KIRKTARAK
Tiyatro’nun büfesinde işçiydi, leblebi-gazoz satardı…
Meraklıydı. Provaları, oyunları baştan sona kesintisiz
izlerdi. Becerikliydi de… Genelde toplumsal içerikli
oyunlar sahneleyen tiyatroya bir gece polisler gelip
başrol oyuncusu Cavit Naci’yi yaka paça götürdüklerinde,
kendisini sahnede bulmuştu. Tesadüflere inanmasa da
tiyatro oyuncusu olmuştu.
Dindardı. Kendine güvenliydi. Ağzından düşürmediği
sözcüklerle anılırdı. Gücüne inandığından olsa önce “Evelallah”,
işe başlarken “Bismillah”, iş sonuçlanmadan “İnşallah”,
işten vazgeçtiğinde “Eyvallah”, sonuna kadar gitmek
istediğinde “Ya Allah”, canını sıktıklarında “Fesüpanallah”,
işe coşku ve heyecanla sarıldığında “Alllah, Allah…”,
işi başarıyla tamamladığında “Maşallah”, başaramadığında
ise “Hay Allah” derdi.
Ne fırtınalı, ne maceralı bir 64 yıl yaşamıştı. Artık,
“Ah!.. mavi saçlarım…” dediği günler geride kalmıştı.
Kızların peşinde koştuğu yıllardaki lüle lüle saçları
yerini susuz kalmış mısır tarlasına bırakmıştı. Seyyar
satıcılık, büfe işçiliği, tiyatro sanatçısı, tiyatro
eleştirmenliği derken yıllar başındaki kılları almıştı.
Kellik aşağılık duygusuna yol açmıştı. Başında şapka
olmadan dışarı adım atmazdı. Kadınlarla kısa süren
birlikteliği de yalnızca seks üzerine olur, yatağa
girerken en son şapkasını çıkarırdı. Kellik belaydı
başında. Neler yapmadı tekrar saç bitsin tepesinde diye…
Yığınla adama yığınla para ödedi. Ciltler dolusu reçete
tutuşturdular eline. Mesela taze dana pisliği içine
kimyon katıp sıcak sıcak onu kellesine sürecekti.
Umutluydu. “Ulan, bu saçlar artık çıkar,” diyordu.
Olmadı. Sonra bir başka seçenek önerdiler. Keçi boku
sürecekti. O da tutmadı… Çıkmıyordu bir türlü saçları.
Ama daha umudunu tam yitirmemişti. Bu defa ineğe
yalatılacaktı kelini. İnek bulundu. İşlem tamamlandı.
Törpü gibi dili olan inek, kelindeki son kılları da alıp
götürdü. Bir aklı başında çıkıp da Selami Bey, “Yani bu
iş öyle yalatmakla olsaydı, bütün memleketin şimdi kıllı
dolaşması gerekirdi”, demedi.
Küçük siyah gözlere gölge olan kalın kaş kılları da
sanki cascavlak kalan tepe noktasına uyum sağlarcasına
seyrelmiş, tel tel olmuştu. Etkili bakışları,
sırıttığında sağ yanağında beliren gamze de yok olmuştu.
O ünlü kahkahasından da eser yoktu. Dişleri
döküldüğünden ağzını açmak istemiyordu. Geçmişte ev’e
yalnızca yatmak için gelen adam şimdi tv programları
dışında ev’den dışarı adımını atmıyordu.
Son çıktığı program reytingleri alt üst etmişti. Dört
rakiple yarıştığı gece sunucu, “Abayı yakmak” kelimesini
vermiş, yanıtı kolaylaştırıcı çanak sorular yöneltmişti.
Sunucuyla arasındaki diyalog hem stüdyo’daki hem de
ekran başındaki izleyicileri önce heyecanlandırmış sonra
da düşündürmüştü.
— Sen sevgilini ne yaparsın?
— Severim.
— Başka?
— Öperim.
— Başka? Başka?
—
Daha fazlasını söylemem valla…
Aklı fikri hala sekste olduğundan, başkaca bir yanıt da
beklenemezdi zaten.
İkinci tur yarışmanın anahtar sözcüğü “helikopter”
üzerine gelişen diyalog’da ilgiyi tepe noktaya
taşımıştı.
— savaşta yaralıları kurtarır
— doktor
— değil
— sıhhiye
— değil, yukardan gelen bi şey
— ee... Allah?
Bir yarışma programı daha geride kalmıştı. Veda
cümlelerinin öncesi Türkiye’nin geldiği nokta,
Cumhuriyet, uygarlık söz konusu olunca Selami bey:
— Biz Atatürk’ü çok seviyoruz...
— Zorunuz nedir, neden Atatürk’ü seviyorsunuz Selami
Bey?
- Çünkü Atatürk layıglıgı getirmiştir!..
— Layıglık nedir Selami Bey?
— Camiye giden camiye layigtir, kerhaneye giden,
kerhaneye layıgtır...
— Bu mudur?
— Heee budur, deyince, kopmuştu stüdyo’daki konuklar ve
ekran başındakiler.
Tiyatro’dan uzaklaşmasına neden olan kırık Türkçesi,
eleştiri yazılarındaki imla hataları, sanatta
tutunmasını engellemişti. Ama tv. yayınlarında bu
eksikler görülemediğinden ver yansın ediyordu Selami
bey, fütursuzca…
Yine bir gün programın bayan sunucusu, “Vermeden almak
sadece Allah'a mahsustur...” dediğinde Selami bey yanıtı
geciktirmemişti, “Senin ne kadar verici olduğunu ben
biliyorum ama simdi burada söylenmez!..”
Şaşılası adamdı Selami Bey. Fikir sahibi olmadan bilgi
sahibi olanlar sınıfının önde gideniydi. Yine de okur,
aklında kalanları anlatırdı. 7 rakamının uğuruna
inanmakla kalmaz 7’nin erdemini sıralardı. 2007 rakamı
size ne hatırlatıyor diye sorduklarında:
“2007 Mevlana yılıdır,7 rakamından kaynaklanır; hafta 7
gün, soyumuz 7 göbek, dünya’da 7 kapı vardır, Kâbe’nin
etrafı 7 kere tavaf edilir, manevi bilgeliğin rakamı
7’dir, eski Yunan uygarlığında 7 akıllı adam varmış,
dinlenmek haftanın 7.inci gününde, İstanbul 7 tepe
üstünde, Dünya 7 kıta, Pamuk Prenses ve 7 cüceler,
gökyüzü 7 kat, ilkokulun başlangıcı 7 yaşdır, Hürmüz
bile 7 kocalı”, diye eklerdi.
Tiyatro’dan beyaz perdeye atlamıştı sonraları… İlk
filminden sonra, “Seni bir daha oynatmazlar”
dediklerinde 110’cu filmine ulaşmıştı. Hastalanıp da
kamera karşısına geçemediğinde 387 film çevirmişti. Ünlü
olmasına ünlüydü de, yine de beş parasız bir ünlüydü.
Paraları karıyla kızla, kumar masalarında eritmişti.
Jönlük günlerini anımsayıp üzerinden para kazanmayı
düşündüğünde ikinci eşi Sakine’nin doğduğu İsveç’e
gitti. Stockholm’a ayak basmadan şöhreti ulaşmıştı.
Gazeteler, dergiler ondan söz etmişlerdi. Ülkenin
popüler Tv. Programcısı durur mu, ayağının tozuyla
stüdyo’ya aldı Selami’yi. Bir başka konuk daha vardı.
Selami bey’in çevirdiği film sayısını duyunca, meraktan
gözleri büyüyen ünlü İsveçli yönetmen İngmar Bergöman…
İlk soru Selami Bey’e yönetildi:
— Peki… Kaç film çevirdiniz?
— 387.
Sunucu şaşırdı, bir o kadar da gururlandı. Böylesi
önemli bir kişiyi izleyiciyle buluşturmak her
programcının özlemiydi. Heyecanla kameraya döndü:
— Şimdi karşınızda sadece dört film yaptığı halde bütün
dünyanın tanıdığı bir sanatçı ve 387 film yaptığı halde
hiç kimsenin tanımadığı bir başka sanatçıyı tanıtacağız.
Kısa bir duraklamadan sonra İngmar Bergman, Selami bey’e
müstehzi bir şekilde baktı,
— Kardeşim Affedersin, sen bugüne kadar 387 film mi
çevirdin, yoksa 387 tane fotoğraf mı çektirdin?
Kumara tutkunluğu bir başka konuydu. Kazandığı hiç
görülmemişti. Geldiği Stockholm’de son bir ümitle rulet
masasına oturduğunda kıçındaki donu da kaybetti.
Şansızlığını şöyle açıklıyordu, “O gece içimdeki his; o
güne kadar kaybettiğim bütün paraları alacağımı
söylüyordu. Ama parayı koymam gereken doğru numarayı bir
türlü bulamamışım.”
Hayatının her boyutu olaylarla doluydu. Evlilik hayatı
ise bir başka âlemdi. Net beş defa evlendi. Brütü de mi
var? Sorusuna,
— Valla ben evliliklerimin dışında hiç kadınsız kalmadım
ki. En uzun resmi evliliğim on yıl sürdü, en kısa resmi
evlilik de bir gün. Yanıtını verirdi.
Orospulardan hoşlandığını hiç saklamadı. Sakınmadan:
“Arkadaş, ben orospulardan hoşlanıyorum. Benim tutkum
böyle... Yani para almayan karıdan zevk almıyorum. Aptal
gibi geliyor bana… Çünkü para alan karı işini biliyor.
Hakiki orospudan bahsediyorum tabii. Biz Rum karılarına
alıştığımız için… Rum karıları böyleydi yani. Ben ne
yapıp edip yatmadan önce karıya parayı veririm yani…”
Karısına da yatmadan para veriyordu. Acayip zevk
alıyordu. Son karısı durumu çaktı. Bir gece yatağa
girerlerken:
— Yahu, sen bana yarın vereceğin parayı niçin şimdi
yatakta pantolonunu çıkarırken veriyorsun? dedi. Soru
kadar yanıtı da ilginç oldu:
— Of anammmmm!
Ara ara seks dışında da konuşurlardı karısıyla. Bazen de
hiç konuşmazdı Selami Bey. Karısı hayıflanırdı:
—
Uzun zamandan beri bana sıcak bir kelime söylemedin.
Yanıt kısa ve net olurdu:
— Cehennem’de yanasın.
Bir günü diğerine uymaz, günü gününe denk gelmezdi… Kimi
zaman eve elleri bir sürü kasetle dolu olarak girer,
karısının: “Niye bir sürü kasete para verdin, bizim evde
teyp yok ki?” sözüne,
-
Sen sutyen aldığında ben soruyor muyum? Gibi absürt bir
yanıt verirdi.
İçki nedeniyle de karısıyla sık sık birbirlerine
girerlerdi. Eve zil zurna sarhoş girer ve karısına
bakarak: “Ne kadar çirkin olduğunu biliyor musun?”
derdi. Karısı:
-
Sen’de pis ve sarhoşsun, dediğinde:
-
İyi de benimki sabah’a geçecek!.. yanıtını verirdi.
Sadakati, fırsat yokluğu olarak tanımlardı.
Yedi yıl evli kaldığı ilk karısı bir mektup yazıp da
Selami Bey’in kardeşiyle kaçtığını haber verdiğinde önce
sevinmiş sonra sinirlenmiş ve o sinirle oturup bir yanıt
döşenmişti:
“İki gözüm Döne, inan yazdığın bu mektuptan başka, hiç
ama hiçbir şey beni bu kadar sevindirmezdi. Evet, doğru,
7 yıldır evliydik, ama iyi bir eş olmak dışında, bana
her şeyi yaptın. Tamam, çok fazla spor programları
seyrediyordum, çünkü senin dırdırlarını ancak bu şekilde
biraz olsun duymazlıktan geliyordum, ama bu bile fayda
etmiyordu. Tabiî ki geçen hafta saçlarını neredeyse
tamamen kestirip tam bir erkeğe benzediğinin farkına
varmıştım! Tam, tıpkı erkeğe benzemişsin diyecektim ki,
aklıma annemin bir sözü geldi; “Eğer ağzını güzel bir
söz söylemek için açmayacaksan, hiç açma.” “Senin en
sevdiğin yemeği yaptım”, derken galiba sen beni
kardeşimle karıştırmıştın, çünkü o yaptığın yemek benim
hiç sevmediğim bir yemekti! Ben yatmaya giderken
üzerinde yeni ve çok seksi bir gecelik vardı tamam, ama
üzerinde hala etiketi duruyordu ve inşallah bu bir
tesadüftür ama, geceliğin fiyatı 49.99TL’di ve o gün
kardeşim benden tam 50TL borç almıştı? Ama biliyor musun
bütün bunlara rağmen ben seni hep sevmiştim ve her şeyin
bir gün güzel olacağını, değişeceğini ve mutlu
olacağımızı umuyordum. İşten ayrılmamın sebebine
gelince, o gün Loto’da tam 10 Milyon TL kazandığımı
öğrenmiştim, hemen patrona çıkıp istifamı verdim ve
ikimiz için Jamaika’ya iki bilet aldım, ama eve
geldiğimde sen bir mektup bırakıp gitmiştin. Belki de bu
olayların böyle gelişmesinin bir sebebi vardı ve böyle
olması gerekiyordu. Dilerim seçtiğin ve her zaman
hayalini kurduğun bu hayatta mutlu olursun. Avukatımın
dediğine göre “bıraktığın bu mektuptan sonra, benden
hiçbir Nafaka talep etmeye hakkın yokmuş! nerdeysen orda
kal!
Not:
Bu seni ne kadar ilgilendirir bilmiyorum ama adı Halim
olan kardeşim bir zamanlar Halime idi...”
Eski karısına mektubu postalarken burnunda tüten
memleketteki babasına da birkaç satır karaladı:
“ Saygıdeğer Beybabacım,
Önce selam eder pembe tombul yanaklarınızdan hasretle
öperim. Kardeşlerime, yengeme, enişteme, komşumuz kızı
Zehra’ya, Sarıkız’a, Kocabaş’a, kahvedekilere selam
ederim. Beni soracak olursanız; bura oraya hiç
benzemiyor. Hava ıslak, gök kapalı… Aklımdayken, ben
Döne’den kurtuldum da siz Tayyip’ten kurtuldunuz mu?
İnanmayacaksın ama burada onun kadar sanayi temeli atan
Başbakan yok. Adamlar nerdeyse yılda bir fabrika açılışı
ya yapıyor ya yapmıyor. İlla Cumhurbaşkanı olacam diye
diretene rastlamadım. Her şey saat dakikliğinde, hukuk,
yasa yerli yerinde. Otobüse sırayla biniliyor. Hep bir
ağızdan da konuşmuyor bu gâvurlar. Ama ne oldu biliyor
musun? Az önce sular kesildi. Tıpkı memleketteki gibi.
Öyle sevindim, öyle sevindim. Canım memleketim,
gözlerimde tütüyordu. Vallaha hasret giderdim beybaba…
Biliyorum sen cep telefonundan anlamazsın, onun için
yazıyorum. Mektubu kurye ile gönderecem. Bu kuryeler
motosikletli, küpeli, gözü dönmüş genç çocuklar. Bizim
buradaki şubede İran asıllı bir çocuk var. Ahmedinecad
kültürü almış. Dedi ki: “Ben mektubu sırat köprüsüne
kadar ulaştırır ondan sonrasına karışmam.” Araştırdım,
sırat köprüsü trafiği boğaz köprüsü trafiğinden beter.
Her yerde savaş var. Ölen ölene. Ölenlerin çoğu da
Müslüman. Öldürenlerin çoğunluğunu da Müslümanlar
oluşturuyor. İşte bu sırat köprüsü trafiğini mahvediyor.
Bu yüzden kurye çocuk mektubu İran üzerinden değil de
Balkanlar üzerinden taşıyacak. Hasretle ellerinizden
öper, tanrıya emanet ederim sevgili beybabacığım.
Oğlunuz Selami.”
Kırk tarakta kırk bezi vardı. Kırkikindilerde hayata
gözünü yumdu. Cenazesine kırk arkadaşı geldi.
Kırklarelinde toprağa verildi. Kırk gün helvası
dağıtıldı. |