|
DİL SEVGİSİ, DİL BİLİNCİ
“(…) Ayıklarım taşlarını yoz otlarını / Özenle dibinden
kıyılarından / Güller çiçeklerle donanır yolları /
Koklarım etime kanıma yayılır sevinci / Türkçem bir
nehirdir akar / Aydınlık ufuklardan gürleyip gelen /
Alabildiğine açıktır önü / Sonsuzluğun ulu denizine”
(M.Aydın, Dil, Eğitim ve Şiir Durakları, Ürün Yayınları,
Ankara 2007, s.7) diyor dil bilimci, şair-yazar,
usta edebiyatçı Mehmet Aydın…
Bilinir ki, tarihsel anlamda devrim kavramı toplumsal
kurumları, yaşayış biçimlerini, dünya görüşü ve kültür
yapıtını bütün olarak kapsar. Onun temel çıkış noktası
ve ana ereği de içinde ilerleme, gelişme, yenileşme ve
çağdaşlaşma özlemlerini yaratan toplumsal değişmeyi
gerçekleştirmektir. İşte Atatürk’ün getirdiği dil
devrimini de bu amaçla değerlendirmek gerekir.
Önce söz ve dil varlığımız saptanma yoluna gidilmiş,
ardından belli aralıklarla bilimsel kurultayların
toplanmalarına yer verilip, başka ulusların bu konudaki
deneyimleri de dikkate alınarak, dilimizin bağımsızlığı,
zenginliği ve kültür dili durumuna getirilmesi olanağı
sağlanmaya çalışılmıştır.
Dilde uluslaşma; yabancı, eski ve ölü sözcükler yerine
Türkçelerini yeğlemekte olur. Bu da gelişmelerin
yarattığı yeni kavramlara, dilimizin kendi söz
değerlerinden yeni karşılıklar bulmakla olanaklıdır.
Sık sık yinelenen, “Dil toplumsal değil, doğal ve
yaşayan dil durumundadır; dilin gidişine karışılmaz.”
Savına karşı, “Dil bireyden ve toplumdan asla
soyutlanamaz. Durmadan “yaşayan dil” savını ileri
sürenler, şunu iyi bilmelidirler ki, dil toplum
yaşamından uzak olarak kendi başına hiçbir zaman var
olamaz. Dilin kendiliğinden, yaşayan bir kurum olduğu
inancı ise bilimsel düşünceye büsbütün terstir.”
Deniyor. Ayrıca şurası da bir gerçektir ki, salt var
olanı ve geleneği savunmak, usa dayalı aydınlanmaya da
ters düşer.
Dildeki yenilikler, toplumsal gereksinimler sonucu
oluşan, dilin iç yapısının birer ürünüdür. Bugün
değişmez denilen deyimler ve kalıp sözler bile değişme
yolundadır. Kısır döngü “fasit daire”, kamuoyu “efkar-ı
umumiye” gibi…
Dille salt dil bilginleri uğraşmalıdır yargısı da
temelden yanlıştır. Dil bireysel katkılarla da, kurumsal
çalışmalarla da oluşur. Sözcük üretimi, yalnızca bilim
adamına özgü bir etkinlik değil, sanatçıya da vergi bir
olgudur. Dahası dile dernekler, eğitim-öğretim, bilim
kurumları, yönetim-yargı-meslek organları, yazarlar,
sanatçılar ve gönüllü kuruluşlar da hizmet edebilirler.
Ayrıca, onların bu alandaki katkıları bir anlamda,
ulusal görevleridir. Özleştirme olayı, bir istenç işi
olmayıp yaşamın ve çağdaş gereksinimlerin getirdiği bir
devinimdir.
Dil devriminin siyasal bir amacı olduğu savı da
tutarsızdır. Çünkü sınıfsal açıdan ele alındığında, şu
gerçeklerle dil yenileşmesinin yanlış bir yolda
temellendiği kanısı vardır. Dil devrim işi değil, evrim
işidir. Düzen değişmekle dil değişmez. O bir üst yapı
kurumu olmayıp bütün halkın malıdır. Dil toplumsal bir
olgudur.
Dilimiz çok köklü ve ortak bir önlem alınmadığından,
Türk dili her gün biraz daha kirleniyor. Tabelaların
Türkçe olması zorunluluğu 1930’lu yıllarda bir yasayla
belediyelere tanınmışken, ne hikmetse bu yasa 1985’te
yürürlükten tümüyle kaldırıldı. Bunun sonucu olarak da
kentlerimizdeki işyerlerinin adları, yaygın bir biçimde
yabancı dil sözcüklerinin saldırısına uğradı. Çok acıdır
ki bugün cadde ve sokaklarımız, yabancı ülke
sahnelerinden çarpık görünümler taşıyor.
Her şeye karşın, Türk dilinin tarih önünde ve çağdaş
yörüngede kıvanç verici büyük bir yol almış bulunduğunu
artık hiç kimse yadsıyamaz.
Dağlarca ne demişti… “Unutmuşum ana demesini bile, /
öykünmüşüm türküsünü ellerin / Ağzıma bir kara düşmüş
bağışla beni, / Türkçem, benim ses bayrağım.”
Dil sevgisi ve bilinci, her yurttaşa düşen mutlu bir
görevdir.
|