| 
						 
						
						‘ANKARA’NIN TARİHSEL DOKUSUNDA YOLCULUK’ 
						
						
						Selim Esen’le ‘Açık Çekmece’yi konuştuk 
						
						
						Gülseren Engin 
						
						
						  
						
						
						  
						
						
						Gülseren Engin: Cemal Süreya’nın “Ey Ankara / Ey iyi 
						kalpli üvey ana…” diye tanımladığı Ankara hakkında 
						yazdığınız ve anılarınızla harmanladığınız “Açık 
						Çekmece” adlı kitabınız Evrensel Yayınları’ndan 2010 
						yılının son aylarında yayımlandı. Siz de biliyorsunuz 
						Ankara hakkında bu güne dek pek çok kitap yazıldı. Sizi 
						bu kitabı yazmaya iten nedenleri bize anlatır mısınız? 
						
						
						  
						
						
						Selim Esen: Kuşkusuz çok kitap yayımlandı Ankara 
						hakkında… Kimi doğrudan anı, kimi roman, kimisi de 
						anı/roman formatında. Anı/biyografi de deniliyor. Her ne 
						kadar kitabın üzerinde “Anı-Biyografi” yazıyorsa da 
						benim yazdıklarım bir belgeseldir. Bir cumhuriyet 
						yaşayanı olarak Ankara’da hayata gözlerimi açtım. 68 
						yılım burada geçti. Hemen her kaldırım taşına ayak 
						basmışımdır. Dolu dolu solumuşumdur ilkbaharını, yazını 
						ve kışını. Burası Cumhuriyeti kuran şehirdir. Kuruluşu 
						hazırlayanlar burada yaşamışlardır. Aydınları ve bilim 
						adamlarının yanı sıra sanat kültür adamlarına da ev 
						sahipliği yapmıştır Ankara. 
						
						
						Eee, bir yandan böyle bir kentte yaşayan bir Ankaralı 
						olmak öte yandan, başkent unvanını taşıyan bir kentin 
						inanılmaz yaşamı, ister istemez insanı kendi 
						penceresinden, değişik bir bakış açısıyla yazmaya 
						zorluyor. 
						
						
						  
						
						
						GE: Son yıllarda kentlerle ilgili diziler hazırlandı, 
						hazırlanmakta… Kuşkusuz kentleri orada yaşamış 
						yazarların aynasından tanımak çok güzel ve anlamlı… 
						Ancak kentlerin, içinde yaşayanlardan bağımsız, onların 
						kısacık yaşamlarının öncesini ve sonrasını kapsayan 
						tarihleri var. Bir kenti tanımak için kuşkusuz bu tarihi 
						de bilmek gerek. Resmi tarih olarak bize sunulanlar ne 
						yazık ki yetersiz kalıyor. Bu yüzden ben kişilerin 
						anılarını yazmalarını, günlük tutmalarını çok 
						önemsiyorum. Hepimiz aslında farkında olmadan 
						yaşadığımız tarihe tanıklık ediyoruz. Bunu yazmak, 
						tarihi belgelemektir. Resmi tarihin dışına ancak böyle 
						çıkılabilir. Hatta resmi tarih ancak bu belgeler ve 
						kitaplarla doğrulanabilir. Bu yüzden böyle kitaplar çok 
						önemli. Yazar olsun, olmasın her insanın günlük 
						tutmasını ya da anılarını yazmasını/yazdırmasını 
						diliyorum ben. Keşke… Siz bu konuda neler 
						düşünüyorsunuz? 
						
						
						  
						
						
						SE: Tabii günlük tutmadan, bir koltuk kitaplığına sahip 
						olmadan tarihe tanıklık edilemez. Şöyle düşünüyorum: 
						
						
						İnsan yaşamı kentle iç içe. İnsan yaşamı yıllar içinde 
						değişirken ve gelişirken yaşadığı kenti de değiştiriyor, 
						geliştiriyor. Burada eski binayı yık, yenisini dik; şu 
						bakanlığı al öte yana götür demek istemiyorum. 
						Alışkanlıklar değişiyor, yaşam biçimi değişiyor. Eski 
						binaların kullanım amaçları farklılaşıyor. Böyle bir 
						süreçten geçtiyseniz tarihe tanıklık etmiş oluyorsunuz. 
						Yazıya dökerseniz, tarihi belgelemiş oluyorsunuz. Yok, 
						eğer o kentte yaşamış bir okuyucu iseniz kendinizi 
						yazılanlarla özdeşleştiriyor, hoş bir gülümsemeyle 
						sayfaları çeviriyorsunuz.  “Neydi o günler…” diyorsunuz. 
						“Nostalji” denilen kavram sizi geriye, eskilere doğru 
						bir yolculuğa çıkarıyor. O rüzgârla kent içinde 
						savruluyorsunuz. 
						
						
						  
						
						
						GE: Siz de bu kitapla hem Ankara’nın yirmi yıllık bir 
						dönemini (1943–1963) anlatıyor, hem de önemli olayların 
						altını çiziyorsunuz. Bu konuda bir araştırma yaptığınız, 
						belgelere dayandığınız anlaşılıyor. Kitaba başlamadan 
						önce nasıl bir hazırlık dönemi geçirdiniz? 
						
						
						  
						
						
						SE: Önce, ben yirmi yılda yaşanan her olayı dile 
						getirmedim. Bende iz bırakan olaylardan kısa kısa söz 
						ettim. Dediğim gibi, günlük tutmadan, bir koltuk 
						kitaplığına sahip olmadan böyle bir kitaba soyunulmaz… 
						Oldukça iyi bir arşive sahip olduğum söylenebilir. 
						Ailemden kalanları iyi muhafaza ettim. Bir bakıma bu 
						kitabı yazmaya da onları karıştırırken karar vermiştim. 
						Yaşadığım çevreyi, ailemi, ortamı, arkadaşlarımı, 
						dostlarımı, dolaştığım yerleri yanıma aldım; kentin 
						tarihsel dokusu içinde yolculuğa çıktım. 
						
						
						  
						
						
						GE: Ankara’nın tarihini anlatırken onun sanat tarihine 
						de eğilmiş, Ankara’nın bağrından çıkan sanatçı ve 
						edebiyatçıları anlatmışsınız. Araya serpiştirdiğiniz 
						şiirler kitaba ayrı bir güzellik vermiş. Kutlarım sizi. 
						Şiirle ilginiz nedir? 
						
						
						  
						
						
						SE: Şiir, eğer sizi okumaya davet ediyorsa şiir’dir. 
						Yani ilk satır ikincisine yöneltecekse devam edersiniz. 
						Bir mesaj vermelidir. Yaygın bir kanı vardır: Herkes 
						kendince şairdir. Öyledir de her şiir yazan şair 
						değildir. Okul sıralarından edinmiştim şiir okuma 
						alışkanlığını. Yazmayı bir iki kez denedim, bir yerlerde 
						duruyor. Kendimi bu konuda yeterli ve becerikli bulmadım 
						hiçbir zaman, ama şiir eleştirebiliyorum. Uzun süre
						
						www.anafilya.org adlı sanal edebiyat sitesinin şiir 
						eleştirmenliği görevini sürdürdüm. Şairleri üç sınıfa 
						ayırırım: Büyük şair, birinci sınıf şair ve şair olma 
						heveslisi şair. 
						
						
						  
						
						
						GE: Ankara’nın yirmi yıllık dönemini kendi çocukluğunuz 
						ve gençliğinizi anlatarak harmanlamışsınız. Çok güzel, 
						rahat, akıcı bir anlatımınız var. Diliniz sade ve temiz. 
						Bu yüzden tarihi olayları anlatırken bile okuru 
						sıkmıyorsunuz. Yer yer bir roman içinde gezinir gibi 
						okuyoruz kitabınızı… Belli ki “yazar kumaşınız” var. 
						Daha önce edebiyat çalışmalarınız oldu mu? Şimdiye kadar 
						nerelerdeydiniz? Neler yaptınız? 
						
						
						  
						
						
						SE: Uzmanlık alanım olan Radyo-Televizyon Haberciliği ve 
						televizyon yapım tekniklerine ilişkin kitaplarım var. Bu 
						konuda dersler verdim. TRT Haber Merkezi’nde, Radyo 
						Televizyon Yüksek Kurulu’nda ve Anadolu Ajansı’nda 
						gazetecilik mesleğine ilişkin görevlerde bulundum. Bu 
						konuda sayısız yazılarım var. Emekli olduktan sonra bir 
						süre Türkiye Gaziler Vakfının Genel Başkanlığına 
						getirildim -Asker değilim. Kıbrıs Barış Harekâtı’nı TRT 
						adına izlediğim için ‘Gazi’ unvanı verildi- ve “İlk 
						Hedef” isimli bir dergi çıkarttım. Kültür-sanat 
						ağırlıklı bir dergiydi. Sanırım edebiyata ilk adımımı 
						böyle atmıştım. Sonra eşim Sultan Su, yaz aylarını 
						geçirdiğimiz Kuşadası’nda “Öykü ve Şiir Günleri” 
						düzenleyelim dediğinde Adalıları kültür-sanatla 
						buluşturmanın kutsal bir görev olacağını düşünmüştüm. 
						2004 yılında başladığımız “Kuşadası’nda Öykü ve Şiir 
						Günleri”ni 2009 yılına kadar sürdürdük. Yakından tanık 
						olmuştunuz, etkinlikleri birer kitapla taçlandırdık; 
						“Kuşadası’nda Öykü’ye ve Şiir’e Yolculuk”. Hepside 
						kütüphanelerde bulabileceğiniz edebi birer eserdir. 
						Kuşadası’nda günlük bir gazeteye haftada bir siyasi 
						içerikli yazı yazıyorum. Kimi edebiyat dergilerine de 
						fırsat buldukça yazı gönderiyorum. 
						
						
						  
						
						
						GE: “Açık Çekmece”, adı üstünde henüz kapanmamış bir 
						çekmece… İçinde kimbilir daha neler var? 1960’dan 
						sonraki dönemleri de anlatmayı düşünüyor musunuz? 
						
						
						  
						
						
						SE: Evet, kapanmadı çekmece… Hazırlıklarım var, devam 
						etmeyi düşünüyorum. Bakalım günler ne gösterecek! 
						
						
						  
						
						GE: 
						Bu kitabınız, başka kitaplarınızın da geleceği konusunda 
						umutlandırıyor beni. Yeni kitap çalışmalarınız var mı? 
						Ne tür kitaplar olacak bunlar? 
						
						  
						
						SE: 
						Yaklaşık bir yıldır yine anı/belgesel türünde bir yapıt 
						üzerinde çalışıyorum. Konu: 1966-1980 arasında TRT Haber 
						Merkezi… Kimler vardı, kimler yoktu. Ne yaptılar, ne 
						yapmadılar; Haberler yanlımıydı, tarafsız mıydı? Gelen 
						genel müdürlerin katkısı ne oldu? TRT toplumun 
						beklentilerini karşılayabildi mi? Olayların sarmalında 
						anlatmaya çalışıyorum. Umarım yıl sona ermeden okuyucu 
						ile buluşur. 
						
						  
						
						GE: 
						Teşekkür ederim. 
						
						  
						
						SE: 
						Ben teşekkür ederim.  
						
						
						   |