| 
						 
						
						SU GİBİ AKAN BİR ANI KİTABI: BİR ZAMANLARIN ANKARA’SI    
						
						
						Ahmet Say  
						
						
						Selim Esen dostumuz, Orhan Kemal’in başarılı bir 
						öğrencisiymiş gibi, düpedüz yazdığı için meramını yalın 
						bir dille apaçık anlatıyor. Üstelik, yazdığı olaylara ve 
						insanlara kendisini hiç katmıyor. Öznel bir bakıştan 
						kaçınarak “nesnel” olan neyse onu veriyor. Sonuçta 
						ortaya şerbet gibi bir anlatım çıkıyor. 
						
						
						Bir Türkçe öğretmeni olsaydım, “anı” türündeki 
						bir kitaba örnek olarak Selim Esen’in yenilerde 
						yayımlanan “Açık Çekmece” adlı kitabını tanıtırdım 
						çocuklara. “Neden?” diyeceksiniz. Şundan: Herkesin 
						yaşayabileceği sıradan şeyler yok bu kitapta. Ama 
						herkesin kendine, “Bak bunu unutma, kazı belleğine!” 
						diyebileceği olaylar ve insanlar var. Demek ki ilginç 
						olanı yazmak amacıyla yapılan seçki, son derece yerinde: 
						“Açık Çekmece”de Ankara’nın yakın tarihi, 1940’lı 
						yıllardan başlayarak 1960’ın ilk yıllarına kadar çarpıcı 
						olaylar dizisi ve insanlarıyla bir TV program yapımcısı 
						gözüyle düpedüz anlatılıyor. Bu kitabı yazmak için, 
						sanki geçmiş günlere giderek bir kamerayı dikkatle 
						dolaştırmış Selim Esen. Yoruma falan girmemiş. “Gerçek” 
						olarak dişe dokunur ne varsa, çırılçıplak haliyle 
						vermiş. Önemli olan da zaten o “dişe dokunur” gerçekleri 
						öne çıkarmak değil mi? “Seçki” olarak nitelediğim bu 
						işte. Asıl marifet bu, kitaba can katan olaylar dizisi 
						bu! 
						
						
						Selim Esen, 1943 doğumlu. Kitle iletişimi üzerine 
						lisansüstü eğitim görmüş; 1966’da TRT Kurumu’na girmiş 
						ve sırasıyla muhabir, müdür yardımcısı ve müdürlük 
						görevlerini yürütmüş. Hazırladığı haberler ve 
						haber-programların başarısı nedeniyle takdirnameler 
						almış. 1974’te gazeteci olarak “Kıbrıs Barış Harekâtı”na 
						katılmış. Resmî kurumlarda gazetecilik yapmanın tadı 
						tuzu iyice kaçınca da emekliye ayrılmış. 
						
						
						Ben Selim Esen’le arkadaşlığı, çarşamba günlerinde 
						Ankara’nın oldukça eski ve ünlü meyhanesi “Tavukçu”da 
						yaptığımız yemekli toplantılar sayesinde ilerlettim. 
						“Yazar takımı” diye bilinen beş on arkadaşla 
						sürdürdüğümüz bu toplantıların kimi yönden tabii ki 
						yararı olacaktı: Yararlardan başlıca biri, Selim Esen’le 
						arada sırada öğle vakti buluşup “Tavukçu”da geçen 
						çarşamba günlerine, başka bir yerde perşembeyi falan da 
						katmak oldu. Genellikle Eymir Gölü kıyısındaki kayıkhane 
						lokantasına gidiyorduk. Orada gölün kıpırtısız, dingin 
						halini seyretmekle dünya ahvalinin verdiği gerginliği 
						atıyorduk üstümüzden. Dahası, her yıl bir kitap 
						yayımlama alışkanlığındaki bir müzik yazarı olarak 
						Selim’in de görmüş geçirmiş bir aydın yönüyle artık 
						yazması gerektiğini söylüyor, onu yazma konusunda 
						yüreklendiriyordum. 
						
						
						Yazma konusunda Orhan Kemal’in bana verdiği öğütleri her 
						fırsatta herkese açıklarım: Bakarsınız yararlanan olur 
						diye buraya da yazıyorum. Orhan Kemal bana demişti ki: 
						
						
						“Konuyu, bana anlattığın gibi düpedüz yaz. Edebiyat 
						yapmaya sakın kalkışma. Büyük yazarları okurken 
						süslemeli, dolambaçlı laflar görüyor musun hiç? Koskoca 
						yazarlar, Gogol, Hemingway, edebiyat yapmaya kalkışıyor 
						mu? Yüreğini aç ve apaçık yaz kardeşim…” 
						
						
						Selim Esen dostumuz, Orhan Kemal’in başarılı bir 
						öğrencisiymiş gibi, düpedüz yazdığı için meramını yalın 
						bir dille apaçık anlatıyor. Üstelik, yazdığı olaylara ve 
						insanlara kendisini hiç katmıyor. Öznel bir bakıştan 
						kaçınarak “nesnel” olan neyse onu veriyor. Sonuçta 
						ortaya şerbet gibi bir anlatım çıkıyor. 
						
						
						Peki bu yalın anlatımın, doğallıkla anlatılan içeriğin 
						kaynağı nedir? 
						
						
						Selim Esen, gençlik çağında yaklaşık on beş yıl başkent 
						kulisinin içinde yaşamış bir aydın. Üstüne üstlük, 
						ilerici bir hukuk profesörü olan, Nâzım Hikmet’in 
						avukatlarından Bülent Nuri Esen’in oğlu. Birçok önemli 
						olayı, babasının hareketli yaşamının yörüngesinden 
						izlemiş. Bu farkın getirdiği fazlalıkları kullanmasını 
						iyi biliyor. Zaten kitabının önde gelen özelliği, 
						olayların ayırt edici özelliklerini gösterebilmiş 
						olması. Yoksa biz, Almanların ünlü Nazi elçisi von Papen 
						suikastının, ya da Casus Çiçero olayının içyüzünü 
						nereden bilebilirdik? Agatha Christie gibi dünyaca 
						tanınmış bir kriminal roman yazarının “Ankara cinayeti” 
						için, “İşte gerçek, tam bir polis romanı!” dediğini 
						nasıl öğrenebilirdik? 1950’li yıllarda şair ve 
						yazarlarımızın buluştuğu “Kürdün Meyhanesi”nde, 
						konuşmalara kulak kabartan sivil polisin adının Ali 
						Haydar olduğunu kimden öğrenebilirdik? 
						
						
						Okurlarım yukarıda verdiğim birkaç örnekle yetinmez. 
						1940’lı yılların sonlarından 1960’lı yılların ortalarına 
						uzanan dönemde Ankara’da yaşanan çarpıcı olaylar nedir? 
						Okunduğunda, “Vay be! Gerçekten öyleydi… Bak bu olayı 
						unutmuşum, bak şunu da bilmiyordum, iyi ki şimdi 
						rastladım ona” dedirten nedir? 
						
						
						Söz konusu süreç içinde tam 44 olayı hatırlatıyor Selim 
						Esen. “Açık çekmece” adlı kitabı da zaten 44 bölümden 
						oluşuyor. Tarih içinde önemini koruyan bazı olaylardan 
						birkaç tanesini şöyle sayabilirim: “Kenan Öner – Hasan 
						Âli Yücel davası”. “Lise öğrencisi Hüseyin Üzmez”. 
						“Kore’ye gönderilen ana kuzuları, vatan evlatları”. 
						“49’lar: Kürtçü hareket”. “Olur mu böyle olur mu?” 
						“Basında bir yıldırım: Yön hareketi”. “Ankara, şiirin 
						başkenti”. “Barış gönüllüleri”. “Ankaralı 
						Edebiyatçılar”. “Radyodaki ses”. “Ankara’nın 
						sinemaları”. “Kabadayı yatağı”. 
						
						
						Görüldüğü gibi Selim Esen, konudan konuya atlamaktan hiç 
						çekinmiyor kitabında. Renkli bir olaylar yumağını, dallı 
						güllü bir kumaş gibi önünüze seriyor. Yeri gelince de 
						kumaşı katlayıp kaldırıyor, bir bakıyorsunuz, kitabın 
						son sayfasına gelivermişsiniz. 
						
						
						Bütün bu anılar arasında, aşağı tabakaların anlatıldığı 
						bir bölümden söz açmak isterim: “Kabadayı yatağı” 
						başlıklı bölüm, kenar mahalle insanlarını anlatırken bir 
						zamanların eğlence yeri Esenpark Gazinosu’nun yanı sıra, 
						Ankara’nın ünlü kabadayılarını da tanıtır: 
						
						
						
						“Esenpark, 
						gençleri düşünerek cumartesi günleri dansöz ağırlıklı 
						program düzenlerdi. Özcan Tekgül, gözde dansözüydü 
						buranın. Gençlerin beğenisini kazanmıştı. Güzeldi ve 
						cömertti. Gençlerin alkışlarına ve ıslıklı tezahüratına 
						kapılır, kendinden geçercesine kıvırırdı. Tempo 
						tutardık: Aç!... Aç!...Aç!... Salon çınlardı. 
						Kırmazdı bizi, üzerindekileri birer birer fırlatırdı. 
						Salondaki istek, Çıkar!.. Çıkar!.. Çıkar!’a 
						dönüştüğünde, son hamlesini yapar, sutyeninin arkadaki 
						kopçasını çıtlatır ve işte o anda, perde hızla 
						kapanırdı… 
						
						
						(…) Esenpark, daha çok Ankara bıçkınlarının mekânıydı. 
						Bentderesi, İsmetpaşa ise üçüncü sınıf içkili 
						lokantaların bulunduğu semtlerdi. Geleneği sürdüren eski 
						meyhaneleri sorarsanız, Hamamönü’ndeydi. Bunlardan en 
						ünlüsü, “Deli Mehmet’in Meyhanesi”ydi. 
						
						
						(…)  Hacettepe’nin, kabadayısı, kamalı delikanlıları, 
						bir de futbol takımı ünlüydü. Kabadayılardan Altındiş 
						Kemal, bir zamanlar Ankara’nın haracını yerdi. Sonraları 
						onun yerini “Piç Hüseyin” aldı. Bu ünlü kabadayı, Deniz 
						Gezmiş ve arkadaşlarına hayrandı. Dündar Kılıç’ın 
						gençlik yıllarındaki Ankara’sında, ansiklopedilere bile 
						geçmiş üç ünlü kabadayı vardı: Karagöz Kemal, Kabadayı 
						Mehmet ve Sarı Veli. Birlikte gezdikleri için “Üç 
						Silahşörler” de denen bu kabadayılardan Karagöz Kemal, 
						futbol oynar, boks yapardı. Sarı Veli boksördü. Kabadayı 
						Mehmet ise matbaa mürettibiydi. Altındağ’ın ünlülerinden 
						Kürt Cemali de yine aynı çevrede efsane gibi anlatılan 
						kabadayılardandı. Soyadı da ‘Kabadayı’ olan Mehmet, 
						mahalleli tarafından son derece iyiliksever, mert bir 
						insan diye bilinmesine karşın, aynı zamanda çok sert, 
						acımasız bir kişi olarak tanınırdı. Yakın koruması 
						Dündar Kılıç’tı. Kumarhane işletirdi Kabadayı Mehmet. 
						Ama bu alanda yalnız değildi. Altındağlı Kürt Cemali de 
						vardı. O da namlıydı, ‘Cemali Coşan’dı asıl adı. Bir gün 
						öldürüldüğünü duyduk. Nasıl olduğu hâlâ bilinmeyen 
						korkunç bir cinayete kurban gitmişti Kürt Cemali… 
						
						
						Cinayet sonrası Ankara, kaynayan bir kazana dönmüştü. 
						Kürt Cemali’nin cenazesini sokaklara dökülen büyük bir 
						kalabalık kaldırdı. Ardından ağıtlar yakıldı, şiirler 
						yazıldı. 
						
						
						Hacettepe artık Sarı Veli’ye kalmıştı. Onu da Kabadayı 
						Mehmet öldürdü. Bu arada, yakın koruması Dündar Kılıç, 
						çoktan İstanbul’a yerleşmişti. Kabadayı tek başına 
						kalmıştı. Yıllar önce işlediği bir cinayet karşılıksız 
						kalamazdı. İşin yasası gereği, beklenen son gecikmedi: 
						Bir gün Kürt Cemali’nin yakınlarınca sessiz sedasız 
						öldürüldü. 
						
						
						Hacettepe, artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı: 
						İzleyen yıllarda Dr. İhsan Doğramacı, o ünlü tepeye 
						Türkiye’nin en büyük hastanelerinden birini yaptı. 
						Böylece Ankara’nın bıçkın yatağı, tarihin sayfalarına 
						gömüldü, bu kez İhsan Doğramacı sayfası açıldı.” 
						
						
						  
						
						Ahmetsay35@gmail.com  
						
						
						   Açık Çekmece 
						/ Selim Esen / Evrensel Basım Yayın, 248 s.  
						
						
						   |