07.10.2008, Sealight Oteli- Kuşadası, Mehmet Güler, Vecihi Timuroğlu'yla

 
   
 

DİL SEVGİSİ, DİL BİLİNCİ

 

“(…) Ayıklarım taşlarını yoz otlarını / Özenle dibinden kıyılarından / Güller çiçeklerle donanır yolları / Koklarım etime kanıma yayılır sevinci / Türkçem bir nehirdir akar / Aydınlık ufuklardan gürleyip gelen / Alabildiğine açıktır önü / Sonsuzluğun ulu denizine” (M.Aydın, Dil, Eğitim ve Şiir Durakları, Ürün Yayınları, Ankara 2007, s.7) diyor dil bilimci, şair-yazar, usta edebiyatçı Mehmet Aydın…

 

Bilinir ki, tarihsel anlamda devrim kavramı toplumsal kurumları, yaşayış biçimlerini, dünya görüşü ve kültür yapıtını bütün olarak kapsar. Onun temel çıkış noktası ve ana ereği de içinde ilerleme, gelişme, yenileşme ve çağdaşlaşma özlemlerini yaratan toplumsal değişmeyi gerçekleştirmektir. İşte Atatürk’ün getirdiği dil devrimini de bu amaçla değerlendirmek gerekir.

Önce söz ve dil varlığımız saptanma yoluna gidilmiş, ardından belli aralıklarla bilimsel kurultayların toplanmalarına yer verilip, başka ulusların bu konudaki deneyimleri de dikkate alınarak, dilimizin bağımsızlığı, zenginliği ve kültür dili durumuna getirilmesi olanağı sağlanmaya çalışılmıştır.

Dilde uluslaşma; yabancı, eski ve ölü sözcükler yerine Türkçelerini yeğlemekte olur. Bu da gelişmelerin yarattığı yeni kavramlara, dilimizin kendi söz değerlerinden yeni karşılıklar bulmakla olanaklıdır.

Sık sık yinelenen, “Dil toplumsal değil, doğal ve yaşayan dil durumundadır; dilin gidişine karışılmaz.” Savına karşı, “Dil bireyden ve toplumdan asla soyutlanamaz. Durmadan “yaşayan dil” savını ileri sürenler, şunu iyi bilmelidirler ki, dil toplum yaşamından uzak olarak kendi başına hiçbir zaman var olamaz. Dilin kendiliğinden, yaşayan bir kurum olduğu inancı ise bilimsel düşünceye büsbütün terstir.” Deniyor. Ayrıca şurası da bir gerçektir ki, salt var olanı ve geleneği savunmak, usa dayalı aydınlanmaya da ters düşer.

Dildeki yenilikler, toplumsal gereksinimler sonucu oluşan, dilin iç yapısının birer ürünüdür. Bugün değişmez denilen deyimler ve kalıp sözler bile değişme yolundadır. Kısır döngü “fasit daire”, kamuoyu “efkar-ı umumiye” gibi…

Dille salt dil bilginleri uğraşmalıdır yargısı da temelden yanlıştır. Dil bireysel katkılarla da, kurumsal çalışmalarla da oluşur. Sözcük üretimi, yalnızca bilim adamına özgü bir etkinlik değil, sanatçıya da vergi bir olgudur. Dahası dile dernekler, eğitim-öğretim, bilim kurumları, yönetim-yargı-meslek organları, yazarlar, sanatçılar ve gönüllü kuruluşlar da hizmet edebilirler. Ayrıca, onların bu alandaki katkıları bir anlamda, ulusal görevleridir. Özleştirme olayı, bir istenç işi olmayıp yaşamın ve çağdaş gereksinimlerin getirdiği bir devinimdir.

Dil devriminin siyasal bir amacı olduğu savı da tutarsızdır. Çünkü sınıfsal açıdan ele alındığında, şu gerçeklerle dil yenileşmesinin yanlış bir yolda temellendiği kanısı vardır. Dil devrim işi değil, evrim işidir. Düzen değişmekle dil değişmez. O bir üst yapı kurumu olmayıp bütün halkın malıdır. Dil toplumsal bir olgudur.

Dilimiz çok köklü ve ortak bir önlem alınmadığından, Türk dili her gün biraz daha kirleniyor. Tabelaların Türkçe olması zorunluluğu 1930’lu yıllarda bir yasayla belediyelere tanınmışken, ne hikmetse bu yasa 1985’te yürürlükten tümüyle kaldırıldı. Bunun sonucu olarak da kentlerimizdeki işyerlerinin adları, yaygın bir biçimde yabancı dil sözcüklerinin saldırısına uğradı. Çok acıdır ki bugün cadde ve sokaklarımız, yabancı ülke sahnelerinden çarpık görünümler taşıyor.

Her şeye karşın, Türk dilinin tarih önünde ve çağdaş yörüngede kıvanç verici büyük bir yol almış bulunduğunu artık hiç kimse yadsıyamaz.

Dağlarca ne demişti… “Unutmuşum ana demesini bile, / öykünmüşüm türküsünü ellerin / Ağzıma bir kara düşmüş bağışla beni, / Türkçem, benim ses bayrağım.”

Dil sevgisi ve bilinci, her yurttaşa düşen mutlu bir görevdir.