| 
						
						GELİBOLU GÜNLÜĞÜ
						
						“Ölünce nereye mi gideceksin ? 
						
						Doğmayanların yanına…” 
						
						Savaş Gelibolu’ya bir daha dönmedi…  
						
						Türk askerlerinin çoğu, harekattan kısa bir süre sonra 
						başka cephelere gönderildi…  
						
						Savaş alanındaki bütün döküntüler de birkaç ay içinde 
						kaldırıldı. Ancak Seddülbahir’deki ganimet çok büyüktü; 
						Taşınması tam iki yıl sürdü. Gemiler dolusu konserve, 
						un, kereste… Hepsi İstanbul’a götürüldü…  
						
						Kış ayları boyunca kıyıları döven fırtınalar, rıhtım ve 
						iskele kalıntılarını darmadağın etti…  
						
						Tepelerdeki siperler kendi kendilerine bozuldu, daha yıl 
						dolmadan da devedikenleri, kekik, mersin ağaçları ve 
						çalılardan oluşan bir örtü, darmadağınık araziyi hızla 
						kapladı.  
						
						Oysa çok değil, daha dokuz  on ay önce, tüfeklerin bir 
						tahta parçasının kırılmasını andıran çatırtısı, 
						mitralyözlerin tekdüze takırtısı beyinleri uyuşturuyor, 
						top mermilerinin inleyerek gelen ıslığı bir sırığa hızla 
						dolanan kırbaç gibi bedenleri sarıyor, patlayan her 
						mermi öç dolu bir öfkeyle uğulduyor, gökten  kızgın 
						demir parçaları yağıyordu… 
						
						Bu gürültü, bu kargaşada insan sesleri de vardı… 
						
						Öfkeli insan sesleri… 
						
						Ağızlar köpüklü, dişler gıcırtılı, avaz avaz insan 
						sesleri… 
						
						Korku, kiminin topuklarına kanat takmış, kiminin 
						ayaklarını yere çivilemişti. 
						
						Durdukları yerde tepinen savaş gemilerinin yapacağı 
						fazla bir şey kalmamıştı. Çünkü, ‘onların’ ve ‘bizim 
						hatlarımız’ diye bir ayrım yoktu artık… 
						
						Bir yanda Türkler, öteki tarafta Büyük Britanya 
						adasından gelenlerle Avustralyalılar ve Yeni 
						Zelandalılar, yani Anzak’larla Hindistan’ın Gurkhaları 
						aynı siperde, aynı çukurda, aynı tek karış toprak 
						üstünde kucak kucağa, boğaz boğazaydılar… 
						
						Çeşitli diller, çeşitli mizaçlar, Tanrı’ya çeşitli 
						dillerle yakarışların yanında çeşitli küfürler hep 
						birbirine karışıyordu… 
						
						Türkler birbiri ardınca, “Allah! Allah!” haykırışlarıyla 
						yiğitçe saldırıyor… savaşıyor… şehit düşüyor, karşı 
						tarafın erleri, subayları, generalleri de ırklarına has 
						sebat ve metanetle dövüşüyor ve oldukları yerde can 
						veriyorlardı… 
						
						Anzaklar, o ana kadar ele geçirdiklerini tutmakta 
						kararlıydılar. Türkler ise, düşmanı durdurmakta en az 
						onlar kadar kararlıydılar. 
						
						İnsanoğlu artık, vuruşlarıyla yeryüzünü titreten bir 
						devdi sanki…   
						
						Deprem tanrısı olmuştu… 
						
						Ve fırtına tanrısı… 
						
						Dağları yerinden oynatıyor, yıldırımlarla oynuyordu. 
						 
						
						Askerler, tanrısal bir korkuyu soluyarak siper 
						hendeğinde yüzükoyun yere yapışmış, ateşte yanıyor, 
						dualar mırıldanıyor, yalvarıyor, küfrediyorlardı… 
						 
						
						Damaklarında tatlımsı ılık bir kan tadı vardı… 
						
						Cepheyi oluşturan alan çok küçüktü ve sefer boyunca 
						sürekli el değiştirmişti. Cesetler geri taşınamıyordu 
						çünkü cephe gerisi diye bir şey kalmamıştı. Ceset 
						toplamak için bir araya gelmek, yeni kayıplar ve gömecek 
						daha fazla ceset demekti. Göğüs göğüse çarpışmalar, 
						ölülerin oldukları yere gömülmeleri anlamına geliyordu. 
						Oysa siperler arasındaki bölge, çoğunlukla gülünç 
						denilecek kadar dardı. Ara bölgede ölenler, taraflardan 
						biri ilerleyene kadar orada yatmak zorundaydı. Aylarca, 
						düştükleri yerde kalmaları demekti bu… 
						
						Ve bütün bunlarla birlikte kavurucu bir yaz sıcağı 
						geldi. Su son derece kıttı. Askerler, gece nemlenen 
						taşları yalayarak yanmış dudaklarını serinletmeye 
						çabalıyorlardı. Kızgın güneş, kayalık, kıraç tepeleri 
						yakıyor, sıcaktan kıpkırmızı kesilmiş toz yığınlarına 
						dönüştürüyordu. Ölü bedenler hatlar arasında çürüyor, 
						kocaman mavi sinekler gökyüzünü dolduruyordu. 
						Yüzbinlerce sinek, ağır ve sakınımlı davranışlarla bu 
						yiyeceğe sokulmuştu.  
						
						Ve sineklerin ardından dizanteriyle birlikte milyonlarca 
						bit geldi. Her iki tarafın da dayanma gücü, neredeyse 
						tükenme noktasındaydı… 
						
						Havada korkunç bir koku vardı. 
						
						Er Harry Baker, kendisinden önce oraya gitmiş birine 
						sordu, 
						
						“Bu berbat koku da ne?” 
						
						“Siperimizin önünde yatan ölüler…” dedi, 
						
						“Bizim önümüzde Hant ve Worcester’den 700, sağda da 
						Anson taburundan 800 kişi yatıyor.” 
						
						Orası sadece iki mil ötedeydi ve koku bulundukları yere 
						kadar geliyordu. 
						
						“Eğer ölü bir fare koklamışsan, işte onun yüzlerce ve 
						yüzlerce katı berbat bir koku… Bu ölüm kokusunu içinden 
						çıkartıp atamazsın. Onu hala hissederim.” diye yazdı 
						defterine… 
						
						“Siper kenarlarında millerce uzunluğunda, çeşitli 
						çürümüşlük derecelerinde cesetler sıralanıyor. 
						Siperlerin arası, üstüste yığılmış cesetlerle dolu…Koku, 
						insanı yere çarpacak kadar güçlü… Hepsinin üzerinde 
						yaşayan ve onları yiyen canlılar var…” 
						
						Askerler bir süre sonra bu koşullara alışmışlardı; 
						
						“Siperin büyük bir bölümü, üç beş parmak toprakla örtülü 
						cesetlerden yapılmıştı. Toprağın altında bir yerlerden 
						bir el uzanıyordu. Kurumuş olduğuna bakılırsa, iki üç 
						hafta önce ölmüştü.” 
						
						Bir Yeni Zelandalı,  
						
						‘Onu bir süreden beri tanırım, çok sıskaydı herhalde,’ 
						dedi. 
						
						“İlk gördüğümüzde el bize hiç de komik gelmemişti. Ama 
						sonraları öylesine kanıksadık ki, oradan geçen herkes o 
						eli tutup sıkardı…” 
						
						Ve ölüler sonunda taburların eğlencesi oldu; 
						
						“Bir haberleşme siperinin tepesinde, topraktan yarı 
						yarıya çıkmış bir ceset kafası gördüm. Güneş, 
						kafatasının üzerindeki bütün saçları yakıp dökmüş, 
						geriye kalan parlak düz yere birisi çıkmaz mürekkeple 
						R.I.P… Huzur İçinde Yatsın, diye yazmıştı.” 
						
						Öyle ya, ağlamak da bir zevk değil mi..? 
						
						Resmi olmayan ateşkesler, komutanlıkların istediğinden 
						çok daha sık yapılıyordu. Bu bir ihanet değil, çatışma 
						amaçsız olarak kayıpların sayısını şişirdiğinde, 
						düşmanınla aynı anda varolmanın bir yoluydu… 
						
						Bu topraklardaki savaşlar bir meydan harbi değildi. Bir 
						harekat harbi de değildi. Bu savaşlar, birer avuç 
						denilebilecek dar topraklar üzerinde binlerce, on 
						binlerce, yüz binlerce insanın kucak kucağa, boğaz 
						boğaza boğuşması, gırtlaklaşmasıydı… 
						
						Mustafa Kemal sonradan Conkbayırı ve Anafartalar 
						çarpışmalarını tarihin en çetin savaşları olarak 
						niteledi. Yıllar sonra Çanakkale’deki savaş alanlarını 
						gezerken söylediklerinde de hiç yapmacık yoktu. 
						Yanındakilerden biri, buraya neden büyük bir anıt 
						dikilmediğini sormuştu. 
						
						“En büyük anıt Mehmetçiğin kendisidir,”  diye yanıtladı, 
						
						“Bu yerlerin Türkiye sınırları içinde kalması onun 
						sayesindedir…” 
						
						Savaş alanında dolaşabilmek için bugün bile insanın bir 
						kılavuza ihtiyacı vardır. Seddülbahir’deki yıkılmış 
						kaleyi, yarımay şeklindeki küçük koyu, kömür gemisi 
						“River Clyde”dan fırlayıp ta ilk kurtulanların sığınarak 
						bütün gün kalmış oldukları tümseği ilk bakışta 
						tanırsınız. Alçıtepe’ye doğru uzanan uzun vadilerde 
						savaşın bütün izleri silinmiştir. Arasıra sapanını 
						derine daldıran bir çiftçi, paslı bir mermi, bir 
						şarapnel parçasına rastlar. Sapanın altında bir el 
						bombasının patlayıp patlamayacağı da bilinemez… 
						
						Ekim yapılamayacak kadar engebeli olan Anzak cephesinde 
						ise izler daha çoktur. Buralarda, yıllar geçtikçe dolmuş 
						olan siperler hala seçilebilir haldedir. Eski lağımların 
						kapkara girişleri, insan etine doymamış mahşerin dört 
						atlısının yeniden çıkmak üzere gizlendikleri bilinmez 
						karanlıkların kapısıdır sanki… İnsan burada topuğunu 
						yere vursa, ezilmiş bir maden parçası, bir karavana 
						tabağı, kabaralı bir postal kalıntısı, hatta üzerinde 
						hala imal edenin adı yazılı bir içki şişesi çıkabilir 
						ortaya… Geçmişteki savaştan sahneler gözlerinizin önünde 
						kolayca canlanıverir; Sahilden kıvrıla kıvrıla gelen 
						katır dizileri…  
						
						Yarlar üzerinde açılmış korunaklardan oluşmuş bir şehir…
						 
						
						Denize giren askerler…  
						
						Sıcak ve sinekler…  
						
						Vadide gümbürdeyen korkunç bombardımanlar…  
						
						Ama yine de “Quinn’s Post” ya da “Kanlısırt” gibi 
						yerlerde insanların dokuz ay süreyle yaşamış ve 
						çarpışmış olduklarına inanamazsınız.!  
						
						Şöyle bir sıçrasanız, Türk siperlerinden Anzak 
						siperlerine geçebilirsiniz… Bu durum, düşmanı sadece 
						uzaktaki bir takım makinelerin içine saklanmış olarak 
						gören bir kuşak için inanılmayacak kadar yakın, 
						inanılmayacak kadar vahşi, inanılmayacak kadar içli 
						dışlı sayılır. 
						
						Gelibolu mezarlıkları, Avrupa’daki savaş alanlarında 
						bulunan mezarlıklara pek benzemez. İttifak Devletleri 
						savaş biter bitmez, Türkiye’ye bir mezar komitesi 
						gönderdi. Ölülerin olabildiğince vurulup düştükleri 
						yerlere gömülmesi kararlaştırıldı. Sonunda, pek çok 
						mezarlık yapıldı. Bunların bazılarında yüz mezar vardı, 
						bazılarında ise binlerce… Mezarlıklar, çarpışmaların 
						geçtiği bütün tepelere kadar çıkıyordu. Herbir mezarlık, 
						bir sıra çam ağacıyla çevrildi. Haçlarla değil de 
						toprağın üzerine yatırılmış mermer levhalarla 
						işaretlendi. Sık selviler, ardıçlar ve kocayemişler, 
						yabani güller, erguvanlar gibi çiçek açan ağaçlarla 
						süslendi… 
						
						Kışın buralarda her yeri ot ve yosun kaplar. Yazın, çam 
						ağaçlarının iğne yapraklarından kalın bir örtü, ayak 
						seslerini yutar, toprağa gömer. Ağaçlarda inleyen 
						rüzgarın uğultusundan, yarımadanın bu bölgesini 
						kendilerine güvenli bir barınak edinmiş göçebe kuşların 
						ötüşlerinden başkaca bir ses duyulmaz. Burayı ziyaret 
						eden bir kimsede uyanan izlenim, bir ‘facia’, bir ‘ölüm’ 
						değil, derin bir sessizlik ve sonsuzluk duygusudur… 
						
						Bu mezarlıkların en yüksekte olanı Conkbayırı’nda, Yeni 
						Zelandalıların erişmiş oldukları tepededir. Binbaşı 
						Allanson ve arkadaşları, can vermeden önce kısa bir an 
						için bile olsa, oradan Maydos ya da Eceabat’a ve 
						boğazlara şöyle bir bakabilmişlerdi. Gelibolu savaşları 
						belki de bu noktada,  her taraftan çok daha başka bir 
						açıklıkla belli olur. Çünkü buradan, göz alabildiğine 
						doğudan batıya bakılırsa, Suvla körfezi ve Tuzla gölü, 
						Anzak Sahili’ndeki karmakarışık tepeler, dereler ve 
						nihayet Seddülbahir burnunda 29. Tümen’in karaya ilk kez 
						çıktığı yerde dikili yüksek taş sütun görülür. Bu 
						manzaralar hemen ön plandadırlar. Tıpkı Truva 
						savaşlarındaki sahneler gibi, sonsuzluğa kadar gözler 
						önünde serili kalacaklardır. 
						
						Savaşın hemen ardından, neredeyse kırk yıl boyunca, 
						mezarlıklara, ihtiyar bir Avustralyalı binbaşı olan 
						Millington, büyük bir özenle baktı. Garip bir durumu 
						vardı bu adamcağızın… Evi Çanakkale’deydi. Askeri bir 
						bölge olduğu için de yanında kimse olmadan bir yönde bin 
						adımdan fazla ilerleyemezdi. Bununla birlikte genç Türk 
						subayları her ay yarımadaya giderken, her yıl da 
						bahçıvanları ve mezar bekçilerini denetlerken, kendisine 
						memnuniyetle refakat ettiler. Türkler, ölülerle olan bu 
						uğraşıyı biraz garipsiyorlardı. Gelibolu’da ölen kendi 
						askerlerini genel bir mezara gömmüşlerdi. Daha son 
						zamana kadar, Gelibolu Savaşı için tek anıtları, bir 
						tepenin üzerine beyaz taşlarla yazılı bir tarihten 
						ibaretti: 
						
						“18 Mart 1915”… 
						
						Oradan geçen bütün gemilere, o tarihte İttifak 
						Devletleri donanmasının yenilgiye uğratıldığını 
						hatırlatan bir yazı…  
						
						Türk bahçıvanları her zaman iyi çalışırlar: Fransız ve 
						İngiliz mezarlıklarının duvarlarının yıkılmasına asla 
						izin vermezler.  
						
						Hiçbir yerde yabani otlar bitmez… 
						
						Şimdi, bindokuzyüzdoksanlarda, mezarlıkların bahçeleri 
						eskisinden de güzeldir.  
						
						Yıldan yıla turistik bir grup gelir gider, törenler 
						yapılır…  
						
						Bazen aylarca önemli bir şey olmaz.  
						
						Güneşte, mezar taşlarının üzerinde kertenkeleler 
						koşuşur.  
						
						Zaman, sonsuz bir rüya içinde akar, gider… 
							
 
								
								
								
								
								
								İlk Hedef, mart 2002, yıl:1 sayı:6, s.20-23 |