18.12.2007, Marl-Almanya, Sultan Su Esen'le

 
   
 

GELİBOLU GÜNLÜĞÜ[1]

“Ölünce nereye mi gideceksin ?

Doğmayanların yanına…”

Savaş Gelibolu’ya bir daha dönmedi…

Türk askerlerinin çoğu, harekattan kısa bir süre sonra başka cephelere gönderildi…

Savaş alanındaki bütün döküntüler de birkaç ay içinde kaldırıldı. Ancak Seddülbahir’deki ganimet çok büyüktü; Taşınması tam iki yıl sürdü. Gemiler dolusu konserve, un, kereste… Hepsi İstanbul’a götürüldü…

Kış ayları boyunca kıyıları döven fırtınalar, rıhtım ve iskele kalıntılarını darmadağın etti…

Tepelerdeki siperler kendi kendilerine bozuldu, daha yıl dolmadan da devedikenleri, kekik, mersin ağaçları ve çalılardan oluşan bir örtü, darmadağınık araziyi hızla kapladı.

Oysa çok değil, daha dokuz  on ay önce, tüfeklerin bir tahta parçasının kırılmasını andıran çatırtısı, mitralyözlerin tekdüze takırtısı beyinleri uyuşturuyor, top mermilerinin inleyerek gelen ıslığı bir sırığa hızla dolanan kırbaç gibi bedenleri sarıyor, patlayan her mermi öç dolu bir öfkeyle uğulduyor, gökten  kızgın demir parçaları yağıyordu…

Bu gürültü, bu kargaşada insan sesleri de vardı…

Öfkeli insan sesleri…

Ağızlar köpüklü, dişler gıcırtılı, avaz avaz insan sesleri…

Korku, kiminin topuklarına kanat takmış, kiminin ayaklarını yere çivilemişti.

Durdukları yerde tepinen savaş gemilerinin yapacağı fazla bir şey kalmamıştı. Çünkü, ‘onların’ ve ‘bizim hatlarımız’ diye bir ayrım yoktu artık…

Bir yanda Türkler, öteki tarafta Büyük Britanya adasından gelenlerle Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar, yani Anzak’larla Hindistan’ın Gurkhaları aynı siperde, aynı çukurda, aynı tek karış toprak üstünde kucak kucağa, boğaz boğazaydılar…

Çeşitli diller, çeşitli mizaçlar, Tanrı’ya çeşitli dillerle yakarışların yanında çeşitli küfürler hep birbirine karışıyordu…

Türkler birbiri ardınca, “Allah! Allah!” haykırışlarıyla yiğitçe saldırıyor… savaşıyor… şehit düşüyor, karşı tarafın erleri, subayları, generalleri de ırklarına has sebat ve metanetle dövüşüyor ve oldukları yerde can veriyorlardı…

Anzaklar, o ana kadar ele geçirdiklerini tutmakta kararlıydılar. Türkler ise, düşmanı durdurmakta en az onlar kadar kararlıydılar.

İnsanoğlu artık, vuruşlarıyla yeryüzünü titreten bir devdi sanki… 

Deprem tanrısı olmuştu…

Ve fırtına tanrısı…

Dağları yerinden oynatıyor, yıldırımlarla oynuyordu. 

Askerler, tanrısal bir korkuyu soluyarak siper hendeğinde yüzükoyun yere yapışmış, ateşte yanıyor, dualar mırıldanıyor, yalvarıyor, küfrediyorlardı…

Damaklarında tatlımsı ılık bir kan tadı vardı…

Cepheyi oluşturan alan çok küçüktü ve sefer boyunca sürekli el değiştirmişti. Cesetler geri taşınamıyordu çünkü cephe gerisi diye bir şey kalmamıştı. Ceset toplamak için bir araya gelmek, yeni kayıplar ve gömecek daha fazla ceset demekti. Göğüs göğüse çarpışmalar, ölülerin oldukları yere gömülmeleri anlamına geliyordu. Oysa siperler arasındaki bölge, çoğunlukla gülünç denilecek kadar dardı. Ara bölgede ölenler, taraflardan biri ilerleyene kadar orada yatmak zorundaydı. Aylarca, düştükleri yerde kalmaları demekti bu…

Ve bütün bunlarla birlikte kavurucu bir yaz sıcağı geldi. Su son derece kıttı. Askerler, gece nemlenen taşları yalayarak yanmış dudaklarını serinletmeye çabalıyorlardı. Kızgın güneş, kayalık, kıraç tepeleri yakıyor, sıcaktan kıpkırmızı kesilmiş toz yığınlarına dönüştürüyordu. Ölü bedenler hatlar arasında çürüyor, kocaman mavi sinekler gökyüzünü dolduruyordu. Yüzbinlerce sinek, ağır ve sakınımlı davranışlarla bu yiyeceğe sokulmuştu.

Ve sineklerin ardından dizanteriyle birlikte milyonlarca bit geldi. Her iki tarafın da dayanma gücü, neredeyse tükenme noktasındaydı…

Havada korkunç bir koku vardı.

Er Harry Baker, kendisinden önce oraya gitmiş birine sordu,

“Bu berbat koku da ne?”

“Siperimizin önünde yatan ölüler…” dedi,

“Bizim önümüzde Hant ve Worcester’den 700, sağda da Anson taburundan 800 kişi yatıyor.”

Orası sadece iki mil ötedeydi ve koku bulundukları yere kadar geliyordu.

“Eğer ölü bir fare koklamışsan, işte onun yüzlerce ve yüzlerce katı berbat bir koku… Bu ölüm kokusunu içinden çıkartıp atamazsın. Onu hala hissederim.” diye yazdı defterine…

“Siper kenarlarında millerce uzunluğunda, çeşitli çürümüşlük derecelerinde cesetler sıralanıyor. Siperlerin arası, üstüste yığılmış cesetlerle dolu…Koku, insanı yere çarpacak kadar güçlü… Hepsinin üzerinde yaşayan ve onları yiyen canlılar var…”

Askerler bir süre sonra bu koşullara alışmışlardı;

“Siperin büyük bir bölümü, üç beş parmak toprakla örtülü cesetlerden yapılmıştı. Toprağın altında bir yerlerden bir el uzanıyordu. Kurumuş olduğuna bakılırsa, iki üç hafta önce ölmüştü.”

Bir Yeni Zelandalı,

‘Onu bir süreden beri tanırım, çok sıskaydı herhalde,’ dedi.

“İlk gördüğümüzde el bize hiç de komik gelmemişti. Ama sonraları öylesine kanıksadık ki, oradan geçen herkes o eli tutup sıkardı…”

Ve ölüler sonunda taburların eğlencesi oldu;

“Bir haberleşme siperinin tepesinde, topraktan yarı yarıya çıkmış bir ceset kafası gördüm. Güneş, kafatasının üzerindeki bütün saçları yakıp dökmüş, geriye kalan parlak düz yere birisi çıkmaz mürekkeple R.I.P… Huzur İçinde Yatsın, diye yazmıştı.”

Öyle ya, ağlamak da bir zevk değil mi..?

Resmi olmayan ateşkesler, komutanlıkların istediğinden çok daha sık yapılıyordu. Bu bir ihanet değil, çatışma amaçsız olarak kayıpların sayısını şişirdiğinde, düşmanınla aynı anda varolmanın bir yoluydu…

Bu topraklardaki savaşlar bir meydan harbi değildi. Bir harekat harbi de değildi. Bu savaşlar, birer avuç denilebilecek dar topraklar üzerinde binlerce, on binlerce, yüz binlerce insanın kucak kucağa, boğaz boğaza boğuşması, gırtlaklaşmasıydı…

Mustafa Kemal sonradan Conkbayırı ve Anafartalar çarpışmalarını tarihin en çetin savaşları olarak niteledi. Yıllar sonra Çanakkale’deki savaş alanlarını gezerken söylediklerinde de hiç yapmacık yoktu. Yanındakilerden biri, buraya neden büyük bir anıt dikilmediğini sormuştu.

“En büyük anıt Mehmetçiğin kendisidir,”  diye yanıtladı,

“Bu yerlerin Türkiye sınırları içinde kalması onun sayesindedir…”

Savaş alanında dolaşabilmek için bugün bile insanın bir kılavuza ihtiyacı vardır. Seddülbahir’deki yıkılmış kaleyi, yarımay şeklindeki küçük koyu, kömür gemisi “River Clyde”dan fırlayıp ta ilk kurtulanların sığınarak bütün gün kalmış oldukları tümseği ilk bakışta tanırsınız. Alçıtepe’ye doğru uzanan uzun vadilerde savaşın bütün izleri silinmiştir. Arasıra sapanını derine daldıran bir çiftçi, paslı bir mermi, bir şarapnel parçasına rastlar. Sapanın altında bir el bombasının patlayıp patlamayacağı da bilinemez…

Ekim yapılamayacak kadar engebeli olan Anzak cephesinde ise izler daha çoktur. Buralarda, yıllar geçtikçe dolmuş olan siperler hala seçilebilir haldedir. Eski lağımların kapkara girişleri, insan etine doymamış mahşerin dört atlısının yeniden çıkmak üzere gizlendikleri bilinmez karanlıkların kapısıdır sanki… İnsan burada topuğunu yere vursa, ezilmiş bir maden parçası, bir karavana tabağı, kabaralı bir postal kalıntısı, hatta üzerinde hala imal edenin adı yazılı bir içki şişesi çıkabilir ortaya… Geçmişteki savaştan sahneler gözlerinizin önünde kolayca canlanıverir; Sahilden kıvrıla kıvrıla gelen katır dizileri…

Yarlar üzerinde açılmış korunaklardan oluşmuş bir şehir…

Denize giren askerler…

Sıcak ve sinekler…

Vadide gümbürdeyen korkunç bombardımanlar…

Ama yine de “Quinn’s Post” ya da “Kanlısırt” gibi yerlerde insanların dokuz ay süreyle yaşamış ve çarpışmış olduklarına inanamazsınız.!

Şöyle bir sıçrasanız, Türk siperlerinden Anzak siperlerine geçebilirsiniz… Bu durum, düşmanı sadece uzaktaki bir takım makinelerin içine saklanmış olarak gören bir kuşak için inanılmayacak kadar yakın, inanılmayacak kadar vahşi, inanılmayacak kadar içli dışlı sayılır.

Gelibolu mezarlıkları, Avrupa’daki savaş alanlarında bulunan mezarlıklara pek benzemez. İttifak Devletleri savaş biter bitmez, Türkiye’ye bir mezar komitesi gönderdi. Ölülerin olabildiğince vurulup düştükleri yerlere gömülmesi kararlaştırıldı. Sonunda, pek çok mezarlık yapıldı. Bunların bazılarında yüz mezar vardı, bazılarında ise binlerce… Mezarlıklar, çarpışmaların geçtiği bütün tepelere kadar çıkıyordu. Herbir mezarlık, bir sıra çam ağacıyla çevrildi. Haçlarla değil de toprağın üzerine yatırılmış mermer levhalarla işaretlendi. Sık selviler, ardıçlar ve kocayemişler, yabani güller, erguvanlar gibi çiçek açan ağaçlarla süslendi…

Kışın buralarda her yeri ot ve yosun kaplar. Yazın, çam ağaçlarının iğne yapraklarından kalın bir örtü, ayak seslerini yutar, toprağa gömer. Ağaçlarda inleyen rüzgarın uğultusundan, yarımadanın bu bölgesini kendilerine güvenli bir barınak edinmiş göçebe kuşların ötüşlerinden başkaca bir ses duyulmaz. Burayı ziyaret eden bir kimsede uyanan izlenim, bir ‘facia’, bir ‘ölüm’ değil, derin bir sessizlik ve sonsuzluk duygusudur…

Bu mezarlıkların en yüksekte olanı Conkbayırı’nda, Yeni Zelandalıların erişmiş oldukları tepededir. Binbaşı Allanson ve arkadaşları, can vermeden önce kısa bir an için bile olsa, oradan Maydos ya da Eceabat’a ve boğazlara şöyle bir bakabilmişlerdi. Gelibolu savaşları belki de bu noktada,  her taraftan çok daha başka bir açıklıkla belli olur. Çünkü buradan, göz alabildiğine doğudan batıya bakılırsa, Suvla körfezi ve Tuzla gölü, Anzak Sahili’ndeki karmakarışık tepeler, dereler ve nihayet Seddülbahir burnunda 29. Tümen’in karaya ilk kez çıktığı yerde dikili yüksek taş sütun görülür. Bu manzaralar hemen ön plandadırlar. Tıpkı Truva savaşlarındaki sahneler gibi, sonsuzluğa kadar gözler önünde serili kalacaklardır.

Savaşın hemen ardından, neredeyse kırk yıl boyunca, mezarlıklara, ihtiyar bir Avustralyalı binbaşı olan Millington, büyük bir özenle baktı. Garip bir durumu vardı bu adamcağızın… Evi Çanakkale’deydi. Askeri bir bölge olduğu için de yanında kimse olmadan bir yönde bin adımdan fazla ilerleyemezdi. Bununla birlikte genç Türk subayları her ay yarımadaya giderken, her yıl da bahçıvanları ve mezar bekçilerini denetlerken, kendisine memnuniyetle refakat ettiler. Türkler, ölülerle olan bu uğraşıyı biraz garipsiyorlardı. Gelibolu’da ölen kendi askerlerini genel bir mezara gömmüşlerdi. Daha son zamana kadar, Gelibolu Savaşı için tek anıtları, bir tepenin üzerine beyaz taşlarla yazılı bir tarihten ibaretti:

“18 Mart 1915”…

Oradan geçen bütün gemilere, o tarihte İttifak Devletleri donanmasının yenilgiye uğratıldığını hatırlatan bir yazı…

Türk bahçıvanları her zaman iyi çalışırlar: Fransız ve İngiliz mezarlıklarının duvarlarının yıkılmasına asla izin vermezler.

Hiçbir yerde yabani otlar bitmez…

Şimdi, bindokuzyüzdoksanlarda, mezarlıkların bahçeleri eskisinden de güzeldir.

Yıldan yıla turistik bir grup gelir gider, törenler yapılır…

Bazen aylarca önemli bir şey olmaz.

Güneşte, mezar taşlarının üzerinde kertenkeleler koşuşur.

Zaman, sonsuz bir rüya içinde akar, gider…


 

[1] İlk Hedef, mart 2002, yıl:1 sayı:6, s.20-23