|  | 
						
						CADI AVI
						
						 
						
						 
						
						ABD Senatosu, 50 yıl önce anti-komünist Senatör Joseph 
						McCarthy tarafından gerçekleştirilen ve “cadı avı” 
						olarak bilinen soruşturmaların belgelerini geçtiğimiz 
						Mayıs ayında kamuoyuna açıkladı. Soğuk Savaş’ın en 
						gerilimli yıllarında görülen ve ABD’de bu dönemin 
						“McCarthyzim dönemi” olarak anılmasına neden olan 
						davaların soruşturma aşamasında kullanılan 
						“teknikler” de böylelikle gün yüzüne çıkmış oldu.
						
						Soğuk Savaş döneminde, ABD’de başta sanatçılar olmak 
						üzere, “komünizmle bağlantısı olanları” araştırma 
						görevini üstlenen Wisconsin Senatörü McCarthy’nin 
						sorgulamalar sırasında tanıkları “sessiz kalmaları 
						durumunda hapse gireceklerini” söyleyerek tehdit 
						ettiği anlaşıldı. Tanıkların sorgulandığı görüşmelerin 5 
						bin sayfalık metinlerinin 50 yıl sonra kamuoyuna 
						açıklanmasıyla ortaya çıkan gerçekler, o dönemde 
						estirilen komünizm karşıtı rüzgârların nasıl bir tehdit 
						ve korku zeminine oturduğunu da açığa çıkarttı. 
						
						McCarthy’nin başkanlığında “hükümet kurumlarına 
						sızmaya çalışan” komünistleri ortaya çıkarmaya 
						çalışan soruşturma komitesinin, içlerinde Bertolt 
						Brecht, Hans Eisler, Dashiell Hammett, yazar 
						Lillian Hellman, şarkıcı Lena Horne, 
						Paul Robeson, Arthur Miller, Leonard Bernstein, Charlie 
						Chaplin ve Group Tiyatrosu’ndan Arthur 
						Miller, Elia Kazan ve Stella Adler 
						gibi ünlülerin de bulunduğu çok sayıda kişiyi 
						sorguladığı biliniyor. Sorgulamalarda yöneltilen 
						tehditler kimi isimleri, “itirafçılığa” zorlamış 
						ve çoğu zaman söylenecek bir şey olmadığı halde, korku 
						nedeniyle “hayal ürünü” itiraflar yapılmıştı. “Cadı 
						Avı” olarak adlandırılan bu soruşturmalar kapsamında 
						senatör McCarthy’nin şüphesi, sanık ya da tanık 
						konumundaki kişilerin bazılarının işini bazılarının da 
						ününü kaybetmesine neden olmuştu. Sorgulanan kimi 
						kişiler ise yaşamlarını intiharla noktalamışlardı. 
						McCarthy’nin sorguladığı kişiler arasında, devlet 
						memurları, sendikacılar hatta ordu mensupları da 
						bulunuyordu. 
						
						Gün ışığına çıkan belgeler içinde besteci Aaron 
						Copland, şair Langston Hughes ve 
						New York Times’tan gazeteci James Reston’un 
						tanıklıklarının yer aldığı belirtiliyor. 
						
						     
						
						5 bin sayfalık metinlerin, 50 yıl sonra hala büyük merak 
						uyandıran bir döneme ait bir dizi bilinmeyeni gözler 
						önüne sermesi bekleniyor. 
						
						  
						
						
						Bir dönem Amerikan toplumunun karşısına amansız bir 
						“komünist” avcısı olarak çıkan ve ülkenin en korkulan 
						adamı haline gelen Senatör Joseph McCarthy’i Amerikalı 
						gazeteci John Major’un kaleminden aktaralım... 
						
						  
						
						2. Dünya Savaşı sonunda, Amerika Birleşik Devletleri 
						dünyanın en zengin, en güçlü devleti olmuştu. 
						Amerika’nın üstünlüğünü sadece Sovyetler Birliği tehdit 
						edebilirdi. Bu üstünlük savaşı, 1945’den sonraki 
						yıllarda Amerika’nın sadece dış siyasetini değil, iç 
						siyasetini de etkiledi. 
						
						  
						
						Amerika’yı tedirgin edebilecek üç neden vardı: Sovyetler 
						Birliği, ihtilalin gerekliliğini savunan komünist bir 
						devlet, Amerika ise, eskiden beri solcu akımlara 
						düşmanlık beslemiş tutucu bir ülkeydi. İkincisi, 
						komünizm, Amerikan tarihine ve Amerikan “hayat tarzı” 
						na aykırı düşen köksüz bir öğreti olarak görülüyordu. 
						Üçüncüsü de, Rusya, karşı konulması, savaşılması gereken 
						bir devlet olarak kabul ediliyordu. Marksizmin 
						propagandasını yapan, kapitalizmi ortadan kaldırmaya 
						yönelen bu devletin gücü görmezden gelinemezdi. 
						
						  
						
						Daha önceki kuşağın yaşadıklarına, deneyimlerine göz 
						atmadan savaş sonrası durumunu anlamak, değerlendirmek 
						olanaksızdır. Amerikan Komünist Partisi, kurulduğu 1919 
						yılından bu yana büyük bir tehlike olarak kabul 
						edilmiştir. Wilson, 1919-1920 yıllarında, “kızıl 
						tehlike” nin bir hükümet darbesi hazırladığı içinde 
						olduğu varsayımıyla Komünistlere savaş açmıştı. 1924’ten 
						sonra J.Edgar Hoover’ın yönettiği FBI (Federal 
						Araştırma Bürosu), bütün solcuları ve yaşamlarını 
						mercek altına aldı. 1930’larda da, Amerikan Aleyhtarı 
						Faaliyetler Komitesi, totaliterlikle damgaladığı 
						Komünistleri, Faşistleri ve Nasyonal Sosyalistleri 
						denetim işlemini başlattı. Bu “denetleme” 
						1938’den sonra bir tür “kovalama” halini aldı. 
						Bunun üzerine 1939’da, “sicilli” kimselerin 
						devlet memurluklarına alınmalarını engelleyen bir yasa 
						çıkarıldı. 
						
						Amerikalıların çoğu, aynı kuşkuları taşıyordu. Sovyetler 
						Birliği, 1927 yılından beri Amerika Birleşik 
						Devletleri’nde yoğun bir casusluk faaliyetine girişmiş; 
						bunu 2. Dünya Savaşı yıllarında, Washington’la 
						Moskova’nın müttefik olduğu yıllarda bile ara vermeden 
						sürdürmüştü. Sovyetler, Amerikan Komünist Partisi 
						üyelerinin yardımlarından da yararlanıyordu.  
						
						Öte yandan, Rusya’ya sempati duyulmasını gerektiren iki 
						önemli neden göze çarpıyordu: İlki, Amerika, 1930’larda 
						tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşarken, Rusya beş 
						yıllık kalkınma planlarını başarıyla yürütüyor; gerek 
						ekonomik gelişme gerekse sosyal haklar açısından onu 
						geride bırakıyordu. İkincisi, 1933’de Almanya’da 
						Hitler’in başa geçmesinden sonra beliren Nazizm 
						tehlikesine karşı dünyayı uyaran ve demokratlarla 
						komünistlerin birleşik bir cephede toplanmaları 
						çağrısını yapan Stalin’di. Her ne kadar 1939 Ağustosunda 
						yapılan Nazi-Sovyet Paktı bu cepheyi bozduysa da 1941’de 
						Almanya’nın önce Rusya ardından Amerika’yla savaşa 
						girmesi aynı cephenin yeniden kurulmasına neden oldu. 
						Savaş son erdiğinde, derin görüş ayrılıklarına karşın, 
						iki devletin bazı noktalarda birleşebilecekleri 
						umuluyordu. 
						
						  
						
						1945’den sonra her iki devletin de lider olma hırsı 
						birliktelik umutlarını dağıttı. Amerikalı siyasetçiler 
						komünizmi yakın izlemeye aldılar. Genişletilmiş 
						yetkileriyle Senato, devlet başkanına üstünlük sağlama 
						çabasındaydı. Bir taraftan Komünizm düşmanlığını 
						kullanarak kısa yoldan ün yapmak isteyen siyasetçiler 
						öte yandan, on iki yıllık bir aradan sonra iktidara 
						talip olan Cumhuriyetçiler ağırlıklarını 
						hissettiriyorlardı.  
						
						  
						
						Komünizm taraftarı olanlarla anti-komünistler arasındaki 
						çekişme, 2. Dünya Savaşından sonra hızlandı ve 
						anti-komünistlerin üstünlüğüyle sonuçlandı. Komünizme 
						karşı ülke genelinde ilk büyük tepki, 1946’da 
						seslendirildi. Aynı yıl Kanada’da bir Sovyet casusluk 
						örgütü ortaya çıkarılmıştı, seçimler de yaklaşıyordu. 
						Cumhuriyetçiler, Roosvelt döneminde, 1930’larda, devlet 
						yönetimine sızmış “komünistler ve komünist dostlarını 
						temizlemek” amacını taşıdıklarını duyurdular. Başkan 
						Truman da aynı görüşü paylaşarak, Sovyet-Amerikan 
						yakınlaşmasında büyük emeği olan Henry Wallace’ı 
						görevden aldı. 
						
						  
						
						Bu arada, iki ülke arasındaki soğuk savaş güçlenerek 
						devam ediyordu. Rusya’yla ilişkiler bozuldukça, 
						anti-komünizm akımı güçleniyordu. 1948’de “Smith Yasası” 
						na dayanılarak Amerikan Komünist Partisi önderleri 
						mahkemeye verildi. Aynı yılın Ağustos ayında da Amerikan 
						Aleyhtarı Faaliyetler Komitesi, savaş sonrasının en ünlü 
						olayına damgasını vurdu. Roosvelt hükümetinin güvenilir 
						adamlarından Alger Hiss’i 1930’larda Komünist Partisi 
						üyesi olmak ve bazı gizli belgeleri Washington’daki 
						Sovyet ajanlarına vermek suçuyla yargılandı. Alger Hiss, 
						bütün suçlamaları reddetmesine rağmen komitenin 
						gazabından kurtulamadı. Hiss’i suçlayanlardan ve daha 
						sonra Amerikan Başkanı olacak olan Richard Nixon ise 
						halk arasında ulusal kahraman ilan edildi. 
						
						1949 yılı başlarında Amerika’nın dünyadaki durumu, iki 
						büyük darbeyle sarsıldı. Çin iç savaşında Amerika’nın 
						desteklediği milliyetçiler yenilgiye uğramış ve savaş 
						Pekin’de Komünist rejimin kurulmasına yol açmıştı. 
						Amerika’nın tekelinde bulunan nükleer silah yapımı da, 
						Sovyetler Birliği’nin atom bombası patlatmasıyla eski 
						önemini kaybetmişti. Hiss’in yargılanmasından hemen 
						sonra, ilk Amerikan atom bombasının yapılmasında büyük 
						emeği geçenlerden Klaus Fushs, Rusya’ya gizli bilgi 
						sızdırdığını itiraf etti. İşte bundan sonra McCarthy 
						sahne alacaktı... 
						
						McCharty, Senato’ya 1947’de girmiş ve o güne kadar silik 
						kişiliği ile tanınmıştı. Şimdi ise O’nun için, komünizm 
						düşmanlığının bütün nimetlerinden yararlanmanın tam 
						sırasıydı. 1950 Şubatında “Çin’i komünistlerin 
						ellerine terk edenler”e karşı büyük bir saldırı 
						başlattı. Suçlananlar, Amerika’ya birkaç kuşak önce 
						yerleşmiş; eski, köklü ailelerin çocukları, 
						“ağızlarında gümüş kaşıklarla doğanlar” dı. Devlet 
						içindeki önemli görevlerinden yararlanarak ülke 
						çıkarlarına ihanet etmişlerdi. McCharty, nereden bulduğu 
						pek belli olmayan bazı rakamlar öne sürüyordu. Ona göre 
						devletin üst katlarında 81 “hain” vardı, üstelik 
						bunların 57’si “tescilli komünist”ti. Ateşli senatör, 
						devlet memurlarının oluşturduğu 205 kişilik bir listeden 
						söz ediyordu. Söylediklerine bakılırsa, 205 kişinin 
						tamamı Komünist Partisi üyesiydi. 
						
						Suçlamalar kesin delillere dayanmıyordu, ama ne önemi 
						vardı bunun. Ülkeyi bir isteri dalgası kaplamış, 
						McCharty de bundan büyük ölçüde yararlanarak ünlü bir 
						kişi haline gelmişti. Senatör, halkın kötümserliğe olan 
						eğilimini kullanarak etkisini beş yıl sürdürdü. Çin’in 
						“kaybına” Çin milliyetçilerinin beceriksizliğinin 
						sebep olduğunu söylemeye birkaç cesaret edebilen birkaç 
						kişiden birisiydi. 1950 Haziranında çıkan Kore Savaşı da 
						McCharty’ye yaradı: Senatör, ulusal duyguları 
						alabildiğine sömürerek “Çin milliyetçileri sabote 
						edilmeseydi, Kore’de 54 bin’i aşkın Amerikan askeri 
						ölmezdi” görüşünü ortaya attı. Ortalık karıştı. 
						
						Çıkan gürültüleri, özgürlüklerin kısıtlanması izledi. 11 
						devlet dairesi başkanına, diledikleri memurların işine 
						son verilmesi yetkisi tanındı. 1951 Nisanında bu 
						yetkiler yerli yersiz, büyük bir sorumsuzlukla 
						kullanıldı. Yalnızca “hain oldukları bilinenler” 
						değil, “hain olmasından kuşkulanılanlar” da 
						sorgusuz sualsiz işlerinden atılıyordu. Aynı yılın 
						Haziran ayında McCharty, bu defa General Marshall’a 
						yüklendi, onu “insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir 
						hain” olarak suçladı.  
						
						McCharty suçlamalarını büyük bir rahatlıkla, hiç 
						çekinmeden yapıyordu. Radikal çıkışları partisine oy 
						kazandırıyordu. Parti yöneticileri de bu yoldan iktidara 
						gelmeyi hayal ederek, McCharty’ye ses çıkarmıyorlardı. 
						Onu, faşist bir halk hareketinin önderi olarak görenler 
						de vardı. Gücünü Amerika’nın aşırı tutucu çevrelerinden 
						alan McCharty’yi Eisenhower gibi “ılımlı tutucular” 
						da destekledi ve 1952 seçimlerini Cumhuriyetçilerin 
						kazanmasında McCharty’cilik önemli bir rol oynadı. 
						
						1953 yılının ocak ayında McCharty, Senato’nun kurduğu 
						araştırma komisyonunun başkanlığı görevini üstlendi. Bu 
						arada, yabancı ülkelerdeki Amerikan Haberler Merkezi 
						kitaplıkları hedef alınmıştı. McCharty’nin güvenilir iki 
						adamı  Roy Cohn ile David Schine (ikisi de 26 
						yaşındaydı) ikilisi, tüm merkezlerde 
						“zararlı” gördükleri kitapları yaktırdı, bazı 
						kimselere de işten el çektirdi. Yıl sona ererken, 
						McCharty ülkenin en korkulan insanı olmuştu. 
						
						Amerika’yı bir “kızıl tehlike korkusu” 
						sarmıştı...Devlet memuriyetine alınacak kimselerin 
						“ulusal güvenliğin çıkarlarını” koruyup 
						koruyamayacakları uzun uzun araştırılıyordu. 1953 
						Temmuzunda Kore Savaşı sona erdiğinde, Sovyetler Birliği 
						nükleer silah yapımında Amerika’yı yakalamıştı. Bu 
						arada, gündemin ilk sırasına “Oppenheimer Olayı” 
						yerleşti.  
						
						Dr.J.Oppenheimer, 2. Dünya Savaşı sırasında atom 
						bombasının yapılması işini yönetmiş, nükleer silahlar 
						politikası konusunda hükümet baş danışmanlığına 
						getirilmişti. 1953 Aralığında görevine son verildiğinde 
						komünistlerle ve komünizme yakınlık duyanlarla ilişki 
						içerisinde olduğu öne sürülüyordu. Ayrıca, 1950 Ocağında 
						hidrojen bombası yapılması konusunda alınmış karara 
						boyun eğmemiş, çalışmalara katılmayacağını bildirmişti. 
						Duruşması aylarca sürdü. Ortada elle tutulur deliller 
						olmamasına rağmen mahkeme, 1954 Haziranında, 
						“güvenilir bir adam” olmadığına karar verdi. 
						
						Oppenheimer davası sürerken, McCharty eski gücünü 
						kaybetmeye başladı. 1953 Ekiminde, başkanı bulunduğu 
						komisyon, bu defa Amerikan ordusunu hedef aldı. McCharty, 
						Roy Cohn ile birlikte General Zwicker’e ağır 
						saldırılarda bulundu, hakaret etti. Ne var ki sonbaharda 
						askere alınan adamı David Schine’e “iltimas” 
						yapılmasını istemeleri birden havayı değiştirdi.   
						
						Olay McCharty’nin gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştı. 
						Cohn’un orduya hakareti mahkemeye yansıdı. Ardından 
						Senato’daki muhalefet ayağa kalktı ve McCharty 22 oya 
						karşı 67 oyla görevinden alındı. McCharty sinirlendi. 
						Beş gün sonra, 7 Aralık günü, Devlet Başkanına saldırdı, 
						olayların perde arkasında onun bulunduğunu söyledi. Bu 
						açıklama siyasi hayatının sonu olacaktı. Üç yıl sonra 
						Mayıs 1957’de öldü.  
						
						McCharty tehlikeli bir insandı, ama 1930’ların ünlü 
						demagogu Huey Long kadar etkili olamamış, Amerikan 
						siyasetinde bir “üçüncü kuvvet” oluşturamamıştı. 
						Yapıcılık yanı olmayan, yıkıcı, programsız bir 
						siyasetçiydi. Amerikan siyasetine büyük zarar verdi.  
						
						McCharty, anti-komünist kampanyasının toplumda nasıl 
						olumsuz bir etkileşim yaratabileceğini göstermişti. Bu 
						dönemin son olayı, üç senatörün (Morse, Humphrey, 
						Kennedy) getirdikleri kanun teklifinin 1954 
						Ağustosunda kabul edilerek Komünist Partisi’nin kanun 
						dışı sayılması oldu. 
						
						Birçok kişi, bu konuda epeyce ileri gidildiğinin 
						farkındaydı. Yumuşama sürecine girildi. 1951’de 
						Anayasa’ya uygunluğu Yüksek Mahkemece onaylanan Smith 
						Kanunu, 1955’den sonra yürürlükten kaldırıldı: Devlet 
						memurları, “kızıl” oldukları gerekçesiyle durup 
						dururken işten çıkarılmayacaklardı artık. Soğuk Savaşın 
						eski gücünü kaybetmesi de Amerikan iç siyasetini geniş 
						ölçüde etkilemişti. 
						
						Buna rağmen, 1945’in “değer ve güvenlik ölçüleri”nin 
						ortadan kalktığını söylemek doğru olmaz. Gerçi McCharty 
						sahneden ayrılmıştır ama, 1960’ların son yıllarında bile 
						onu aratmayanlar çıkacaktır. 1964 ve 1968 yıllarında 
						Goldwater ve Wallace’a verilen oylar Amerika’da aşırı 
						sağ temsilcilerinin küçümsenemeyecek sayıda olduğunu 
						göstermiştir. Eisenhower’ı bile “komünist ihanetinin 
						sadık temsilcisi” olarak damgalayan John Birch gibi 
						dağlara çıkıp komünistlerle savaşma planları yapan 
						“minuteman”lar bugün de etkilerini sürdürmektedirler.  
						
						1960’ların sonunda Vietnam, zenci sorunu, öğrenci 
						ayaklanmaları vb. sorunlarla karşı karşıya kalan, 
						günümüzde Afganistan, Irak batağına saplanan Amerika 
						Birleşik Devletlerinin,“kızıl tehlike” fobisinden 
						hala kurtulamamış olduğu görülmektedir. |