dergisi hareketi de bu süreçte belleğimizi 
						dalgalandırıyor. 
						
						
						Ankaralı Edebiyatçılar unutulur mu hiç? Ataç, Sabahattin 
						Ali, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Cahit Külebi, 
						İlhan Berk, Can Yücel, Dıranas, Gülten Akın, Tahsin 
						Saraç, Ceyhun Atuf Kansu ve daha sonrasında çok sayıda 
						yazar, şair, sanatçı Ankara’da tanındılar, ürünleri 
						verdiler. Selim Esen onları da unutmamış, iz 
						bıraktıkları pastanelere, meyhanelere değinmiş. Sonra da 
						bir eksikliğin burukluğu içinde şu sözleri etmiş: “… 
						Koca şehir Ankara, sen kalk, bu kadar değeri bir arada 
						tut da, bunlardan hiç birisinin büstünü olsun bir köşeye 
						koyma…” Doğru söze ne denir, şapka çıkarılır; ama 
						umursamayan, bu dilekleri yaşama geçirmeyen yerel 
						yöneticileri, ilgilileri de merak eder dururuz hüzünle. 
						
						İşte 
						1940’lı yıllarla başlayan, 50’li yıllarda yoğunlukla 
						yaşanan olaylar 1960’lı yılların başına değin böyle 
						biçimleniyor Selim Esen’in kaleminde. Kitabın sonunda 
						Selim Esen’in babası Bülent Nuri Esen’in yazdığı mektup 
						ve son birkaç sözle bitiriyor kitabını. Bize de 
						heyecanla okumak düşüyor Açık Çekmece’yi. 
						 
						
						 |