| 
						  | 
						
						 
						
						ÖYKÜ GÜVERCİNLERİ KUŞADASI’NDAN HAVALANDI 
						
						
						Ömer Lekesiz 
						
						
						  
						
						
						  
						
						
						Yorgo adlı kitabıyla 1965 Sait Faik Armağanı’nı (Kamuran 
						Şipal’le paylaşmalı olarak) kazandığı ve yakın geçmişte 
						(1980’de) vefat ettiği halde çabuk unutulan öykücü 
						Mahmut Özay, öğretmenliğinin son yıllarını, emeklilik 
						dönemini yaşadığı Kuşadası’nda, Sultan Su-Selim Esen 
						çiftinin özel çabaları, Kuşadası Belediye Başkanı Fuat 
						Akdoğan’ın desteğiyle ilki 2004 yılında gerçekleşen 
						“Öyküye ve Şiire Yolculuk” adlı etkinliklerde hayatına 
						ve öykülerine ilişkin hazırlanan tebliğlerle tekrar 
						gündeme geldi. Bu vesileyle, torunu Uğur Özay da o 
						etkinliklerle eşzamanlı olarak dedesinin uzun süredir 
						piyasada bulunmayan öykü kitaplarını yeniden yayınlamayı 
						kendisine görev edindi. 
						
						
						Mahmut Özay, öykülerini Tireli Hafsa Hatun-Yıldırım Han 
						Zevcesi (1946), O Mübarek Serviler (1950), Yorgo (1964), 
						İhtiyar Elma Ağacı (1966), Babam Babam (1970) ve Deli 
						Manda (1974) adlı kitaplarında toplamıştı. Özay'ın bu 
						kitaplarındaki öykülerine ek olarak, kitaplarına 
						girmemiş 7 öyküsünün de yer aldığı yeni kitabı “Deli 
						Manda - Bütün Hikâyeleri” adıyla geçtiğimiz günlerde 
						Yapı Kredi Yayınları arasından çıktı. 
						
						
						  
						
						
						Mitsel Karakterler 
						
						
						Yazarın, O Mübarek Serviler başlığı altında yer alması 
						gereken Efe, Deve Güreşi, Şanizade Ataullah, Mühürcü 
						Hamdi Efendi gibi dört tarihi ve otobiyografik metni 
						yeni kitaba alınmazken, Deli Manda başlığı altında yer 
						verilen Kral Kızı Sofya, Afrodisyas Meleği, Yeşil Mağara 
						ve Kuşdede adlı anı, anlatı, söylence metinlerine 
						kitapta yer verilmiş. Elbette, Özay'ın öyküleri üstüne 
						zihin yoranlar onun öykülerini, anılarından beslenen 
						fıkralarını, mitsel karakter taşıyan anlatılarını, 
						portre yazılarını tasnif etme gereği duyacaklardır. 
						Fakat, kitabın bu emeği en aza indirecek şekilde sadece 
						öyküler toplamından oluşması çok daha iyi olurdu. 
						 
						
						
						  
						
						
						Mahmut Özay’ın öyküleri: 
						
						
						Sohbet sadeliğiyle çocukluğa, eğitime, savaşa, köy ve 
						kasaba hayatına, öğretmenlik mesleğine ve hayvanlara 
						dair öyküler anlatan Özay, biraz da yaşadığı zor 
						zamanların başkalarınca bilinmesini, onlardan bir ders 
						çıkarılmasını sağlamak amacıyla, çoğu hikayenin içinde 
						bizzat yer almayı seçmişti. 
						
						
						1909’da Manastır’da doğmuş, Balkan göçünü, savaşı 
						yaşamış, Nazilli, Bozdoğan ve İzmir’deki eğitiminde, 
						Kayseri, Söke, Aksaray, Merzifon, Aydın ve 
						Kuşadası’ndaki öğretmenliğinde kasaba ve şehir hayatının 
						güçlüklerine, ekonomik ve sosyal hayattaki sancılı 
						değişmeye tanık olması, Özay'ı sanki başkalarının 
						hayatını kolaylaştıracak anıların, tarihi tabloların ve 
						ilginç olayların kaydını tutmaya sevketmişti. 
						
						
						Örneğin, Mevlana Ali Rıza Efendi öyküsünde, yerli 
						çocuklarca “macur” sıfatıyla horlanan, tartaklanan, 
						dışlanan göçmen çocuklarının, ebeveynlerinin koruma 
						kaygısından korkular içinde tutsak hayatı yaşamalarını, 
						eğitim döneminde yerli çocuklarla onları eşitleyen, 
						öğrencileri arasında hiçbir ayrım yapmayan, hatta göçmen 
						çocuklara daha sevecen, daha merhametli yaklaşan bir 
						öğretmenin, minik yürekleri kazanışını, onlara öğretmene 
						vefa ve öğrenme aşkını aşılayışını anlatmıştı. 
						
						
						Yol Boyunca, Teslim Bayrağı, Gelin Ablam, Kınalı 
						Bozgununda, Doktor İlya öykülerinde, Balkan Savaşı'ndaki 
						baskın korkusu, canı ve malı koruma telaşı, soygun, 
						vurgun, kaçış, gömülmeden bırakılmış cesetler ve 
						yardımlaşma konularını işlemiş, Deeh... Deh! Öyküsünde 
						"Gavurluk, Müslümanlık toprağın üstündedir; bizim 
						icadımızdır, hey oğul, (...) toprağın altına girince ne 
						gavurluk kalır, ne Müslümanlık!. Hep kavgaların bir başı 
						da bu ya!" sözleriyle savaşın nedenlerini dolaylı olarak 
						özetlerken, çocuğun, "Doktor İlya'nın babama verdiği 
						büyük paketleri açtık. Pamuk ve sargı bezlerinin, ilaç 
						kutularının, şişelerin üzerinde (Kızılhaç) vardı; 
						ağabeylerim onları karaladılar." sözleriyle de kültürel 
						farkın beslediği hınç ve düşmanlığı vurgulamıştı. 
						
						
						O Mübarek Serviler'de minarelerle, servilerin birer 
						simgeye dönüşerek düşmana nasıl rahatsızlık verdiğini, 
						özgürlüğün ve toprak adiyyetinin anıtları olarak 
						servilerin kendilerini nasıl koruduklarını, direniş 
						duygusunu nasıl beslediklerini işlerken, İnanç öyküsünde 
						öğrencilere tarih bilincinin işlenmesini, Yorgo'da 
						sanatkar bir esirin, milliyetçi bir çocuğun suçlamaları 
						karşısındaki acizliğini vermişti. 
						
						
						Vazifeye Müdahale, Papatyalar Açarken, İhtiyar Elma 
						Ağacı, Nerden Tanıyacağım Ben Sana, Bir Soygun, Geçen 
						Seneki (Yılki) Gibi, Mıstafendi, Şemsiyeler, Bu Böyledir 
						İşte Bey, Temizlik Ekibi, Hazırlık, Çile Bülbülüm Çile, 
						Rayko, Kütükler öykülerinde savaş sonrasındaki sosyo-kültürel 
						değişimi, kasabalardaki kaba-saba resmi yapılaşmayı, 
						yeni ulaşım hizmetlerini, makinalaşmayı izleyen 
						değişmeleri öykülemiş, onlarda üzüntüleri, küçük 
						sevinçleri, aşk acısını, sefaleti, hayat sevgisini, 
						mizahı, dayanışmayı, köşe dönmeciliği, devlet/memur 
						baskısını, aydın tutumunu, rutinleşen törenleri, taşra 
						bürokratlarının sıkıntılarını iç içe sunmuştu. 
						
						
						                                         
						
						
						Özgür Eşek Ahırı Özler 
						
						
						Ben Beni Nidem öyküsünde, Malatya il merkezinde, barınma 
						güçlüğü çeken dört öğretmene halkın olumsuz bakışıyla 
						birlikte, onların kendi dar bütçeleriyle yardım etmeye 
						çalıştıkları yoksul bir ailenin dramını, Azadlı 
						öyküsünde sakatlandığı için serbest bırakılan bir 
						eşeğin, alıştığı ahır ortamını özgürlüğe tercih edişini, 
						merhametsiz, sorumsuz insanların elinde ölümünü, Deli 
						Manda öyküsünde bağımsızlık imgesi, emperyalizme 
						muhalefet çevresinde genç bir mandanın, ihraç edilmek 
						üzere gemiye yüklenirken vinçten kurtulup kaçışını ve 
						öldürülerek durduruluşunu anlatmıştı. 
						
						
						Bu birkaç örnekten anlaşılan odur ki, Mahmut Özay'ın, 
						İkinci Meşrutiyet'in ilan edildiği yıl doğan, 
						bebeklikten çocukluğa geçerken Balkan Savaşları'na ve 
						Anadolu'ya göçe, çocukluktan ergenliğe geçerken Birinci 
						Dünya Savaşı'na, ergenliğinde ise Kurtuluş Savaşına, 
						Cumhuriyet idaresinin yapılanma yıllarında aydın, 
						vatansever, geleneklerine, inancına bağlı bir öğretmen 
						olarak savaşın yaralarını yeni yeni saran Anadolu'daki 
						yoksulluğa, rızık kaygısından doğan göçlere, sömürüye, 
						kültürel değişime, haksızlıklara, tanık olması onda, 
						yaşadıklarını başkalarıyla öykü üstünden paylaşma arzusu 
						doğurmuştur. O, tüm bunları, adına tecrübe dediğimiz 
						damıtılmış, içselleştirilmiş, hakça bir insanlık 
						anlayışı çevresinde, sanatsal kaygıları da gözeterek 
						birer hayat tablosu, birer ibret 
						vesikası olarak sunmuş, böylelikle geçmişin edebi 
						birikimiyle, geleceğin edebiyatına yön verme çabası 
						içinde olmuştur. 
						
						
						Görülen odur ki, dedesinin öykülerini derleyen Uğur 
						Özay'la, o öyküleri bir kitapta toplayan Yapı Kredi 
						Yayınları Mahmut Özay'a vefa ve Türk öykücülüğüne hizmet 
						adına üstlerine düşeni fazlasıyla yapmışlar, öykü 
						güvercinlerini Kuşadası'ndan havalandırmışlardır. 
						 
						
						Şimdi 
						görev sırası has okurlardadır.  
						
 
								
								
								 
								Yeni Şafak Gazetesi, 05.09.2007  
						 
						 |